İyiliği Düşünmek üzerine…

"İyiliği Düşünmek gibi bir ad taşıyan bir kitapta bence “iyilik” kavramı, hem “iyi”den bağımsız olarak hem de soyut olmaktan çıkarılarak ve bugünkü kaygılarla daha derinlikli düşünülüp tartışılmalıydı."

01 Nisan 2021 11:14

“İyilik” kavramı uzun süredir aklıma takılmış durumda; yanılmıyorsam BirGün’deki yazılarımdan birinde eksikliğini en çok hissettiğimiz şey diye de söz etmiştim “iyilikten”. Dünyanın hali ortada; fazla derine dalmasak ya da uzaklara gitmesek de dünyanın –daha doğrusu insanın– acımasızlıklarından kaçmak mümkün değil. Savaşın belası, göçmenliğin azabı, işsizliğin yıkımı, yoksulluğun çaresizliği, kadınların, çocukların istismarı gibi acılar ve dertler her gün karşımızda. Küreselleşen dünyada her yerden gelen ve ardı arkası kesilmeyen kötü/acı haberlerin ve olayların bombardımanı altındayken yalnız toplumsal değil, küresel düzeyde de “dayanışma ve iyiliğe” ihtiyacımız büyük. Buna karşın, benciliğimizden mi, kendi dertlerimizin yoğunluğundan mı, bunca olumsuzluğun getirdiği yılgınlıktan mı yoksa aczimizden mi, bilemiyorum, yaşananlara tepkimiz çok zaman “ah ah, vah vah”tan öteye geçemiyor. İnsanlar hep böyle ilgisiz miydiler, yoksa değiştiler mi, ya da değişen insan değil de zaman mı? Ahir zamanların kötülüğü üzerine çok şey yazılıyor, ama acaba gerçekten öyle mi?

İşte bu nedenlerle Zülfü Livaneli ve Ayla Göksel’in İyiliği Düşünmek adlı derlemeleri çok ilgimi çekti; kitabı bu konuda düşünmeye davet olarak aldım ve okudum. Gerçi yazılanlar küresel dertler ve küresel çözümlerle pek ilgili değil ama “iyi” ve “iyilik” kavramları üzerinden gözlüğü insanlığa kaydırmak zor değil. Kitabın ve yazıların bende çağrıştırdığı bazı düşünceler de oldu ki, kitap üzerine yazmamın nedeni o.

Kitapta, 15 ayrı yazıda felsefi yaklaşımlardan toplumdaki “iyi” ve “iyilik” algısına, fizyolojik-psikolojik-davranışsal boyutlarından ekonomi politikalarına, savaş ve şiddet ortamındaki hallerinden medyadaki yansımalarına kadar birçok alanda “iyi ve “iyilik” tartışılmakta. Yazıların her biri ilgi çekici, anlamlı yazılar; her biri ayrı değerlendirmeyi de hak ediyor. Bunu yapamayacağım ancak kafama takılan birkaç nokta var ki yazılanları bunlar üzerinden değerlendirmeye çalışacağım.

Kafama takılanlardan ilki, İyiliği Düşünmek'te  “iyi” ve “kötü” üzerinde çok durulurken, “iyilik” konusunda oldukça yetersiz kalınması. İkincisi de “iyilik” üzerine yazılırken onunla yakından ilgili “dayanışma” kavramının ihmal edilmesiyle ilgili.

Kuşkusuz, birçok çalışmada olduğu gibi bu kitapta da meseleyi her yönüyle ele almak mümkün değil; yazarların seçimleri ve yorumları için de söylenecek söz yok. Öte yandan, önemli olan bu yazıların uyardığı soru ve düşüncelerle yeni tartışmaların açılması ise, bunu başardığına da kuşku yok; benim yaptığım da tartışmayı sürdürmek zaten.

Ancak İyiliği Düşünmek gibi bir ad taşıyan bir kitapta bence “iyilik” kavramı, hem “iyi”den bağımsız olarak hem de soyut olmaktan çıkarılarak ve bugünkü kaygılarla daha derinlikli düşünülüp tartışılmalıydı. Örneğin “iyiliğin” yalnız kişisel bir eğilim/seçim olmadığı, aynı zamanda toplumsal-kültürel bir olgu olduğu yadsınamaz; buna karşın kitapta bugünkü toplumsal-kültürel koşullarla “iyiliğin” varlığı ya da yokluğu üzerine bir tartışmaya girişilmiyor. Yalnızca iki yazıda bu konuyla ilişki kurulup bir şeyler söyleniyor. Yeterli mi; orası soru işareti.

Öte yandan “iyilik” kavramı “dayanışma” kavramıyla yakından ilgili. Birçok yazıda iyiliğin toplumsal yaşamla, işbirliği ihtiyacıyla ilgili olduğu dile getirilmesi de bunu ifade ediyor. O nedenle “iyilik” deyince insanların bireysel eğilimleri ve seçimleri kadar –hatta ondan önce– toplum halinde yaşamanın getirdiği “dayanışma” ihtiyacıyla doğrudan ilişki kurmak anlamlı olurdu. Ayrıca dayanışma kavramıyla ilişki kurulsaydı hem iyiliğin temelini ortaya koymak ve “neden, niçin, kime iyilik gibi soruları” yanıtlamak kolaylaşır hem soyut olan iyiliğe daha somut bir içerik kazandırılabilirdi.

Buna karşın iyilik ile dayanışma kavramları arasında bu tür ilişki kuran pek yok; yalnızca Hakan Altınay, Harari’den yaptığı alıntıyla “insanlığın başarısının sırrının rekabette değil, geniş ve esnek işbirliği mekanizmalarında yattığını” söyleyerek insanlığın gelişimi konusunda ileri sürülen bir tez olarak “farkındalık ve dayanışmanın” öneminden söz ediyor; “hakkaniyet bulguları” olarak adlandırdığı başlıkta da bununla ilgili oyun ve araştırma sonuçlarını konu ediyor.

Sonuç olarak, yazıların çoğunun “iyi ve kötü” kavramlarından yola çıktıkları ve “iyiliği” de daha çok bireysel anlamda değerlendirmekten yana oldukları söylenebilir. Kuşkusuz hemen hepsinde toplumla ilgili değerlendirmeler de var; ancak ağırlık “bireysel” tutum ve davranışlarla ilgili. “İyilikten” söz ederken, felsefedeki izleri, bireysel özellik ve seçimlerle ilgisi, dayandığı fizyolojik-psikolojik temeller gibi konuların irdelenmesi elbette gerekli; bu açıdan bir sorun yok. Ancak bir de insanın toplumsal varlık oluşu var; toplumsal yaşamda dayanışma ve işbirliği ihtiyacı var. Örneğin uygarlığın gelişiminde itici gücü bireysel çıkar ile toplum arasındaki antagonizmaya bağlayan filozoflar bile (Kant) bu çatışmayı dengeleyecek sevgi, itibar ve güç ihtiyacından söz ederken, uygarlığın gelişiminde çatışmadan çok işbirliği ve dayanışmanın rol oynadığını düşünenler de az değil. O nedenle “iyilik” dayanışma ihtiyacıyla ilişkilendirilip tartışılabilseydi, kavramın netleşmesi açısından olduğu gibi “iyiliğin” toplumsal-kültürel dayanaklarının gündeme gelmesi açısından da aydınlatıcı olurdu. Yine bu ilişki kurulabilseydi, “insanlık/uygarlık ile iyilik (daha doğrusu dayanışma)” ilişkisi irdelenebilir ve günümüzdeki felaketler kadar neye ihtiyacımız olduğu da açıklık kazanırdı. Buradan bakıldığında, kitapta “iyiliği” ekonomi politikaları, ekolojik tahribat, kapitalizm bağlamında ele alan yazılar olduğunu da söylemek gerek; ancak bunlarda da “iyilik ve dayanışma” ilişkisi aydınlanmış değil.

Kitaptaki yazıları kısaca da olsa tanıtırken, yukarıdaki düşünceler bağlamında bazı değerlendirmeler yapmak istiyorum.

Zülfü Livaneli’nin “İyilik Kavramı Üzerine Düşünmek” başlıkla yazısıyla başlıyor kitap. Livaneli “iyilik ve kötülüğün” özünde “hayır ve şer” kavramlarıyla ilgili ve biraz zorlama kelimeler olduğunu söylerken, –bana göre çok yerinde bu sözcükler– iyilik ve kötülüğü insanın seçimine bağlıyor ve bu konudaki anlayışlar zamana ve topluma göre değişse de aklın yol göstericiliğini benimsiyor. Günümüz toplumuna dair olumsuz gelişmelere –şiddetin artması ve cezasız kalması gibi– yer verirken, bu meselelerle uğraşan ve sayıları az olmayan insanların, örgütlerin varlığını da “umut” olarak değerlendiriyor. 

İoanna Kuçuradi, Platon, Aristo, Kant, Nietzsche, 20. yüzyıldan Scheler ve Hartmann gibi filozofların insan ve eylemleri konusunda “iyi ve kötü” gibi değerlendirmelerinin neye dayandığı, neyi içerdiği, neyi ölçüt aldığına ilişkin açıklamalarda bulunurken, iyi ile kötünün bir grupta oluşan değer yargılarıyla (farklı ahlaklar) ilgili olduğunu ifade ediyor. Kendisinin “iyilikten” ne anladığını da, “kendisi istemiş olsa ya da olmasa, başkasının nesnel bir ihtiyacını, başta insan haklarıyla ilgili ihtiyaçlar olmak üzere” karşılamak olarak dile getiriyor.

Tanıl Bora iyilik konusunda eleştirel ve kuşkucu yaklaşımıyla olduğu kadar “iyiliğin” sistemle ilişkisine değinmesi açısından da –onun gibi birkaç yazar daha var– kitapta farklı bir yer alıyor. “İyi” lafından şüphelenmenin güçlü bir düşünsel geleneği olduğundan söz eden Bora, bu konuda Nietzsche’den olduğu gibi İncil’den, Yunan mitolojisinden, Brecht’ten örnekler verirken, bizdeki “iyilikten maraz doğar” veya “cehennemin yolları iyi niyet taşlarıyla döşenmiştir” deyişlerini de hatırlatıyor. Kötülüğün de “iyi”si (iyi yalancı gibi) olabileceğini söylerken, aslında “iyi” sözcüğünün yeterli olmayıp başka kavramlarla tamamlanması ihtiyacını vurgulamakta. Öte yandan “kimin için iyi” sorusunun işaret ettiği gibi, sistem eşitsizliği büyütürken “iyilikseverlik/hayırseverlik” faaliyetlerinin kanser hastasına aspirin vermekten ileri gidip gitmediği “iyiliği” bireysel seçimlerin ötesine taşıyor: “Tuzu kurular hayatlarını sürdürürken ‘iyilik’ yaptıklarını düşünerek vicdanlarını rahatlatıyorlar” ya da “sistem diye bir sorunları yok” deyişleriyle en azından iyilik “hayırseverlik” gibi bireysel seçimlerden ötesinde bir şey…

Bora, kuşkularına karşın, “neyin iyi, niçin iyi, kimin için iyi” olduğunu sorgulayarak ve iyiliğin göreceliğini düşünerek “iyicil itki”ye dikkat çeken psikologları dinlemekten yana.

Bekir Ağırdır, yazısında KONDA’nın 2019 araştırmasının bulgularına göre toplumdaki iyilik ve kötülük algılarına yer vermiş. Araştırma sonuçlarına göre toplumun çoğunluğu yardımsever tutumu benimsiyor olsa da, Suriyelilere yaklaşımda görüldüğü gibi ayrımcılığı aşamıyor. Bunlarla ilgili olarak bireysel hayatında çoğulcu/iyiliksever olan toplumun ortak hayata gelince ikircikli olduğu, ortak hayatta korkular gibi tabular ve kutuplaşmaların ilişkilerden sakınmayı getirdiği yolunda değerlendirmeler yapan Ağırdır’a göre, ülkedeki koşulların da etkisiyle toplumda iyilik tanımına ilişkin “olması gereken” ile “olan” arasındaki makas açılmakta ve sürdürülemez bir duruma sürüklenilmekte.

Yankı Yazgan “iyiliğe” beyin/organizma ve davranış açısından bakıyor. Bu çerçevede iyiliğin doğuştan mı, sonradan öğrenilerek mi olup olmadığını sorgulayarak nörobiyoloji ile davranış ilişkisi konusunda yapılmış araştırmalardan söz ediyor. Dikkat çektiği konulardan biri de, aile ve yaşam koşullarının çocukların iyi ve kötü davranışları üzerindeki etkileri. Haklı tabii; “ailedeki huzur ve güven ortamının yalnız kendisinin iyilik değil, iyilik doğurucu olduğunu” söylemekle de haklı. Ne var ki, huzursuzluğun, çatışmanın, güvensizliğin, korkuların arttığı dünyayı ne yapmalı sorusu da bir yana bırakılamaz!

Ahmet İnsel değinmenin ötesinde, sistemi konu eden yazarlardan biri. Ekonomi politikalarıyla iyiliği ilişkilendirdiği yazısına, “iktisat düşününde iyiliğin yerine kötülüğün kurucu ilke olması” gibi ilginç bir cümle ile başlıyor. Mandaville’in Arılar Masalı’ndan başlayarak Adam Smith’in bireysel çıkar peşinde koşmayı “ekonominin motoru” olarak gören yaklaşımına, oradan “faydacılık” felsefesine uzanan İnsel, kapitalizmin gelişmesiyle bencilliği, yararın (hazzın, kârın) maksimizasyonunu, çıkara dayalı ilişkileri esas alan liberal yaklaşımların yerleşik değerler haline geldiğinden söz ediyor.

İnsanlık serüveninde buna karşı gelişmeler de var kuşkusuz. İnsel de, özellikle 1950 sonrasında hem uluslararası hem ulusal düzeyde bir yandan insan hakları, öte yanda emeği koruma yönündeki gelişmelerden söz ediyor ve bu kazanımların “müşterek iyilik” gibi bir seçeneğin ortaya çıkması anlamına geldiğini söylüyor. Yazısının ilerleyen bölümünde bugünkü ekonomik düzenin yol açtığı ekolojik yıkımdan ve artık ihtiyaç duymadığı emeği “yeni kölelik” denebilecek bir konuma sokmasından söz ederek, “müşterek iyiliğin” sağlanması açısından iktisadi boyutta hem kamu hem özel sektör örgütlenmelerine ihtiyaç olduğunu, temel yurttaşlık geliri gibi yüksek gelirler için de makul düzeyde bir “azami gelirin” belirlenmesi gerektiğini, geniş ve güçlü bir sosyal devlete ihtiyaç duyulduğunu dile getiriyor. Vardığı sonuç, “iktisadi faaliyetin odak noktasının ‘ortak iyi’ olduğu bir yeni üretim, paylaşım ve tüketim düzenini hayat geçirmenin yeterli olmasa da gerekli koşul” olduğu yönünde.

Kısacası İnsel, “iyilik” ile bugün egemen ideoloji ve kültür haline gelen ekonomik sistem arasında ilişki kurmakla “iyiliği” bireysel seçimlerin ötesine taşıdığı gibi, kötücül ekonomik sistemi gündeme getirirken aynı zamanda bugün “iyiliğin” neden zafiyet geçirdiğini de açıklamış oluyor. Yazdıklarıyla “iyiliğin” toplumsal-kültürel bir olgu, teşvik edilebilen veya savsaklanan bir eğilim ve davranış olduğunu somut bir çerçevede değerlendirmemize yardımcı olduğunu düşünüyorum. Onun sözleriyle, “yerleşik iktisat ideolojisinin İyi, Güzel ve Adil’in yerini Kötü, Sıradan ve Adil olmayanın aldığı bir tahayyül dünyasını temsil ettiği” dünyada –bu ideolojinin küreselleşerek sosyal-kültürel bir karakter de kazandığı düşünülürse– “iyiliği” bir değer olarak korumak ne kadar mümkün? Mümkün olanın ne olduğu da ortada; gönlümüzden koptuğu kadar “hayırseverlik-yardımseverlik” yaparak günü kurtarmak!

Bu gidişata karşı durmak için ortaya çıkan “dayanışma ekonomisi, kooperatifler, dayanışma sandıkları” gibi farklı örgütlenmelerden söz ederken “dayanışma” sözcüğüne yer veriyor ama dayanışma kavramını söz ettiği “ortak iyi”ye dayalı iktisat faaliyetinin bütünü için kullanması daha açıklayıcı olurdu diye düşünüyorum. Öncelikle, ekonomik faaliyetin odak noktasına alınmasından söz ettiği “ortak iyi” açıklanmaya muhtaç bir ifade; nedir ortak iyi? İkinci olarak, küresel, bölgesel, toplumsal, yerel ve insani düzeyde “ortak iyi”nin oluşması için dayanışmadan başka yol var mı? Yani “ortak iyi” var olan işlerin paylaşımından doğal kaynaklara, üretimden tüketime, gelir olanaklarından yaşam koşullarına uzanan ve yükün, sorumluluğun, nimetlerin yine “dayanışma” esasına göre paylaşımından başka nasıl somutlaşabilir?

Hidayet Şefkatli Tuksal, Türkiye’de azınlıkta kalan “gayri Müslümlerin” durumuna eğildiği yazısında inanç özgürlüğüyle ilgili bütün yasal güvencelere karşın İslam’dan farklı bir din, inanç ve dünya görüşüne sahip olanların aile, iş hayatı ve sosyal çevre bağlamında baskı ve ayrımcılığa maruz kaldığından söz ediyor. Bu ihlallerin ortadan kalkması açısından da, “Müslüman olanlar ve olmayanların farkındalık”larını artırmak için farklı gözlükleri denemek, “ötekini” ötekinin gözünden, dilinden görmek gibi çabalara ihtiyaç olduğundan söz ediyor ki, bilişsel ve duygusal duyarlıklarımızın artması açısından daha birçok konuda buna ihtiyacımız olduğu söylenebilir.

Ekolojik yıkıma dair görüşlerini paylaştığı yazısında Ömer Madra’nın konusu “iyilik” değil, “kötülük”. Haklı da; dünyada yaşam olanağı elden gidiyor, bundan kötü ne olabilir! Bu felaketin sorumluları olarak başta şirketler, medya, karar alıcılar olmak üzere “şeytan üçgeni” olarak adlandırdığı gruplardan, “fosil yakıt dinozoru” olarak adlandırdığı petrol endüstrisindeki devlerinin kazandıkları milyar dolarlık kârlardan söz ederken ve “küresel ısınmayı tutuşturan oksijen para”dır derken, bu kötülüğü sisteme bağladığına da kuşku yok.

Dünya ölüyor filan değil, öldürülüyor ve öldürenlerin adları da, adresleri de belli” dediği yazıda üzerinde durduğu bir konu da kuşaklararası “gelecek hırsızlığı”.

Kendisiyle aynı kaygı ve düşünceleri paylaştığımı söylememe gerek yok. Fosil yakıt dinozorlarını yaratan kapitalist sistem; Tanrılaştırdığı da para! Ne var ki bu günahın içinde biz de varız ve artarak devam eden karbon salınımının yalnız petrol endüstrisinden değil, ekonomik büyümeden yaşam biçimlerimize kadar çok şeyden kaynaklandığını görmezlikten gelemeyiz; değişmesi gereken de hepsi!

Kemal Sayar “iyi neye göre iyi, iyinin ölçüsü nedir” gibi sorulara yanıt arayarak başladığı yazısında“empati” üzerinde duruyor ve insan ırkının bakım verme, ilişki sürdürme kapasitesi olmadan kendini devam ettiremeyeceğini söyleyerek bunların sağlanması açısından “empatinin” vazgeçilmezliğine işaret ediyor. Günümüzde uyum ve işbirliği yerine yarışmayı destekleyen bireyci bir kültür ve buna ek olarak sosyal medyanın sosyalliği azaltan gücü nedeniyle empatinin tehdit altında olduğu bir dünya yaratılmaktadır.

Bencil güçlere ve piyasa güçlerine dayalı bir toplum zenginlik üretebilir ama hayatı daha değerli kılacak birliği ve karşılıklı güveni kesinlikle üretemez” diyerek günümüz toplumuna eleştirel bakan Sayar, kişiler arası ve sosyal olarak ikiye ayırdığı empatinin sosyal alanda gelişmesi için dünyaya geniş açılı lenslerle bakmanın gerekli olduğuna da değiniyor.

Nurcan Baysal, Diyarbakır’da, Irak’ta tanık olduğu olaylardan yola çıkarak savaş ve şiddet ortamında da iyi insanın ve iyiliğin bulunacağından söz ediyor. Şiddet, çatışma ve zulüm altında bile “iyiliğin” eksik olmamasını ise, bu koşullarda yaşamın anlamsızlaşmasına, insanın yaşamı anlamlandırmaya daha çok ihtiyaç duymasına bağlıyor. İnsan “yaptığı iyilikle aslında kendine iyilik yapıyor” diyor yazısında; ona göre şahit olunan kötülüklerin beraberinde gelen utanç duygusuyla baş etmek için iyiliğe tutunuluyor. İyilikle kötülük arasında gidip gelmenin kaçınılmaz olduğunu ve bu tercihlerin akıldan çok yüreğe bağlı olduğunu da söylüyor.

Serdar Tekin “iyiliğin” felsefi izlerini aradığı yazısında “iyiliğin ahlaki temeli nedir” diye soruyor. Aristoteles’ten başlayarak birçok filozofun iyiliği erdem, görev, çıkar, işbirliği ihtiyacı, sempati, empati, acıma, adalet, utanma gibi farklı insan özellikleriyle ilişkilendirmelerine değinirken, iyiliğin bireysel seçimlerle ilişkisini de sorguluyor. Bunun yanı sıra, “iyiliğin” siyasal anlamı olup olmadığı konusunu ele alarak, “iyiliğin, hak, eşitlik, özgürlük gibi siyasal bir kavram olmadığını, kötülüğün ise pekâlâ siyasal olabileceğini” söylerken, karanlık zamanlarda, özellikle kötülüğün örgütlü devlet gücü haline geldiği, sıradanlaştığı koşullarda iyiliğin de siyasal bir karakter kazanabileceği düşüncesine geliyor.

Karanlık zamanlarda iyiliğin farklı bir anlamı vardır; başkaları için bir şey yapmaktan veya dünyayı daha iyi kılmaktan çok, yargıda bulunma, suça suç deme ve suç ortağı olmamak haysiyetiyle ilgilidir bu anlam” diyor; “işte, ahlakın bu en bireysel anında siyasi bir münasebet kazanır ‘iyi’”.

 “İyi”nin bireye, bireysel tercihlere bağlı olduğu konusunda bir sorun olmasa da, “iyiliğin” toplumsal ilişkiler içinde söz konusu olması nedeniyle her zaman “siyasal” olduğunu düşünüyorum. “İyiliğin” toplumsal-siyasal-kültürel ilişkiler içinde özendirilmesi de, aksine küçümsenmesi, savsaklanması da mümkün. Zafer Köse’nin yazısında değindiği gibi, doğada var olan ayıklanma toplumda da bir biçimde sürüp gidiyor; hayata tutunmak için ne isteniyorsa onu edinmeye çalışıyoruz. O nedenle, bugün dayanışma ya da iyiliğin giderek gözden düşmesini yalnız günümüz bireyine bağlamak ne kadar açıklayıcı olabilir? Örneğin “homo-economicus”ları çoğaltan, teşvik eden, ödüllendiren bir dünyada, Bora’nın da dediği gibi “iyilik” daha fazla “enayilik” haline gelmiyor mu?

Hakan Altınay insanın bencilliği ile işbirliğine yatkın özelliklerinden söz eden yazarlara değinerek “insanlığın hakkaniyet diye bir derdi olabilir mi” diye soruyor! Bu soruya, insanın kendisine benzemeyenlerle birlikte müştereklerini idare etme becerisi olduğuna ve muhatabımıza ihtiyacımız varsa düşmanlar arasında bile işbirliğine gidilebileceğine değinerek yanıt verirken, insanın medeniyet üretme kapasitesini de bu özelliklerine bağlıyor.

“Rekabet merkezli kurumlar ancak dayanışma merkezli kurumlarla dengelenebildiğinden, bunları ihmal etmek yerine, kötücülük ve adaletsizlik hayatın bir parçası ise, bunlara karşı ‘iyi niyet, dayanışma ve medeniyet üretme kapasitemizin artırılması” gibi konuları ciddiye almak gerektiğini söylüyor.

Katılıyorum ancak medeniyet derken neyi kastettiğimiz de önemli. Bugünkü gibi medeniyeti daha çok ekonomik-teknolojik gelişmelere bağlarsak, korkarım “medeniyetin barbarlık” haline gelmesini önlemek zor olacak. Bugün ekonomik-teknolojik gelişmelere karşın insani değerlerin yerlerde süründüğü zamanlardan geçtiğimizi görmemek mümkün değil. Öyle olduğu içindir ki, katlanarak sürüp giden teknolojik gelişmeler karşısında “teknoloji ve insanlık” konusunun tartışılması gerekiyor.

Burcu Karakaş medyada sürekli kötü haber verilmesinden yakınılması üzerinde durduğu yazısında, tahammülün azalıp ilginin kaybedilmesine yol açan haberlere karşı medyada açılan yeni alanlardan söz ediyor; gazeteci kötü haberden kaçamayacağına göre, “-mış” gibi yapmak için değil, fakat politik bir direniş biçimi olarak işin iyi tarafına bakan haberlere ihtiyacımız var. Bu çerçevede, acı olayları vermekle beraber kötünün nasıl iyileştirileceğine dair ipuçları de veren bir yol izleyen, “yapıcı veya çözüm odaklı gazetecilik” anlayışından söz ediyor Karakaş.

Mehmet Ali Çalışkan’ın yazısı sivil toplum üzerine. Sivil toplum deyince akla en sık gelen “iyilik iddialı” sivil toplum gruplarının aslında bütün içinde % 5’i bile bulmadığını söylerken, bunları doğrudan yardıma, desteğe yönelen ihtiyaç odaklı kuruluşlarla hak eksenli kuruluşlar olarak ikiye ayırmakta. İyilik odaklı sivil toplum kuruluşlarına devlet, şirket, hatta kötülüğün sivil toplum temsilcileri olarak görülen sivil toplum kuruluşlarıyla temastan kaçınmaları ve “iyiliğin temsilcisi olma yanılsaması” içinde oldukları gibi eleştiriler getiren Çalışkan, bu kuruluşların işlevlerini yerine getirebilmeleri için kendinden menkul iyilik kabulü ile yüzleşmeleri ve sorumluluk almaktan kaçmayan müzakerelere girişmeleri gerektiği görüşünde.

Son yazı Zafer Köse’nin. Yazısının başına Brecht’ten “İyi insan olacağınıza/Öyle bir yere götürün ki dünyayı/İyilik beklenmesin!” alıntısını alan Köse, “insanın iyilik ve kötülük yönünde bir iradesinden söz edilebilir mi” sorusuyla başlıyor. Havemann’ın kültürel niteliklerin elenmesi ve gelişmesi konusunda da doğadaki seçilim olgusunun geçerli olduğu görüşünden yola çıkarak, özetle kötülüğü uygarlaşma sürecinde sağlanan ekonomik gelişmelerin yol açtığı eşitsizlikle, insanın ürettiği değere olduğu gibi kendine de yabancılaşmasına bağladığı söylenebilir. Bugün ulaşılan aşamada insan kendi ürettiği artık değerin yönetimine katılmamayı yadırgamayan, “evcilleştirilmiş insan”dır; kendi yaşam mücadelesine yabancılaşan insan doğadaki varlığını sürdürmesini sağlayan temel niteliklere de yabancılaşmıştır. Sonuç olarak kötülük insanın doğasıyla değil, daha çok içinde yaşanan koşullarla ilgili, kültürel bir olgudur. O nedenle, Köse’nin deyişiyle “yaşadığımız çağda insan kötülüğünden söz etmek kapitalizm eleştirisiyle birlikte anlamlı olabilir”. İlginç bir saptaması da, bugünkü yaşam koşulları insanı sürekli tehdit altında bırakır, gidişata uyumu gerekli kılarken, insanın da değerlerine aykırı yaşamak yerine, tercihlerine uygun biçimde düşüncelerini değiştirmesiyle ilgili. Kısacası, insanın kendini doğrulamak için Köse’nin “günaha çağrı” olarak adlandırdığı “kötülüğe mazeret üretimi”ne yönelmesi söz konusu. Son olarak kapitalizm koşullarında insan türünün varlığını sağlayan iyi insan niteliklerinin yeşermesi mümkün olmadığından söz ediyor; Köse’ye göre kapitalizm ya insan niteliklerini tahrip edip insanlıkla birlikte yok olacak ya da insanlık bu mücadeleyi kazanıp onu aşacağı için yıkılıp gidecek…

Köse’nin “iyiliği” toplumsal-kültürel bir olgu olarak değerlendirmesine, bugün insanın ürettiği değerler gibi kendine de yabancılaşması, düzene teslimiyeti ve bunun için mazeretler üretmesi gibi saptamalarına katılmamak mümkün değil. Bu noktada mazeret üretmeyi kolaylaştıran koşulları da göz ardı etmemeli. Bir yanda acımasız rekabeti, bitmeyen ihtiyaç listesi, doyumsuzluğu ile bencilliği, çıkarcı davranışları, fırsatçılığı kışkırtan ve bu yolla insanın eşitsizlik ve adaletsizliklere karşı “körlüğünü” çoğaltan bir ekonomik sistem var. Öte yandan günümüz “makine” çağı ve bu çağda insanlar birbirlerinden çok makinelerle (bilgisayarlar, telefonlar) ilişki içinde. İnsanın insanla ilişkisini, bağını, ihtiyacını azaltan bu koşullarda “insanın insanla dayanışma” ihtiyacı da azalıyor; bir başka deyişle, kapitalizmin yol açtığı çıkar ilişkileri, kentleşmenin getirdiği yalnızlaşma makine çağında katlanarak çoğalıyor. Nietzsche’nin sürü insanı artık doymaz bir tüketici olduğu gibi, insanlığına yabancı, seyirci insandır demek yanlış olmaz. Seyircilik sürdükçe “insanlık-uygarlık” diye övündüğümüz şeyin “barbarlıktan” pek farkı kalmayacağını söylemek de yanlış olmaz.

Sonuçta insanı kuşatan bu koşulları değiştirecek insanı bulmak da iyiliği bulmak gibi kolay olmayabilir. Bu açıdan karamsar olanlar az değil… Yine de, nasıl ki insan bugüne kadarki serüvenine toplumsal-kültürel-insani boyutta kazanımlar, gelişmeler katmışsa, bundan sonrası için de bir umut var. Tek yolu da daha çok insanı düşünmeye, fark etmeye katabilmekten geçiyor sanırım. Covid-19’un yol açtığı salgın üzerine yazdığı yazıda Noam Chomsky, yalnız pandeminin değil, ekolojik yıkım, artan küresel-toplumsal eşitsizlik ve adaletsizlikler, bitmeyen silahlanma yarışı ve teknolojik gelişmelerin yol açtığı ve barındırdığı tehlikeler gibi daha birçok küresel sorundan yola çıkarak şöyle demişti:

“Corona’nın iyi yanı, belki de insanları nasıl bir dünya istediğimiz konusunda düşünmeye itmesi olacak.”

Umarım böylesi kitaplar, bu tartışmalar “düşünmelere” katkıda bulunur…