Isabella Hammad: "Hayal gücü sömürgecilikten kurtarılmalı"

“Hayal gücünün sömürgecilikten kurtarılmasının yaratacağı güce inanıyorum. Hayfa’dan bir trene binip Gazze’den geçerek Kahire’ye gidebileceğiniz ya da Nablus’tan otobüsle Beyrut’a gidebileceğiniz, sınırları olmayan bir Ortadoğu hayal etmek muhteşem! Anlatı sanatı sayesinde, şimdiki zamanın kısıtlama ve trajedilerinin ötesindeki muhtemel gerçeklikleri hayal edebiliriz.”

Parizyen, birçok başka şeyin yanı sıra, Osmanlı İmparatorluğu’nun dağılmasını ve hemen ardından oluşan farklı siyasal olasılıkların gidişatını takip ediyor. Sizce kitabın Türkçeye çevrilmesinin önemi nedir?

Evet, kitap Osmanlı’nın yenilgisinin Doğu Akdeniz bölgesindeki etkilerini ele alıyor. Bu nedenle, doğrudan modern Türkiye’nin doğumuna bakmasa da, o dönemde bu bölgedeki olaylı milliyetçi hareketleri konu ediyor. Bu yüzden elbette tarihsel yankılar var. Fakat bunlar ayrıca bir Türk okur için ilginç olabileceğini düşündüğüm, daha bağımsız, daha içeriğe dair yankılar. Bu dönemdeki bölgesel ve kültürel kimlikler arasındaki müzakerelere Midhat karakteriyle baktım. Serüvenine Arap bir Osmanlı vatandaşı olarak başlıyor, bir Filistinli olarak bitiriyor, ama arada da “Parizyen” dahil olmak üzere daha birçok şey var. Doğuyu ve Batıyı coğrafik ve kültürel açıdan içerdiği söylenen bir ülke olarak Türkiye’nin, Doğunun ve Batının tamamen farklı iki kutup olduğu fikrini çürüttüğü söylenebilir.

Midhat’ın deneyimleri aracılığıyla onun farklılıkla yüzleşmesinin değişkenliğini ve karmaşıklığını gösteriyorsunuz. Fransa’da konusu olduğu oryantalist varsayımların yanı sıra, hem Fransa’dayken hem de memleketi Nablus’tayken kendisinin de taşıdığı içselleştirilmiş oryantalizm ve oksidentalizm. Midhat hem şarkiyatçı hem de garbiyatçı yani. Sizce bunlar doğru sınıflandırmalar mı yoksa gerçek çok daha karmaşık mı?

İnsan algısının ve toplumsallaşmanın ürünleri olduğu sürece var bence bu sınıflandırmalar. Fakat unutulmamalıdır ki, bunlar algının ve toplumsallaşmanın ürünleridir ve bu da onları, kendilerine rağmen hâlâ çok değişken olan bir gerçeklikle başa çıkmak için körelmiş ve çoğunlukla şiddetli araçlar haline getirir. Kültürler ve toplumlar sürekli değişiyor, tıpkı insanların sürekli değişmesi gibi. Kültürel farklılıklar tabii ki vardır, ama kültürlerde benzerlik ve devamlılık da var. Farklılıkların katı sınıflandırması genellikle güç farklılıklarının ürünüdür ve neredeyse her zaman daha güçsüz olan tarafın acı çekmesine neden olur. Benim romanımın geçtiği dönemde, Batı imparatorluklarının çıkarları kültürel farklılık fikirlerini akademik, sosyal ve siyasal bağlamlarda somutlaştırdı, sınıflandırılabilecek hale getirdi ve bütün bunlar kültürel hiyerarşiden (kültürel üstünlük/aşağılık fikirlerinden) en başından beri ayrılmazdı.

Cinsiyet ya da ırk konusunda da benzer şeyi söyleyebiliriz. Katı cinsiyet sınıflandırmaları kesin değildir ve sınırlayıcıdır; aynısı farklı ırkların sınıflandırılması için de geçerlidir, ki bu tarih boyunca öjenik fikirlerin oluşmasıyla ortaya çıkmıştır – yani bunlar üstünlük ve aşağılık fikirlerinden ayrılmazdı. Farklılığın masum bir sınıflandırması yoktur. James Baldwin der ki: ABD bağlamında siyahlık beyazlığın güvensizliği sonucu ortaya çıkar. Ve imgeler de özneleri tarafından içselleştirilebilen bu sınıflandırmaların geçerliliğidir – kadın imgeleri, ırksallaştırılmış diğerlerinin imgeleri. Örneğin kadınlar çoğunlukla erkek bakışını içselleştirir. Doğudaki ya da Ortadoğu’daki bazı insanların Batılı bakışını (kültür emperyalizmi hakkındaki fikirleri takip ederek) içselleştirdiğini söyleyebiliriz. Bu benim Midhat’ta işlemeye çalıştığım bir şeydi – o da birçok açıdan imgelerin bir kurbanı. Kendini Filistin hakkında Fransızca yazılmış oryantalist kitaplar okurken buluyor, Paris’te karşılaştığı popüler Arap imgesinden etkileniyor. Bugün bunu Ortadoğu’daki turizm sektöründe de bir ölçüde görebilirsiniz – Batılı gözlemci için bir tür oryantalist gösteri. Ben bu sınıflandırmaların körelmişliğini, kullanımlarıyla gerçekliği nasıl etkilediklerini ve insana yansımasının ne olabileceğini keşfetmek istedim. Midhat diğer insanların onu koyduğu kalıpların içinde mücadele veriyor. Fakat bazen de bunlardan faydalanıyor; farklılığını farklı bağlamlarda kendi yararına kullanıyor. Kadınların cinsiyet kalıplarıyla olan etkileşim şekliyle paralel.

Bu deneyimleri aktarma eylemi hem dil hem de kültürler arası tercüme açısından diğer bir ifade katmanı daha ekliyor. Parizyen’i belirli bir okur kitlesini düşünerek mi yazdınız? Bir Türk okur farklı bir biçimde bağlantı kurabilir mi?

Aklımda bir okur kitlesi yoktu ama ailemi çok düşündüm. Anne ve babamın tepkileri önemli ve bilgilendiriciydi. Yayımlandıktan sonra da Nablus’taki yaşlı okurların tepkileri beni özellikle etkiledi.

Kültürler çok farklı; ama birçok benzerlik de var – ailevi sorumluluklar, kuşaklar arası çatışma, benzer bir kozmopolitanizm hissi. Bu yoruma katılıyor musunuz, bir benzerlik ve farklılık paradoksu olduğuna?

Kesinlikle! Midhat ilk başta Fransa’ya güçlü bir farklılık hissi olmadan geliyor; aslında çoğunlukla benzerlikleri algılıyor – Akdeniz’e yakınlığı, manzaralar, Montpellier’nin eski şehri bile ona Nablus’u hatırlatıyor. Ancak ırksal önyargılarla karşılaştıktan ve bunları anladıktan sonra, gündemi anlıyor, çıkarlarıyla ve de tembelliğiyle bozulmuş insan zihninin ürettiği farklılık sınıflandırmalarının gücünü fark ediyor.

Bu kitap hem sizin kendi aile hikâyenizin hem de Filistin tarihindeki önemli bir zaman diliminin arşivi gibi. Dönemin arşiv araştırmasını nasıl yaptınız?

Arşiv araştırmalarım çoğunlukla gizliliği kalkmış istihbarat belgelerine bakmayı kapsıyordu. Kullandığım Filistin tarihi kayıtlarına ek olarak 1930’lardaki Arap ayaklanmalarını İngilizlerin nasıl algıladığını anlamak istedim. Filistin’deki sömürgeci yönetime karşı sergilenen direnişi İngilizlerin nasıl kontrol altına aldığını görmemi sağladı bu; dikkate değer bilgiler buldum. Bazı belgelerin Londra’daki bir evde kasten yakılmış olduğunu belirten bir liste gördüğümü hatırlıyorum. Böylelikle İngilizlerin izlerini çoktan ortadan kaldırıp kaldırmadığını merak etmeye başladım.

Peki, bu kadar kişisel bir hikâye yazarken neler hissettiniz?

Başlarken bunun basılıp basılmayacağını bile bilmiyordum. O yüzden masum bir şekilde başladım. Yirmi iki yaşındaydım ve bunu kendim için yapıyordum, bu geçmişi ve ailemin hikâyesini anlamak ve hayal etmek istedim. Gerçek Midhat ben doğmadan yaklaşık on yıl önce öldü, bu nedenle benim için zaten bir bakıma hayalî bir kişilikti. Sanırım kişisel bir şey yazma fikri, konu ne olursa olsun, her roman için geçerli: Uzun zamandır gizli kalmış bir şey birden herkese açık hale gelir. Bu bir ilk romansa ve çok genç yaşta yazılmışsa belki bu durum daha da belirginleşiyor. Bu kitap benim daha genç –ve oldukça tuhaf– halimin beyninin eseri. Fakat hikâyenin kendisi, sınırı aşmak gibi görünmesin diye yeteri kadar kurgulandı, demek istediğiniz buysa. Aslında gerçek Midhat’ın yaşamöyküsünün sadece iskeletiyle çalıştım.

Midhat’ın iç çalkantısının ne kadarı onu tanıyan insanlarla olan konuşmalarınızdan alındı ve ne kadarı sizin hayal gücünüz? O dönemde yaygın olmasa da en azından benzersiz olmayan deneyimlerin bir tür karışımı mı?

Bir karışım… Aile hikâyelerinden onu eğlenceli bir kişilik olarak tanıdım. Gerçekleri daha çok araştırdıkça ve daha çok düşündükçe onun çok hassas bir insan olması gerektiğini anlamaya başladım. Bildiğim hikâyenin en temel gerçekleri –Fransa’ya gidişi, Fransız bir kadına âşık olması, ondan ayrılması, İngiliz yönetimindeki Filistin’e geri dönüşü, “el-Barisi” lakabını almaszı– bana bir iç çalkantısını, bazı güçlü çelişkileri, bir ıstırabı işaret etti. Sanırım ilk başta beni onun hikâyesine çeken şey de kısmen buydu.

Onun bir karışım olup olmadığına gelirsek – hayır, sanırım bunu söyleyemem. Birçok yarı-akademik araştırma yaptım, ama bu hâlâ belli bir karakter hakkında bir roman değil. Fakat edebi tarih açısından Midhat’ın ataları var. Kuzeye Göç Mevsimi’ndeki Mustafa’ya bakın, ya da Montpellier’ye gitmiş olan Taha Hüseyin’e… Bir kadın aracılığıyla Batı ile karşılaşan Arap adamın yolculuğu daha önce birçok kez yazıldı.

Bu bir bireyin ve onun kendi benliği ve kimliğiyle olan meşguliyetinin çok samimi bir anlatımı. Aynı zamanda etrafında süregelen çalkantılı yapısal bozulmaları da içeriyor. Kitabın güzelliklerinden biri de bu ikisini, bireyi ve toplumu dengeleme biçiminiz. Fakat merak ettiğim şey, sizce aralarında nasıl bir ilişki var ve birbirlerini nasıl besliyorlar?

Avrupa efsanesinin Midhat’ı cezbeden kısmı, belirli bir birey fikri. Nihayetinde, birey fikri savaş ortamıyla zayıflıyor, ülkeler ve toplumlar birbirleriyle olan ilişkilerinde her zamankinden daha da gruplaşmış hale geliyor. Kimliğinin ilişki sistemleriyle oluşturulduğunu, bu sistemlerin dışında kendini yenileyemeyeceğini fark etmek Midhat’ı şoke ediyor. On sekizinci yüzyıla ait bir oluşum romanındaki, kendini dünyaya tanıtmak için yola çıkan o beyaz Avrupalı erkek karakterlerden biri gibi olamıyor.

Filistin’e döndüğünde Midhat kendi benlik hissini, değişen ve dönüşen kolektif bir mücadele ortamında müzakere etmek zorunda kalıyor. Bu arada bunların hiçbiri Filistin için yeni değil; insanlar her zaman kendi bireysel talepleriyle topluluğun taleplerini müzakere ediyor, ama egemen ideolojilere, yönetimdeki siyasi parti ya da rejimin eğilimlerine ve belirli tarihi durumlara bağlı olarak farklı yerlerde, farklı ölçülerde. En küçük düzeyde, insanların birbirleriyle kurduğu kişisel ilişkilerde açığa çıkıyor bunlar;  anlayış kapasitelerinde, egolarını umursamama yeteneklerinde – ya da yeteneksizliklerinde. Midhat anlayışlılık konusunda çok iyi değil. İnsanları çok iyi okuyamıyor ve aşırı hassasiyeti onu biraz bencil yapıyor. Fakat sonunda iki önemli şey sayesinde işkenceden kurtuluyor ve ikisi de, Mahmud Derviş’in deyimiyle “başkalarını düşünmeyi” gerektiriyor. Birincisi; başka bir adamın mücadele hikâyesini dinliyor ve bu aslında kendininkini daha açık ve net düşünebilmesini sağlıyor. Diğeri ailesinin ve topluluğunun onu temellendiren, destekleyen ve tanımlayan önemini fark etmesi ve kabullenmesi…

Filistin’in tarihi hakkında bir kitap yazmak politik bir mesele, özellikle de gerçek insanların anılarına ve hikâyelerine dayandığında. Parizyen Filistin’in ne olabileceği ve Filistinlilerin kim olduğu ile ilgili bir belirsizliğin hüküm sürdüğü bir dönemi –o zamandan beri birçok kez olduğu gibi– yansıtıyor. Sizce böyle edebi eserler siyasal alanları canlandırmakta ne kadar önemli?

Hayal gücünün sömürgecilikten kurtarılmasının gücüne inanıyorum. Hayfa’dan bir trene binip Gazze’den geçerek Kahire’ye gidebileceğiniz ya da Nablus’tan otobüsle Beyrut’a gidebileceğiniz, sınırları olmayan bir Ortadoğu hayal etmek muhteşem! Sanırım bazen siyasal alanlar, insanların olan bitene tepki vermeye zorlanmasıyla baskılanabiliyor. Anlatı sanatı sayesinde, şimdiki zamanın kısıtlama ve trajedilerinin ötesindeki muhtemel gerçeklikleri hayal edebiliriz.

Kitap Filistin’de nasıl karşılandı?

Oradaki okurların tepkilerini duymak çok özel ve etkileyiciydi, kitabı İngilizce okudular. Çok yakında Arapça da çıkacak, bu ona yeni bir can ve daha geniş bir okur kitlesi verecek. Bunu büyük bir heyecanla bekliyorum.