Her başlangıç, risklerini de beraberinde getirir. Başladıktan sonraki süreçte başımıza neler geleceği, başladığımız şey her neyse sonrasında onun nasıl bir hâl alacağı hiç belli olmaz...
07 Aralık 2017 14:48
Öyle bir başlamalıyım ki mesela ilgi çekici bir başlangıç yapmalı ve mutlaka yazının sonunu getirebilmeliyim. Çünkü ne diyor Edward Said: “Yalnızca sonrasında yazacaklarını belirlediği için değil, aynı zamanda bir eserin başlangıcı, kestirmeden söyleyecek olursak, sunduğu şeye ana giriş olduğu için de kritiktir.”
Durun bir kahve yapayım kendime önce. Bir müzik açayım. Başlamanın da bir usulü var sonuçta. Başlayıp başlayıp yarım bıraktığım yazılardan olmamalı bu. Hiç başlamadığım yazılardan da olmamalı.
Gerçi bu yazıyı bir hevesle başlayıp yarım bıraksam, sonra bir heves başka bir yazıya geçsem bu sürekli “başlama hâli” beni epey dinç tutabilir. Mütemadiyen yeni bir yazıya başlayıp sonunu getirememek, kişiyi tek bir yazıya odaklanmanın ve o yazıda derinleşmenin sancısından kurtarabilir.
İlişkilerini de böyle yaşayan insanlar yok mu? Sürekli yeni bir ilişkiye(!) başlayarak kişi kendisine rutinin ve tekdüzeliğin sancısından kurtaracak halüsinatif bir kaçış imkânı sunuyor.
Ha bire heyecanlanacak “yeni” bir keşif alanı yaratıyor. Kök salması, derinleşmesi kısıtlanıyor.
Şimdi ben bu yazıya başladığımda −ki şu an teorik olarak başlamış sayılırım artık− birkaç gündür yazacağım yazıya dair fikir uçuşmalarımla vedalaşmalıyım.
Öyleyse ben bu yazıya aslında çoktan başladım.
Yani “başlangıç” dediğimiz, sanırım tam bir “başlangıç” değil.
Şimdi ben bu yazıya başlıyorsam aslında bir risk alıyorum demektir.
Çünkü her başlangıç, risklerini de beraberinde getirir. Başladıktan sonraki süreçte başımıza neler geleceği, başladığımız şey her neyse sonrasında onun nasıl bir hâl alacağı hiç belli olmaz. Bu sebeple süreçteki her türlü ihtimalin sorumluluğunu alabilmek çok da kolay olmayabilir. O yüzden yarım bırakmak ya da hiç başlamamak işimize gelebilir.
Bu yazıyla beraber nerelere savrulacağım acaba ben? Yazının sonunda fikirlerim nerelere evrilecek, nerelerde topaklanacak, nerelerde zayıf düşecek acaba? Yazının başındaki benle sonundaki ben muhtemelen aynı olmayacak. Dolayısıyla hangi eksikliklerimle, fazlalıklarımla yüzleşeceğim? Bu ne hissettiriyor bana?
Bu iyi bir yazı olacak mı? Ne kadar okunacak mesela? Okuyucular ne düşünecek?
Ben düşündüklerimi hakkıyla aktarabilecek miyim?
Belki de daha en başında bir niyet belirtmeliyim. Niyet etmeliyim ki yazının sonuna ulaşabileyim. Ha yazıya onu bitirmek için başladım yani öyle mi?
Yazıya hiç başlamasaydım yazının sonuna varmak gibi bir derdim de olmayacaktı. Yazımdan ayrılmayacaktım da. Kısmen içimde kısmen dışımda takılıp gidecektik yazıyla ben.
İnsan hiç bitirmemek için başlamayabilir mi? Çünkü her başlangıcın er geç bir sonu vardır. Ve sonlar illa ki bir şeyden ayrılmayı gerektirir. Eh, genelde pek kolay işler değil bunlar.
İnsan elbet bir gün bitecek diye bir ilişkiye başlamamayı, bitirmemek için bir kitabı yazmaktan kendisini alıkoymayı, hatta başlayacağı iş her ne olursa olsun başarısız olma riskinden kendisini korumak için o işe hiç başlamamayı tercih edebilir mi?
Psikoterapi tarihi bu hikâyelerle dolu ve dahi insanlık tarihi de…
“Her sevginin başlangıcı ve süreci, o sevginin bitişinin getireceği boşluk ve yalnızlık ile dolu. Belirsizlikler arasında belirlemeye çalıştığımız yaşam gibi” der Tezer Özlü.
Ve ekler: “(…) yaşam ölümle, ölüm yaşamla tanımlı. Ama sen. Senin için her beraberlik ayrılış, her ayrılış beraberlik, sevgi sevgisizlik, duyum duyumsuzluğun başladığı an. Birisinin teniyle yan yana olmak, kendi varoluşumu unutmak mı? Ya da daha derin algılamak mı? Kendi varoluşum. Her varoluş kendisiyle birlikte ölümü getirmiyor mu?”
Başlangıç, kaçınılmaz sona nasıl ulaşacağının getirdiği belirsizlikle tanımlı biraz da.
Belirsizliğin tetiklediği duygular arasında, insanın temel korkularından biri olan ölüm korkusunu da düşünebiliriz. Çünkü orası bilmediğimiz, daha önce deneyimlemediğimiz, sadece üzerinde fikir yürütebileceğimiz ve ne dersek diyelim biraz eksik kalacak, biraz yalan olacak bir alan. Gerçek bilinmezliğin ta kendisi!
Doğumun ölümle tanımlanması üzerinden gidersek, doğumu bir başlangıç kabul ettiğimizde ölüm de kaçınılmaz sonumuzdur. Ve böylelikle başlangıçların, daha doğrusu sonların ölümü imleyen bir tarafı olduğu kesin.
“Belirsizlik” kelimesi, bilinmezlik, kontrol edememe duygusu, kaygı, tekinsizlik, risk almak, konforlu alanın dışına çıkma, güvensizlik gibi kavramları çağrıştırıyor.
İnsanı yaşam serüveninde büyük ölçüde rahatlatan şeylerden birinin belli başlı şeyleri kontrol altında tutabilmesinin olduğunu söyleyebiliriz. Tehlikenin nereden geliyor olduğunu anlaması ve buna önlem alabilmesi…
Belirsizlik, işte bu kontrol edebilirliğimizin bazı faktörler sebebiyle ketlenmesidir. Bunun sonucunda da kaygı kaçınılmaz olur. Belirsizlikle baş etme kapasitemizi arttırmadığımız sürece başlangıçlar, değişimler, farklılıklar acı verici deneyimler olarak yaşanabilir.
Edward Said, “Başlangıç yalnızca bir eylem türü değil, aynı zamanda bir ruh hali, bir çalışma şekli, bir tavır, bir bilinçtir” derken tam da bu belirsizlikle baş etme kapasitesine vurgu yapar bana göre.
Başlangıç, peşinden her zaman kestiremeyeceğimiz başka şeylerin geldiği bir ilk olmayan adımdır. Neden ilk olmayan? Çünkü sizi başlangıç noktasına getiren hâl, başka bir yerden gelmenizi, başka bir yere geri dönmenizi ya da başka bir yerde soluklanmanızı sağlıyor olabilir. “Başka” kelimesine yaptığım vurgu kelimelerin yetersizliğinden değil; “başka” türlüsüne mahal vermek istemeyişimden…
Başlanan bir şeye yeniden başlayabilmek ne ölçüde mümkün? Örneğin tanıştığımız biriyle tekrar tanışabiliyor muyuz? Veya yazdığımız yazıya tekrar başlayabiliyor muyuz?
Özdemir Asaf, “sana hep, hep yeniden başlamak isterim” dizesini yazarken bu arzusunu tatmin edemeyişinin faturasını şiire çıkarmıyor mu?
Bir şeyi yeniden yazabilmek için önceden yazılanı silmek gerekir.
Bu ancak kâğıt-kalem-silgiyle mümkündür.
Peki ya ruhsallığımızda?
İşte orada başlangıçların ve bitişlerin sınırlarının çok geçirgen ve epey kaygan olduğunu düşünüyorum.
Örneğin hangi ilişki bittiğinde gerçekten bitiyor?
İç dünyamızda bir süre daha dolaşmaya, bizi yoğurmaya, çeşitli duygu durumlarına sokup çıkarmaya devam etmiyor mu? O yaşadığımız ilişki aslında bizi başka bir ilişkiye ya da ilişkisizliğe taşıyor mu?
Hep bir öncekinden gelen izlerle başkalarında ve kendimizde iz bırakıyoruz. Doğduğumuz ândan itibaren…
Travmalar için de benzer şey söz konusu. Bombalar patlıyor, insanlar ölüyor. Dışarıdaki bombaların patlaması bittiğinde, içimizdeki bombalar da susuyor mu? Yoksa daha gürültülü bir şekilde içimizi yakıp yıkmaya devam mı ediyor? Bizi başka korkulara mı sürüklüyor?
Çaresizliğimiz nerede başlıyor? Peki ya mutlu hissedişimiz? Çocukluk tam olarak nerede bitiyor? Yetişkinlik nerede başlıyor?
Bunların cevabı bana sorarsanız yok. Çünkü ruhsallığın sınırları yok. Tıpkı uzay boşluğu gibi…
Evet bir yerlerde bir son mutlaka vardır ama her bitişin bir son olduğunu sanmıyorum. Sona eren her şey yeni bir başlangıcın habercisi olabilir.
Fransız yazar ve psikanalist J.B. Pontalis’in bir sözüyle yazıyı sonlandırıp, yeni bir yazıya başlamak için önce kendimden sonra sizden izin istiyorum;
"Kelimeler kifayetsiz kaldığında insan, haberi olmadan, bir başka toprağa ayak basmaya hazırlanıyor demektir.”