Şebnem İşigüzel: Bu ülkede neler oldu ve herkes sustu. Kimse içsel hayatın, duyguların ne kadar derin ve enteresan olabileceğini bilmeden yaşıyor. Ülkenin acı gerçeklerine yabancılaştığımız gibi insana dair her şeye de yabancılaştık
09 Haziran 2016 14:30
Romanı anlamadım, olmuyor, sürekli bunu tekrarlıyordum kendime. Hâlbuki Şebnem İşigüzel'i daha önce okumuş ve anladığımı da düşünmüştüm.
Gözyaşı Konağı'nın merkezinde bir kadının özgürlük mücadelesi vardı. Evet, insanlığa, kadınlığa dair durumlar, kendi ağırlığını kanırtmadan, sükûnetle anlatılıyordu. Mizahi bir yönü de yok değildi romanın. Yine de, yayınevinin ve Şebnem İşigüzel'in söylediği gibi “huzur dolu ve neşeli” bir roman olduğunu düşünmüyor, bu yüzden de anlamadığımdan korkuyordum.
1876'nın baharında gayrimeşru bebeğini doğurmak üzere Büyükada'ya gönderilen Vuslat Emine'nin tatlısert özgürlük arayışını konuşurken, İşigüzel de kabul edecekti: Hüzünlü yanları ağır basan bir roman.
İşigüzel ile aydınlık evinin salonunda ülkenin karanlığı, Gözyaşı Konağı, kadınların öyküleri, umut, hüzün ve neşe üzerine konuştuk. Söz, Şebnem İşigüzel'de...
Geçenlerde New York Times'da çıkan “Orta Doğulu yazarlar distopyan romana sığınıyor” başlıklı yazıda, Arap yazarların siyasî baskı ve belirsizlik karşısında çareyi, “realizmden uzaklaşıp” ağırlıklı olarak distopyan veya fütüristik romanlar yazmakta buldukları öne sürülüyordu. Türkiye'de de zamanı belirsiz kılarak bu etkiyi yaratan romanlar olsa da, ben tarihî romanların da benzer bir işlev gördüğünü düşünüyorum… Ne dersiniz?
Belki. Ama şöyle, ben damardan ve bugünün göbeğinden bir romanın sonuna gelmişken ara verip bunu yazdım. Gözyaşı Konağı bir ara roman. Sanırım bunu sizin söylediğiniz nedenle yaptım: Gündem beni zehirledi. Bu devletin ve siyasetin bize ettiği kötülüklerden bıktım, bunaldım, boğuldum. Başka bir döneme sürükleneyim, kahramanım gibi bir odaya kapanayım arzusu taşıyordum sanırım. Hava almak istedim. Ne yaparsam yapayım benim elimden huzursuz, tekinsiz, hüzünlü şeyler çıkıyor. Bu bir kaçış romanıydı. Ara romandı. Oturdum yirmi günde yazdım. Haftasonları da çalışabilsem daha çabuk biterdi. Geçmiş tatlı hatıraları, deniz ve aşk sahnelerini yazarken kendimi bir sanatoryumda dizlerimde battaniye otururmuş gibi hissettim. Hoş, sonuna gelip ara verdiğim romanımın da çok hoş bir dünyası vardı ve yazarken kendimden geçiyordum ama bugünün ağırlığı beni ezip geçiyordu. Yani tespitiniz doğru. Bunu hiç düşünmemiştim.
Gözyaşı Konağı yayımlanmadan önce, “Hayat dolu, umut dolu, aşk dolu, neşeli bir romanla geliyorum” yazdığınız için soruyoruz. Bugün Türkiye’de, hayat ve umut dolu, neşeli bir kitap ancak bir öte zamanda geçiyorsa mı yazılabilir?
Belki. Yıllarca bu ülkenin gündemiyle yaşayıp boğuşup sonra da masamın başına geçip yazdım. Her şeye rağmen oturdum, yazdım. Zaten bence yazarlığın büyüsü burada. Yetenek herkeste var. Önemli olan bir yazar hayatına dayanma gücünüz. Şimdi bu ayrı bir konu ve başka bir şey. Ama elbette bu ülke gündemi tüketici bir şey. Ne yazmaya ne yaşamaya güç bırakıyor insanda. Berkin Elvan öldüğünde günlerce ağladım, masamın başında boş boş oturdum. Nihat Kazanhan isimli çocuk Şırnak’ta kuş gibi avlanıp öldürüldüğünde ve daha nicesi için böyle oldu bu. Yas tutmaktan yoruldum. Yazarken, yazdıklarımla arama bir mesafe koyarım. Ama bu ülkenin şiddeti ve kötülüğüyle aranıza mesafe koymanız imkânsız. Bu yüzden masanın başına çöküp çalışmak direnmek gibi. Her şeye rağmen yazmak direniş gibi. Bugün için umut vaat eden bir şey yazmam zor. Neşe ve muhabbeti geçmişte kurgulamak içime sinen bir şey.
Buradan romanın bugünle kurduğu ilişkiye gelebiliriz sanırım. Günümüze gönderme olarak okunabilecek noktaların ötesinde; roman, kelime haznesi, olayları ve anlatımıyla da kendini dönemle sınırlamıyor, böylece bir anlamda -Orhan Pamuk'un deyimiyle- tarihî romanın yapaylığından da kurtulmuş oluyor. Nasıl bir bugün var Gözyaşı Konağı'nda?
Tarihî romanların yapay olduğunu düşünmüyorum. İnandırıcı bir dekor kurduysanız, sahneler iyiyse sevebileceğiniz bir tarihî film gibi. Her şey gibi yazarken sizden içtenlik ve samimiyet bekliyor sadece. O yüzden romanın bugünle olan bağını yapaylıktan kurtulmak amacıyla değil de yine tarihe not düşmek amacıyla kurdum. Çok bile isteye de olmadı doğrusu. Ama Yıldız Sarayı’nda Abdülhamid’e ait olduğunu düşündüğüm ve bugün kullanılan o koltuklar o kadar gözüme battı ki… Yani insanlar ölüyor, eşyalar yaşamaya devam ediyor. Bu bile benim için umut oldu. Böyle belki çok sakil, saçma şeylerle bugüne ilmek ilmek bağlandım. Bir yazarın bu kadar karanlık bir memlekette bugünle göbek bağını keserek yazması zor zaten. 1876’yı teknik nedenlerle seçtim. Ama kötücül bir devlet düzeninin yaratıcısı Abdülhamid’in varlığını gözettim doğrusu. Mehmet’e onun nasıl bir hayal kırıklığı olacağı kehanetini dillendirmek bana iyi geldi. Ayrıca eşeğe kızın babasının ismini vermek de. Yani Gözyaşı Konağı’nın bugünü tıpkı dün gibi. Koltuklar kalacak, üzerine oturanlar gidecek ama verdikleri acı baki olacak ne yazık ki.
Yine de... Tabii ki romanın iç dünyasının bu seçimi haklı kılan pek çok gerekçesi vardır ama... Mesela romanın 1876'da geçmesini, özellikle AK Parti çevrelerinde II. Abdülhamid ile Recep Tayyip Erdoğan arasında kurulan paralelliklerden tamamen bağımsız düşünebilir miyiz ?
Evet, sözünü ettiğim teknik sebepler burada devreye giriyor işte. Vapur seferlerinin artık iyice oturması, Ada’ya yerleşimin artması, belediyenin çoktan kurulmuş olması. Mesela daha ileriye atmaya gönlüm razı gelmedi. O vakit Abdülhamid daha işlevsel olabilirdi ama ben güzel hatıraların sonuna yetişmek derdindeydim. O güzelliğin üzerine çökecek gölge olarak gördüm Abdülhamid’i.
Mehmet, hukuk öğrenimi gördüğünden söz ederken “Bu memlekette olmayan bir şeyi tahsil ettim ben” diyor. Bu cümle bugün de geçerli mi sizce ?
Evet. Kesinlikle. Eşitlik, kardeşlik, hürriyet, adalet bunlar öyle lazım ki bir memleket için. Bunlar olamadığından gün yüzü göremedik. Çünkü herkes kendi iktidarını istedi. Kendi iktidarı uğruna bu ülkeyi ateşe attı. Bütün bunları kahramanıma söylettim zaten. Hukuk öyle bir şey ki gün gelecek onu katledenlere de lazım olacak.
Baba figürü, günün birinde ders kitaplarını yırtıyor ve bunu şöyle gerekçelendiriyor: “Hür olan yoldan çıkar.” Peki, bugün? Bugün Türkiye'de hür olan biri var mı sizce? Dahası, kendi ve başkaları için hür olmayı isteyen birileri var mı?
Kendi çıkarları uğruna ülkeyi yöneten bütün siyasîler romandaki o baba gibi davrandılar. Hür olursak yoldan çıkacağımızı düşündüler. Aynen ders kitaplarını yırtan baba gibiydiler işte. Hatta şimdi ne daha eğitimli olmamız isteniyor ne daha iyi imkânlarda yaşamamız. Belki sadece bu fani dünyayla bağını koparmış deliler, aklını kaybetmişler uçsuz bucaksız bir özgürlük yaşıyorlardır. Gezi’deki insanlar, o muazzam şehir isyanını yaratanlar, direnenler ve büyük bedel ödeyenler kendileri ve başkaları için özgürlük isteyenlerdi bana kalırsa. Kobanê’yi savunanlarda da aynı gücü gördüm.
Gözyaşı Konağı'nın, eserleriniz içinde sanırım en çok Venüs'le yakın bir ilişkide olduğunu öne sürebiliriz. Yine de, üslup olmasa da ton açısından baktığımızda, ondan da farklılaşıyor. Beri yandan -mesela Resmigeçit'te çok önemli yer oynayan kumru ve kargaların burada da karşımıza çıkması veya Kirpiklerimin Gölgesi'ndeki aşk- nefret/ anne-kız ilişkisi gibi- diğer romanlarınızla derin bağlar da seziyoruz. Sizce Şebnem İşigüzel edebiyatı içinde nasıl bir yerde duruyor Gözyaşı Konağı? Ayrıksı mı?
Evet, ayrıksı. Şöyle ayrıksı… Ondan önce tabii Venüs’ün kızkardeşi. Ona çok benzeyen ama apayrı bir kitap yazabilir miydim? Öte yandan o dönem yazılmış ve bugünün okuru için güncellenmiş gibi olabilir miydi? Bazı yerlerde diyalogları öyle acemice bağladım, öyle sakil konuşmalar yaptırdım ki bir başkası yazmış gibi olsun diye. Benim kendime ve okuruma oyunum buradaydı. Bir film gibi olsun, sahneleri görelim istedim. Döngüsellik içermesin, dümdüz aksın istedim. Kirpiklerimin Gölgesi çok huzursuz bir kitaptı. Resmigeçit çok büyüktü ve bence kıymeti yeterince bilinmedi. Bir daha Çöplük gibi bir şey yazabilir miyim bilmiyorum. Sarmaşık’ın neşesi ve renkli dünyası bunda da yer yer var. Aslında her kitap ayrı bir macera. Ve sanırım benden sonra çok daha güzel bir hayatları olacak. Ben sadece onları yazabilmiş olmaktan dolayı mutluyum. Tabii bunu böyle söylemek kolay olmadı. Çok kan ve gözyaşı var yazarlık hayatımda. Devam edebilmek için edebiyatın iyi kalpli bir avuç okuruyla ayakta ve hayatta kalmayı kabul etmek zorundaydım. Masamın başında romanlarımı yazarken geçirdiğim, yaşadığım saatleri hiçbir şeye değişmem. Her roman apayrı bir ruh hâliyle gelir, bilmem belki ondan.
Neden? Hikâye, kendini böyle mi dikte etti? Yoksa sizin bir yazar olarak arayışınızla mı alakalı bu?
Evet bir anlamda öyle sanırım. Kötücül bir roman olma olasılığı taşıyordu aslında en başında. Kızın evden kovulma anında. Ama orada anne de kızları da beni bunun küçük bir öfke krizi olduğuna ikna ettiler. Bazen birileri annenin kızını tokatlamasını, Bedriye’nin avcuna bırakılan kor ateşleri kötülük addediyor. Evet, kötülük ama Karaman’da 45 çocuğun canına okundu, kentler yakıldı yıkıldı, anneler evlatlarının cenazesini buzdolabında sakladı. Bunlar bu ülkede oldu ve herkes sustu. Şimdi o susanların benim romanımdaki bu durumları büyük kötülük diye tanımlaması biraz tuhaf geliyor bana. Kimse içsel hayatın, duyguların ne kadar derin ve enteresan olabileceğini bilmeden kör gibi yaşıyor. Ülkenin acı gerçeklerine yabancılaştığımız gibi insana dair her şeye de yabancılaştık.
Vuslat Emine, ki intiharı denemiş ve ölümü bekleyen biriyken, umut etmekten vazgeçmiyor. Bu, ne kadar zor durumda olursa olsun umudunu kaybetmeyen kadın imgesi de, diğer romanlarınızı çağrıştırıyor. İster istemez, Kirpiklerimin Gölgesi geliyor aklıma mesela…
Çok doğru. Bu bir bakıma benden geçen bir şey. İflah olmaz bir iyimserimdir. Ayrıca ruh halim kimi zaman sarkaç gibidir. Kendimi avutmasını teselli etmesini iyi bilirim. Yere düşsem bile baltamı alıp düştüğüm yerden kalkıp koşmaya devam ederim. Bir tür inat, sabır, hayatı kurmaya ve beslemeye dair o inanç elimde olmadan benim kahramanlarıma verdiğim bir şey. Zaman zaman hüzünlüyümdür belki ama kötümser değilimdir.
Romanın altbaşlığına “Ada” diyecek kadar merkezî bir rolü var Büyükada'nın romanda. Bununla birlikte, Vuslat'ın hafızası sürekli adanın dışına ve geçmişe çağırıyor romanı. Çöplük'te Leyla'nın dediği geliyor aklıma: “Hayat beni hep ileriye götürürdü bir rüzgâr gibi. Bugün bir geleceğimin değil, geçmişimin olduğunu anladım.” Bellek mi kaygan sadece? Yoksa geleceğin tahayyülde bile silik kalması, Türkiye'de olmakla mı veya Türkiye'de kadın olmakla mı ilgili?
Ben de bugünden çok geçmişte yaşarım. Sanki hayat hatırlamak için yaşanıyormuş gibi. Üstelik en uzak geçmişin bile daha dünmüş gibi yakına gelme hâline hastayım. Oysa bu zamanın pervasız zamane insanları bizi an’da olmaya ve kalmaya davet ediyorlar. Ben yapamıyorum. Bugün sıkıcı. Oysa onu yarın anlatırsam çok daha iyi olabilirmiş gibi geliyor bana. Çöplük’ü hatırlattığınız için ayrıca teşekkür ederim. Sanırım geçmişi en fazla o romanımda kurcaladım. Ayrıca söylediğıinizde çok haklısınız; gelecek bugününü sağlam kazığa bağlamış ülkeler, toplumlar için var. Yarına dair, geleceğe dair hayallerim olsa bile sanki hepsi sisler ardında kalıvereceklermiş gibi geliyor bana. Yarın tekinsiz geliyor. Öte yandan bizim gibi ne olacağı belirsiz ülkelerde öyle doluyoruz ki Gezi gibi güzel şeyler de oluyor. Olacak da. Bu da bana umut veriyor işte. Her şey bir isyanla değişebilir. Bu ihtimal geleceği güzel kılıyor tabii. Romana Ada altbaşlığını verdim çünkü bir süre yazları Ada’ya gidip geldik ve kendimi tuhaf duygular içinde hissettim. Derin bir sessizliğin içindeydim sanki. O duygu beni öyle derinden etkilemiş olmalı ki Ada’yı özellikle seçtim.
Ayşegül Yaraman “Ne Okumak Değil, Nasıl Okumak” başlıklı makalesinde, Ece Temelkuran ve Elif Şafak ile birlikte sizin de isminizi anıyor ve eserlerinizde, kadın yaşantılarının bir misyon olarak yer almadığını, kadınlık durumunun ezilmişlik öyküsünün ötesine geçtiğini söylüyor, “Artık ezilmişliğin isyanından çok, kadın olma özgürlüğü edebiyata yansımaktadır” diyor. Sormak istediğim; edebiyatta veya hayatta, kadın olma özgürlüğü ezilmişliğin isyanından bağımsız düşünülebilir mi? Siz bu bağlamda eserlerinize nasıl bakıyorsunuz?
Doğru bir tespit. Yerinde. Hanene Ay Doğacak’tan beri kahramanlarım hep direndiler ve özgürlüklerine düşkün oldular. Boyun eğenlerin hikâyesini anlatmaktan çok özgürlüğüne düşkün asilerin hikâyesini dillendirmeyi daha çok sevdim. Tercih ettim. Kahramanlarımın kadın olmaktan dolayı büyük bir memnuniyet taşıması ve toplum içinde eşyanın tabiatına ters biçimde içlerinden geldiği gibi yaşaması benim de çok hoşuma gider. Tıpkı benim yazma maceram gibi. İlk günden beri “ne büyük cesaret,” denilen şeyler benim için sadece içimden öyle geldiği için bütün kalbimle yazdığım için hesapsız ve kitapsız oldukları için öyleydiler.
Romanın pek çok yerinde, sadece diğer karakterlerden epey farklı olduğunu anladığımız Vuslat Emine değil, anne ve hatta Bedriye Kalfa da sürekli erkeklerden ve erkeklikten yakınıyor, durumlarının sorumlusunun erkeklik olduğunu açıkça söylüyorlar. Ayşegül Sönmez'e verdiğiniz söyleşide, “Bu romanla bu memleketin feministlerine gönülden bir selam göndermek istedim” diyorsunuz. Romanda ise böyle bir vurguya rastlayamıyoruz, kahramanların kendi kozalarından- bu anlamda- çıktıklarına, böyle bir farkındalıkları olduğuna dair bir vurgu da sezilmiyor. Ne dersiniz?
Feminist oldukları söylenemez haklısınız. Ama o dönem pek çok kadına eşitlik ve kadın hakları için mücadelede ilham verdikleri söylenebilir. Sanırım daha çok bunu hayal ettim. Yani Elbis Gesaratsyan’ların Sırpuhi Düsap’ların, Zabel Asadur’ların o gibi kadınların hikayelerinden ve gerçeklerinden ilhamla seslerini yükselttiklerini hayal ettim. Bazı yerlerde özellikle iyi koca bulmak gibi konularda makaleler okutturdum çoğunluğun fikrini vermek için. Hatta Bedriye “Efendi geldi,” dediğinde annenin söylediği “İstanbul’un en kötü kocası da olsa onu Allah gönderdi,” demesi zaten başlıbaşına bir motif. Buna rağmen haklarını yemeyelim tabii, Vuslat’ın bastırılmış kadınlarla ilgili söyledikleri, “Kadınları böyle baskı altında tutarsanız,” diye başlayan ve “boynuzlarınızı cilalarsınız tabii” diye biten monologu var. Belki bu romanı feminist hareketin bu memleketteki savunucularına hediye olarak görmek daha doğru. Ben bu alanda çalışan kadınlara çok şey borçlu olduğumuzu düşünüyorum. Aynı şekilde insan hakları konusunda çalışan dostlarımıza da…
“Zulmün elinde asi olmayana hayat da yoktur” cümlesi üzerine konuşalım istiyorum. Sonraları ise “Güçlü olmak yerine yumuşak bir dal parçası gibi eğilin, bükülün” önerisi geliyor. Nasıl, farklı bir asilik tanımı mı yapıyorsunuz?
Yumuşak bir dal parçası gibi eğilip bükülmeyi boyun eğmek anlamında söylemiyorum ama. Kadere boyun eğmek de değil. Bu sadece hatıraları anlamlandırmak için gerekli. Çöplük’te “Geçmiş nereden baktığınıza göre değişir,” derim. “Zorlukları aştıktan sonra yıkılmayın diye söylüyorum bunları” der kahramanım. Kötü günler geçtikten sonra ayakta kalmamızı ister. Kötülükleri de asiliğiyle yeneceğinden hiç kuşkusu yoktur. O sadece güzel günler görmeye mecali kalsın istiyor.
Gözyaşı Konağı için sanıyorum bir özgürlük mücadelesi/ arayışı romanı tanımını kullanabiliriz. Özgürlük ancak isyanla mı mümkün?
Gandi’ninkisi sessiz bir direnişti mesela. Sessizliğin de apayrı bir gücü var. Yine kabullenmek anlamında değil. Öyle ya da böyle zulmün karşısında olmayı gerektiriyor. Bir yanıyla isyan. İster sessizlikle olsun, ister Gezi’deki gibi gelsin. Özgürlük isyan edenindir.
“Hüzünlü şeyler daha anlamlı değil midir? Neşe bayağıdır” cümlelerini okurken, eski bir söyleşinizde “Mutluluk, huzur, neşe içi boş duygulardır. Öncesinde yaşanan mutsuzluk, kahır, dert ile anlam bulurlar” deyişiniz geldi aklıma. Nedir bu, neşeye kastınız mı var?
Yok, aksine neşeli bir insan sayılabilirim. Gülmeyi, eğlenmeyi severim. Bazı arkadaşlarımla geyik yapmaya bayılırım. Belki söylediklerim Gezi isyanıyla örtüşebilir. Hem ağladık hem güldük. Parkı kurtardık, çocuklar gibi saf, masum direndi pek çok insan. Bana Mihalkov’un Afacanların Şenliği’ni hatırlatan günlerdi. Öte yandan dövülerek öldürülen Ali İsmail ve daha nice genç vardı. Neşe ve kahrın örtüştüğü günler. Ve bizi o günlere sürükleyen baskı, aşağılanma.
Yine eski söyleşileriniz arasında gezinirken fark ettim; bir yerde “İnsan ya yaşar ya yazar. Ben yazmayı tercih ediyorum,” bir başka yerde ise “Yazmıyorum, yaşıyorum esasında” diyorsunuz. Şu konuya bir açıklık getirebilir miyiz?
Getirelim. Yazmak, yaşamak kadar kendi halinde olan bir şey benim için. Masamın başında verdiğim emek, bütün bir günü yazdıklarıma gömmek dert değil. Yazmak başlıbaşına bir yaşantı benim için. Ve hayatın kendisinden çok daha güzel. Aslında söylediğim iki şey de aynı kapıya çıkıyor: Ben masamın başında yaşıyorum. Mesela yaz mevsimini hiç sevmem çünkü beni masamın başından uzaklaştıran tatiller, programlar başlar. Çocuklardan dolayı baylar tabii. Sanırım yazacaklarımı o dönemde masamı özlerken kuruyorum. Bari kendimi böyle avutayım...
Siz çeşitli söyleşilerinizde, yazarlığınızdan, yazmanızdan söz ederken hep aileye, ailenin kadınlarına, o kadınların aktardıkları öykülere atıfta bulunuyorsunuz. Daha çok feminizm üzerine yazan Anne Thériault bir makalesinde, “Masallar, kadınların öyküleridir” diyor ve 17'nci yüzyıldan 19'uncu yüzyıla dek, masal ve halk hikâyeleri yayınlayan hemen herkesin kaynak olarak kadınları gösterdiğini aktarıyor. Buna göre erkeğin anlatması “modern” bir yenilik sayılabilir. Ne dersiniz, masallar, öyküler kadınların mı?
Bizim. Onları anlatan da yaratan da bizleriz. Aile kadınlarının bir kadına verdiklerini, yüklediklerini önemsiyorum.
Ama bu topraklarda, meddah kültürünü falan da düşündüğümüzde, öyküler ve masallar da sanki erkeklerin. Kadınların öyküleri dinleniyor mu? Ya da kadınlar öykülerini anlatsa ne olur?
Yürek yerine çam kozalağı taşımayan erkekler epeyce utanır ve üzülür sanırım. Çünkü kadınların bu ülkedeki öyküleri epey kederli. Sadece kadın oldukları için bu böyle. Yani öyle haklısınız ki… Erkekler bu topraklarda her şeyi biz kadınlardan kaçırmışlar. Bu ülkenin bazı kötü kalpli kaba saba erkekleri kadınları yarım bırakmak için dünyaya gelmiş. Hakikatten insan öyle erkeklerden çocuk sahibi olmak istemez. Kaldı ki, anneliği hiçbir zaman kutsamadım. Buna kadın karar verir. Kadınlık annelikle taçlanmaz. Sorunuzdan uzaklaştım ama doğrusu ben de erkeklerin bu topraklarda dillendirdikleri ve kahramanı oldukları o kaba saba masalları beğenmiyorum. Bu biraz da kadına söz hakkı vermeme, kadını yanına almama haline denk düşüyor. Muhafazakarlık kadınlar kadar erkeklere de zarar verdi. Erkeklik durumunu sakatladı. Karaman’da o çocuklara o kötülükleri yapanlar bunun bir örneği mesela. Ben orada tek bir öğretmen olduğunu düşünmüyorum. O çocukların canını yakan başka birilerinin daha olduğuna inanıyorum. Eski Karaman Milli Eğitim Müdürü'nün bilmiyorum dediği evlerde yanındaki küçük erkek çocuğuna sarılmış fotoğrafı ortaya çıktı mesela. Bu soruşturuldu mu? İşte bunların hepsi o erkeklik hikayelerinden türeyen kötülükler. Bunun üstünü örtmek erkeklik değil ama. Barbarlık. Barbarlık da zaten sadece erkeklikle örtüşebilir. Ama lütfen bu söylediğimi vicdan sahibi erkekler üzerine alınmasınlar bana kırılmasınlar.