İktidar, edebiyat ve LGBTİ

Siyasetin yalanlarla kuşatıldığı yerde, bizi özgürleştirecek yegâne alan yine hakkı verilen edebiyat olacaktır

07 Ocak 2016 13:00

Genelde modernleşme, özelde ise aydınlanma hareketinin başlamasıyla beraber baskı ve dışlama mekanizmalarının genel olarak cinsellik ve cinsiyet üzerinden şekillendiğini söyleyebiliriz. Bu tarihsel süreçte, -bildiğimiz anlamda- modern devletlerin varoluşu ve sınıfların belirginlik kazanmasıyla birlikte üreme temelli cinsellik yüceltilmiş ve yatak odası, özel alan ve ayrı bir rejim olarak kurgulanarak adeta bir fabrika işlevi üstlenmiştir. Başka bir deyişle, cinsellik iktidar ilişkileri çerçevesinde kurgulanmış ve pratiği kontrol altında tutulmaya çalışılmıştır.

Öte yandan, çoğu kez muhalif bir yapıya sahip olan ve pek çok zaman iktidarları sarsma işlevi de gören edebiyat, her ne kadar kendisini bir sınıfa ait göstermek doğru olmasa da, doğuşu itibariyle orta-üst sınıfa ait kültürel pratiğin sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Aslında Hegel’in roman için sarf ettiği “modern burjuva destanı” tanımlamasını çıkışı itibariyle edebiyat biçimlerinin tümü için söylemek mümkün. Zira en basitinden okuma-yazma bilmek, o dönemler için sadece daha zengin yahut aristokrat kesime has bir özellikti. Bu bağlamda ve yukarıda da bahsettiğimiz üzere tarih sahnesinde önemli bir rolü olan edebiyatın kimi zaman da iktidarların konumunu sağlamlaştırmak ve dahi toplumu ve buna bağlı olarak kültürü inşa etme ‘misyonu’ olagelmiştir. Dolayısıyla geçmişe ait birçok kuruma –deyim yerindeyse- kafa tutan edebiyat, modernleşme sürecinde tıp, hukuk ve teolojinin açtığı ‘meşru’ alana uyarak dışlama mekanizmasının bir parçası haline gelmiştir. Öyle ki “meşru aşk” yaratılan yeni cinsel rejim gereği “anne-baba odası” içinde tanımlanmış, bunun dışındaki her türlü cinsel pratik ve arzu memnu sayılmıştır. O dönem yazılan pek çok eserde bu kurguya açık bir şekilde rastlamak mümkün; en iyi ihtimalle memnu aşk ve arzuların eserin sonunda bir şekilde cezalandırılışını görebiliriz.

Devletin bekası için

Bu çerçevede Türk modernleşmesinde edebiyat alanına baktığımızda da Avrupa ile paralel bir hat görürüz. Ancak yeni rejimin kuruluşu, yani cumhuriyetin ilanı ile beraber bu hat daha da belirginleşmiş ve keskinleşmiştir. “Sömürgecilik karşıtı bağımsızlık savaşı” sonunda ilan edilen yeni rejimin temelinde tıpkı diğer deneyimlerde olduğu gibi “milliyetçilik” yatıyordu. Bu iddiadan hareketle yeni ulus-devletin karakteri tekleştirmeye dayalıydı. Ayrıca yeni rejim eskiyle arasına belirgin bir çizgi çekmeliydi, bunun için bu dönemde tarihten alfabeye, giyimden yaşam tarzına kadar pek çok kurum yeniyi kurmak üzere yeniden düzenlenmiştir.

Ulusun inşası için toplum mühendisliği gerekiyordu ve gerek toplumun gerekse devletin en küçük birimi olarak ailenin özellikle de kadının yeniden kurgulanması şarttı. Bu yeni aile tipi, Batı’nın ahlaksızlığına bulaşmadan modern bireyi yaratmak üzerine kurgulanmıştı. Bu modelde kadın ve erkek arasındaki ilişkinin en makbul ilişki olduğunu söylemeye kuşkusuz gerek yok. Ancak şunu eklemek gerekir ki, buradaki heteroseksüel ilişkinin de sınırları açık ve net bir biçimde belirlenmişti. Zira devletin bekası için ailenin bekası olmaz olmazdı. Özellikle kadının aile yahut ilişki içindeki rolü arzudan azade, vefakâr ve cefakâr, cumhuriyetin gereklerine uygun, gerektiğinde vatanı için savaşacak bir mazbutluk çerçevesinde belirleniyordu. Kadın iyi anne, iyi eş ve iyi yurttaş konumlarından öteye geçemiyordu. Bu ‘iyi’ olma halini belirleyen en temel kurum ise ahlak müessesesiydi.

Cumhuriyetin o dönem her yere ulaşan basın ve yayın kuruluşlarından mahrum olması sebebiyle bu yeni rejimi topluma en iyi aktaracak olan araç edebiyat eserleriydi. Bu dönemde yazılan eserleri Ömer Türkeş şöyle tanımlıyor[1]:“Cumhuriyet’in talipkâr kadroları olan ve ekmeğini devlet kapısından kazanan ilk Cumhuriyet yazarları elbette ideolojik bir çatışmaya girmeyeceklerdi; devletin hayatın bütün alanlarına nüfuz edebildiği ve cinselliği kamusal alandan dışladığı yıllarda yazılan romanlar, büyük meselelere açılan kapılardı ve bu meseleler arasında cinsellik yer alamazdı. Böylece ‘ucuz’ edebiyatın alanına itildi cinsellik. Bu tarz romanlarda erkeklerin sokak kadınlarıyla, ‘yosmalarla’, ahlaksız kadınlarla yaşadıkları ‘ibret’ verici erotik maceraların yanı sıra, biseksüel ya da eşcinsel kadınlar da sözde ahlakçı bir tavırla, yargılayıcı, aşağılayıcı ifadelerle ama aslında erkek fantezilerini kışkırtmayı amaçlayan çok canlı sahnelerle işlenmiştir. Ancak erkek eşcinselliği söz konusu bile edilmez.”

Hak mücadeleleri ile doğru orantılı

Kuşkusuz toplumsal mücadelenin yükselmesiyle beraber edebiyat alanı da mücadelenin getirdiği özgürlük alanından faydalandı ve daha özgürleştirici bir rol oynamaya başladı. 68 kuşağının dünya çapında yükselişe geçmesi ve o dönemki hareketlerin cinsel özgürleşmeyi de düstur edinmesi, Türk edebiyatını da hem içerik hem biçim açısından etkilemiştir. Leyla Erbil, Sevim Burak, Sevgi Soysal ve Tezer Özlü bu dönemde bu değişime öncülük eden yazarlar arasında sayılabilir. Bu sayede Türk edebiyatında da zaman içerisinde ehlileştirilmiş cinsel süreç “çeşitlendirildi”. Kadının –hem sol hareketler hem devlet tarafından yüklenen- rolleri edebiyat eserleriyle ciddi bir dönüşüm geçirdi. Bu değişim kuşkusuz bir vahiy ile sağlanmadı, nihayetinde özellikle 80’li yıllarda kadın mücadelesinin, feminist hareketin kamusal alanda kendini göstermesiyle birlikte gelişti.

Benzer şekilde, LGBTİ’ler için aynı şeyi ne yazık ki ‘henüz’ söyleyebilmek mümkün değil. Zira edebiyat, LGBTİ’lere yönelik devlet politikasından vareste değil. Cumhuriyet tarihinin başlarında ‘Türk aile yapısı’nı kurmayı amaç edinmiş eserler bu yapıyla uyumsuz olanları muhakkak ki dışlamalıydı. Bu minvalde, LGBTİ’ler özellikle görmezden gelindi ve yok sayıldı, var olan istisna eserler ise LGBTİ varoluşunu mücrimleştirdi ya da ahlaksız alanın içine hapsetti. Yani erki doğrudan tehdit eden bu varoluş, toplumsal dışlama mekanizmasının bir parçası oldu. Olumsuz temsillerle yer verilen pek çok esere edebiyat tarihi içinde rastlamak mümkün.

Ancak LGBTİ mücadelesinin kamusal alanda görünür olmaya başlamasıyla beraber daha olumlu diyebileceğimiz LGBTİ temsilleri eserlere girmeye başladı. Ancak bu giriş, özne olamadan genel olarak mağdur temsiliyeti ile gerçekleşti. Şunu rahatlıkla söyleyebiliriz ki, eserlerin çoğunluğunda adı anılıp geçilen ve üstünde çok durulmayan bir yan karakter olarak LGBTİ’lere yer verilmeye başlandı. Asıl karakter olarak işlenen, yahut eşcinsel aşk üzerine kurulu eserler ise hâlâ sınırlı olmakla birlikte sayıları gün geçtikçe artıyor. Bunun LGBTİ hareketin ivme kazanmasıyla ve LGBTİ’lerin toplumsal alanda görünürlüğünün artmasıyla doğrudan ilişkili olduğu rahatlıkla söylenebilir. Dolayısıyla şu çok açık ki, erkin dışladığı kesimlerin edebiyattaki temsili, hak mücadeleleri ile doğru orantılıdır.

Siyasal mücadelenin edebiyata sunduğu katkı ve edebiyatın da bu mücadeleye vereceği ilham yadsınamaz… Her iki alan da birbirini etkilemeye ve geliştirmeye muktedir. Bu noktada asıl mesele, edebiyatın kendi sanatsal ilkelerinden taviz vermeden onu bir ‘dava aracı’na indirgemeden insan hikâyelerinin yaşandığı ve yaşanabileceği çeşitlilik içinde anlatmak. Zira siyasetin yalanlarla kuşatıldığı yerde, bizi özgürleştirecek yegâne alan yine hakkı verilen edebiyat olacaktır.

 

 
[1] Türkeş, Ömer; Eşcinsel Edebiyat, Milliyet Kitap, http://www.milliyet.com.tr/ozel/kitap/040402/02.html (son erişim tarihi: 02.01.2016)