Fotoğraf koleksiyoncusu ve editörü Cengiz Kahraman'ın yeni kitabı İstanbul Kış Günlüğü: 1929 & 1954, yakında raflardaki yerini alacak. Kahraman'la kitabı ve Türkiye'de fotoğraf arşivciliği üzerine konuştuk
05 Mart 2015 20:39
Cengiz Kahraman fotoğraf koleksiyoncusu, araştırmacısı, editörü. Türkiye’de elinize geçen (Osmanlı ya da Cumhuriyet döneminden, siyah-beyaz ya da renkli) herhangi bir fotoğrafı gösterdiğinizde size o fotoğraf hakkında en fazla şeyi söyleyebilecek insanlardan biri. 1997’de yayımladığı 1929 Kışı: Bir Şehir Efsanesi gelmiş geçmiş en güzel “İstanbul” kitaplarındandı ve tabii akla hemen öbür kışı, Tuna’dan kopup gelen büyük buz kütlelerinin Boğaz’ı ve Haliç’i ikinci defa istila ettiği 1954 kışını getiriyordu. Kahraman’ın yeni kitabı İstanbul Kış Günlüğü’nde ise, biri II. Dünya Savaşı’nın on sene öncesine, diğeri on sene sonrasına denk gelen bu iki sert kış yan yana geliyor.
Önce teknik bir soru sorayım: 1929’la 1954 arasında Türkiye’de fotoğrafçılık ve fotomuhabirlik açısından fark ne? Bir fark, teknik bir değişim var mı?
1930’larda fotoğraf alanında büyük bir gelişme oluyor, cam negatiften 35 mm’ye, yani küçük format filme ve küçük format makineye geçiliyor. Ama fotomuhabirler uyum sıkıntısı çekiyorlar, çünkü hepsi büyük format film ve büyük makine kullanmaya alışmışlar. Benim koleksiyonumda bazı fotoğrafçıların iki dönemlerine ait örnekler de var. Çektikleri zorluğu, yaşadıkları hayal kırıklığını tahmin edebiliyorum. Çünkü fotoğraf alanı küçüldükçe, evet doğal olarak maliyet düşüyor, ama aynı zamanda fotoğraf kalitesi de düşüyor. O yüzden 35 mm’ye geçmenin avantajlarından biri de amatör meraklıların çoğalması, fotoğraf piyasasının hareketlenmesi, film ithalatının artması, fotoğraf çekmeye meraklı insanların kendi karanlık odalarını kurmaya başlamaları. Eski makineler herkese bu imkânı sağlamıyordu: Maddi imkânı olan ya da bu işe kafayı daha fazla takmış insanlar amatör olarak fotoğraflar çekiyorlardı sadece. 35 mm’ye geçişin bir iyi sonucu var, bir de kötü sonucu. İyi sonuç: Çok daha fazla sayıda insanın fotoğraf çekmek için bütçelerinden para ayırabilecek hale gelmeleri. Kötü sonuç: Alanın küçülmesiyle beraber kalitenin de düşmesi. Diyelim ki koleksiyonersin ve bir miktar cam negatif, bir rulo da 35 mm negatif aldın ve bunları taradın. Cam negatifte detayları tek tek görebilirsin, o kadar kaliteli bir şey ki... Yakınlaştığın zaman, iyi tararsan ve büyük tararsan, bir manzaranın içindeki küçücük bir adamın sigara tutan elini bile görebilirsin. Ama 35 mm’de görüntü yakınlaştıkça bulanıklaşır. II. Dünya Savaşı öncesi dönemin gazetelerinde amatör fotoğrafçıların gönderdiği fotoğrafların basıldığı bölümler vardı. Gazetelerin kadrolu fotoğrafçıları da bunlara ilişkin eleştiri yazıları yazarlardı. Türkiye’de 1930’lar özellikle coşkulu yıllar. Cumhuriyet’in ilk yılları. İnsanlar heyecanla, merakla fotoğraf çekiyor, çektiriyorlar. Ama 1940’lardan itibaren, savaşla beraber doğal olarak bir durgunluk, cansızlık dönemi başlıyor.
Fotoğraf eleştirisinden bahsettin. Kimlerdi gazetelerde o fotoğraf eleştirilerini yazanlar ve yazdıkları ne düzeyde eleştirilerdi?
Bu bahsettiklerim teorik yazılar değil tabii, daha çok fotoğrafçılıkla ilgili pratik öneriler denebilir. Nerede yanlış yaptı, ne tür film kullansın, nasıl pozlasın, diyafram nedir, enstantane nedir... “İki adım öbür açıdan çekseydin bu fotoğraf daha güçlü olurdu...” gibi öneriler.
Ama “güçlü” fotoğrafın ne olduğuna dair bir fikri, bir “iyi” ya da ”doğru” fotoğraf tarifi var belli ki gazetedeki o adamın...
Tabii ki. Ben Namık Görgüç (1893-1947) üzerinde çalışıyorum uzun zamandır ve bu adamın unutulmuş veya kadri bilinmemiş önemli fotoğrafçılardan biri olduğunu düşünüyorum. Namık Görgüç Cumhuriyet gazetesinin fotoğraf servisini kuran kişi. Fotomuhabir olarak da çalışmış. Entelektüel birikimi olan ve fotoğraf çekmenin dışında fotoğrafın teorisiyle de ilgilenen, fotoğrafçılıkla ilgili fikir üreten, yazılar yazan (Cumhuriyet’te, Yedigün’de, birkaç dergide daha), kendi ekolünü yaratmış biri. Selahattin Giz, kendisiyle yapılmış bir röportajda Namık Görgüç’ün basın fotoğrafçılığında bir ekol olduğunu söyler. Selahattin Giz de aslında Namık Bey’in “çırağı” gibidir, el verdiği biridir. Giz Cumhuriyet gazetesinde 1932 yılında çalışmaya başlıyor. Cumhuriyet gazetesi fotoğraf servisinde birkaç başka kişiyle beraber Namık Görgüç ve Selahattin Giz var ve insanlar bugün daha çok Selahattin Giz’i biliyorlar. Ama Selahattin Giz tarafından çekildiği zannedilen fotoğrafların çok önemli bir kısmının aslında Namık Görgüç tarafından çekildiğini söyleyebilirim.
Niye Selahattin Giz’i biliyoruz da Namık Görgüç’ü bilmiyoruz, diye sormak lazım, değil mi? Ama benim seninle asıl konuşmak istediğim konu başka: Sen bir taraftan araştırmacısın ve Namık Görgüç gibi birinin “profesyonel” fotoğraflarıyla ilgileniyorsun. Ama bir taraftan da koleksiyonersin ve karşına binlerce “başka türlü” fotoğraf çıkıyor: Amatör birinin, alelade bir makineyle ve “yanlış” çektiği, bir aile albümünden çıkma ya da tabettirildikten sonra fotoğraf stüdyosunda unutulmuş binlerce fotoğraf... Bu amatör fotoğrafların büyük bir kısmı “fotografik” kriterlerle bakıldığında kötü ve fazla kişisel bulunacak olsalar bile yine de “belgesel” bir değer taşımıyorlar mı? Senin ilk kitabının, 1929 Kışı: Bir Şehir Efsanesi'nin çarpıcılığı biraz da bundandı bence: Kitaptaki fotoğrafların önemli bir kısmı amatör fotoğrafçıların makinelerinden çıkmaydı ve dolayısıyla şehri hiç alışmadığımız açılardan görüyorduk. “Gösterme” amacıyla ya da “temsil etme” endişesiyle çekilmiş fotoğraflar değildi, “görme” heyecanı ve “hatırlama” sabırsızlığıyla çekilivermiş fotoğraflardı.
Bu konuya, sadece amatörlerin çektiği fotoğraflara merak duyan, profesyonel bir fotoğraftansa, tesadüfen, oradan geçerken çekilivermiş bir fotoğrafı daha heyecan verici bulan insanlar da var. Tabii bu şunun gibi bir şey: 1800’lerin sonundan itibaren Abdullah Biraderler, Sébah & Joaillier gibi Pera’daki birtakım fotoğraf stüdyoları İstanbul’un Oryantalist fotoğraflarını çekiyorlar. Satmak amacıyla ve talebe göre. Ama o dönemin fotoğrafçılarının, stüdyolarının fotoğraflarına baktığında hep benzer şeyler görürsün. Başka bir şeye rastlayamazsın ve bir süre sonra bu heyecan verici olmaktan çıkar. Hatta bu stüdyolar, fotoğrafçılar birbirleriyle fotoğraf da değiş tokuş ettikleri için, aynı fotoğrafı başka başka fotoğrafhanelerin klişeleriyle basılmış halde de görürsün. Sonra kartpostallar, fotokartlar... Ve tabii hiç kimse çamurlu bir sokağın ya da sokakta yürüyen iki tane pejmürde kılıklı insanın fotoğrafını bir başkasına bayram ya da yılbaşı kartı olarak göndermek istemiyor. İnsanlar güzel, şık manzaralar istiyorlar doğal olarak. Güzel bir resim istiyorlar. Senin bahsettiğin şeyi, yani amatör fotoğrafçıların çektiği fotoğrafları içermiyor bu, çünkü o insan o an beğendiği bir sokağın fotoğrafını çekerken böyle bir endişe taşımıyor: “Bu fotoğrafı satarım ben,” demiyor.
Tabii, ama ben daha çok fotoğraf tarihçiliği ve daha geniş anlamda tarihçilik yaparken, Osmanlı’yla, Osmanlı İstanbulu’yla ilgili gözümüzün önündeki resmin Abdullah Biraderler’in ve birkaç başka stüdyonun fotoğraflarından ibaret olması gibi bir şeyden söz ediyordum aslında... Halbuki başka fotoğrafçılar da vardı, değil mi? Osmanlı’ya nispeten erken girdiği söylenip durulur ya fotoğrafın, sadece Beyoğlu tarafındaki üç- dört stüdyodan bahsetmiyoruz herhalde. Bir anda büyük kalabalıkların ellerinde fotoğraf makineleriyle sokaklara döküldüğünü söylemiyorum ama en azından orta- üst tabakada amatör bir fotoğraf ilgisinin doğduğunu tahmin etmek zor değil... Ve bu insanlar evlerinde, bahçelerinde, sokakta fotoğraflar çekmişlerdi. Nerede böyle fotoğraflar?
Biliyorsun, bu konuyla ilgili çalışanlar var. Bahattin Öztuncay mesela. En son çok güzel iki kitap yaptı: James Robertson’la ilgili kitap, bir de Hanedan ve Kamera.
Evet tabii, ama ne kadar önemli olursa olsun, kişisel merak ve çabalar bunlar. Kurumsal çaba başka bir şey. Bir kurumun, tamamen belge gözüyle bakarak –ve dolayısıyla “seçerek”– amatör fotoğraf koleksiyonu yapması gibi bir şey söz konusu mu Türkiye’de? Herhangi bir konu, sözgelimi 1916 Ankara yangını ya da çok daha yakın tarihli başka bir olay hakkında araştırma yapan birinin, konuyla ilgili gazete haberlerine ulaşabildiği gibi, fotoğraflara da ulaşabilmesinden söz ediyorum. Konuşmanın başında bahsi geçen “yanlış” fotoğraflardan ve o fotoğrafların içerdiği bir tür “niyetlenilmemiş” bilgiden...
Koleksiyon yapmak gibi bir derdi olan kurum sayısı o kadar az ki: İstanbul Araştırmaları Enstitüsü, Yapı Kredi Selahattin Giz Koleksiyonu, Alman Arkeoloji Enstitüsü... En son, bildiğim kadarıyla, Şehir Üniversitesi Taha Toros’un koleksiyonunu satın aldı.
Salt’ın ve İSAM’ın da çeşitli koleksiyonları, genişleyen arşivleri var...
Evet, ama senin dediğin anlamda, ciddi olarak sadece bu konuyla ilgili çalışacak, bütçe ayıracak, bir ekip oluşturacak bir kurum yok. Bu tür koleksiyonlar ya ailelerden gelen bağışlar ya da satınalmalarla oluşuyor. Ya da bir koleksiyonerin zamanında oluşturduğu koleksiyonun devralınmasıyla. Ama işte Türkiye’deki önemli sorunlardan biri geçmişle ilgili bilgi, belge, görsel hafıza gibi konularla yeteri kadar ilgilenilmemesi. Hâlâ bir şehir müzesi bile yok ki İstanbul’da...
Ama İstanbul Fotoğraf Müzesi diye bir yer var, değil mi? Üstelik senin de şu sıralar bir sergin var orada...
İstanbul Fotoğraf Müzesi’nin önemli bir sergileme faaliyeti var, evet. Tabii bütçe sorunları da var. Fotoğraf Müzesi sadece Fatih Belediyesi’nin sponsorluğunda devam eden bir yer, aldığı başka bir destek yok. Herhangi bir geliri de yok. Sergisi açılan fotoğrafçıların müzeye kalan fotoğrafları koleksiyona dahil oluyor. Ama koleksiyonu başka yollarla, para harcayarak zenginleştirmek gibi bir şey imkân dahilinde değil. Türkiye’de müzelerin yaşadığı genel sorunlar Fotoğraf Müzesi için de geçerli kısaca... Ziyaretçisi az. Ve inanır mısın, bu az sayıdaki ziyaretçinin çoğunluğunu yabancılar, İstanbul’a gelen turistler oluşturuyor. Nasıl bir dönem herkes şiir yazardı ama şiir kitapları, dergileri hiç satmazdı... İşte biraz onun gibi. Türkiye’de herkes fotoğraf çeker ama fotoğraf dergileri hayatta kalamazlar. Böyle garip bir ikilemimiz var bizim: Yaptığımız şeyle ilgili olarak yapılan şeylerle ilgilenmiyoruz...
Evet, genel olarak kültürel bir sorun bu, fotoğrafın da fazlasıyla nasibini aldığı... Ama bir sürü şey de yapılıyor işte. Senin bugünlerde yayımlanacak yeni kitabından konuşalım biraz da: İstanbul Kış Günlüğü: 1929 & 1954.
Hacimli bir kitap oldu, 320 sayfa. Kitabın 1954 kışı kısmıyla ilgili en güzel şeylerden biri, benim çok sevdiğim bir fotoğrafçının, Ozan Sağdıç’ın bir dizi fotoğrafıyla karşılaşmam oldu. Ozan Bey’le 2013 yılında İstanbul Fotoğraf Müzesi’nde küratörlüğünü yaptığım “Fotoğrafın Ozan’ı” sergisi dolayısıyla tanıştım ve İstanbul’da beraber birkaç gün geçirdik. Hatta Ara Güler’le ikisini buluşturdum, çünkü onlar Hayat dergisinden tanışıyorlar. Bayağı uzun bir söyleşi oldu, ama herhangi bir yerde yayımlanmadı. (Ozan Bey bir kitap yapacak, belki orada yayımlanacak.) Bir konuşmamız sırasında, 1954 yılında Kabataş Erkek Lisesi’nde öğrenciyken fotoğraflar çektiğini söylemişti bana, kışla ilgilendiğimi bildiği için. Sonradan bu kitaba 1954 kışını da ekleme fikri oluşunca Ozan Bey’i aradım, o fotoğrafları sordum, “tabii, gönderirim,” dedi ve bana Ankara’dan kuryeyle bir CD gönderdi. CD’yi açtığım zaman şaşkına uğradım. CD’ye çektiği 12- 13 kare fotoğrafın hepsini koymakla kalmamış, o fotoğrafları çekerken kullandığı fotoğraf makinesinin resmini de koymuş, üstelik bir de her fotoğrafın hikâyesini yazmış. Ve bu çektiği ilk fotoğraf serisi. 18- 19 yaşlarında o zamanlar daha. Beşiktaş çarşısına gitmiş, film almış ve kutu bir makineyle çekmiş. Boğaz’a buzlar geldi: Ozan Sağdıç’ın çektiği ilk fotoğraf serisi ve daha önce hiç yayımlanmamışlar! Kitapta bu fotoğrafları ayrı bir bölüm yaptım. Kitabın sergisini de İstanbul Fotoğraf Müzesi’nde açtık. Bir salonda 1929, bir salonda 1954 var. Ama tabii kitaptaki fotoğrafların hepsi yok sergide.
1929 kışıyla ilgili de muhtemelen bu ilk kitaptan sonra yeni malzeme geçmiştir eline.
Tabii geçti. Başka şeyler de geçti: Kurtuluş, eski adıyla Tatavla semti hakkında çok ilginç fotoğraflar çıktı karşıma. Fotoğraflar çoğalınca Tatavla yangını ve yangının ardından semtin isminin değiştirilmesi gibi konulara da daha fazla yer verdim. Eğer bir fotoğrafın neyin fotoğrafı olduğunu bilmiyor, anlayamıyorsan, ama kim tarafından çekildiği konusunda bir fikrin varsa ve o kişi bir fotomuhabirse o fotomuhabirin fotoğraf verdiği gazetelere bakıyorsun ve şanslıysan o fotoğrafı gazetede buluyorsun –haberiyle, yani fotoğrafı ilk gördüğünde sahip olmadığın bilgiyle birlikte. Bu yeni kitapta önceki kitaba göre çok daha günü gününe çekilmiş, hikâyesi olan böyle fotoğraflar var. Mesela bir tane fotoğrafın gazete haberini bulunca müthiş etkilendim, çünkü fotoğraftan çok etkilenmiştim. Karlar içindeki bir Taksim Meydanı’nda, yerde beyaz bir at ölüsü yatıyor ve insanlar başına toplanmışlar. Fotoğrafın tarihi nedir, hikâyesi nedir, bu at niye ölmüş... Bu gibi şeyleri bilmiyordum, ama fotoğraftan çok etkilenmiştim. Sonra Cumhuriyet gazetesinde kışla ilgili çalışmaları yaparken fotoğrafın haberine rastladım. Şöyle diyor: “Bir beygir Taksim’de elektriklenerek öldü”. Tramvay direğinin üstündeki tel sütçü beygirinin üstüne düşmüş, hayvancağız ölmüş. Günü ve haberi olduğu için o çok etkilendiğim fotoğrafı kullanabildim. Ama tabii kullanamadığım bir sürü fotoğraf da var. Bir de gazeteleri tararken, eski kitapta [1929 Kışı: Bir Şehir Efsanesi] kullandığım birkaç fotoğrafın aslında 1929’a değil başka yıllara ait olduklarını fark ettim ve o fotoğrafları bu yeni kitapta kullanmadım. Şöyle ilginç ve yanılgılara sebep olan bir şey var: 1929’da bazı gazetelerde, o gün acilen fotoğrafa ihtiyaç olduğu ama fotoğraf da gelmediği için 1927 kışından fotoğraflar kullanıldığı olmuş. 1927 yılının Büyük Gazete’sinde gördüğüm bir fotoğrafı 1929 yılının Cumhuriyet gazetesinde de gördüm. O günün haberiyle beraber o günün fotoğrafıymış gibi basılmıştı. Aynı şekilde 1932 yılında da 1929’dan bir fotoğraf kullanabiliyorlar. Arşivden fotoğraf kullanıyorlar yani.
Evet, bunlar da arşivin zararları...
Evet! Yaşadığımız yer çok hızlı değişiyor. Ben kendi yirmi sene önce çektiğim 35 mm fotoğraflara bakıyorum, her yer çok değişmiş, bir sürü şeyden hiçbir iz kalmamış bugün, “Ah orayı niye çekmedim, keşke şurayı da çekseymişim...” diye hayıflandığım oluyor. İnsanlar anlatır ya “şurada eskiden şöyle bir çay bahçesi vardı, tam şurada bir sinema vardı...” diye... “Fotoğrafını çektiniz mi?” diye sorarsın, “Yok çekmedim ya...” derler. İnsan böyle. Her şeyin hep aynı kalacağını, orada öyle duracağını zannediyor...
Cengiz Kahraman’ın ilk “kış” kitabı 1929 Kışı: Bir Şehir Efsanesi 2007’de İş Bankası Yayınları’ndan çıkmıştı. Yeni kitabı İstanbul Kış Günlüğü: 1929 & 1954 (YKY) ise bu zaten çoktan baskısı tükenmiş kitabı hem içeriyor, hem düzeltiyor, hem de genişletiyor. Osmanlı İmparatorluğu’nun son döneminde fotoğrafçılık üzerine yapılmış ve yapılmakta olan çok sayıda çalışmadan, yakın zamanda yayımlanmış şu ikisi konuya genel ve güzel birer giriş niteliğinde: Engin Özendes, Osmanlı İmparatorluğu’nda Fotoğrafçılık, 1839-1923 (YEM) ve Catherine Pinguet, İstanbul, Fotoğrafçılar, Sultanlar, 1840-1900 (İş Bankası Yayınları). Selahattin Giz için, bakınız: Mevsimlerle İstanbul (YKY). Bahattin Öztuncay’ın Ömer M. Koç koleksiyonundan seçerek hazırladığı çok sayıda kitaptan bu söyleşide bahsi geçen ikisi şunlar: Robertson: Osmanlı Başkentinde Fotoğrafçı ve Hakkâk (Vehbi Koç Vakfı) ve Hanedan ve Kamera: Osmanlı Sarayından Portreler (Sadberk Hanım Müzesi). Kurtuluş semtiyle ilgili yapılmış çalışmalardan hemen ulaşılabilecek ikisi, Melisinos Hristodulu’nun Tatavla Tarihi (İstos) ile Orhan Türker’in Osmanlı İstanbulu’ndan Bir Köşe: Tatavla (Sel) isimli kitapları. Taylan Esin ve Zeliha Etöz’ün 1916 Ankara Yangını: Felaketin Mantığı (İletişim) isimli kitapları hem sözkonusu yangın hem de Türkiye’de devletin sık başvurduğu bir “çözüm aracı” olarak yangın üzerine ve çok ama çok ilginç. Son olarak, “1929 kışı” vesilesiyle, hatırlatmış olayım: Ahmet Sipahioğlu’nun çok eğlenceli ve hiç kadri bilinmemiş romanı (ya da “dönem pastişi”) 1929: Bir Yılın Öyküsü vaktiyle Metis Yayınları’ndan çıkmıştı.