İkinci Eş Serüveni

"Abdülhamid Sherlock Holmes'ü gayet özel bir nedenle görevlendirmeye karar vermişti." Andrew Finkel'in ilk romanı İkinci Eş Serüveni'nden tadımlık bir bölüm, K24 okurları için...

08 Ağustos 2019 09:30

Leyla’nın ölümüne ilişkin utanç ve suçluluk ailemizin tepesinde kara bir baykuş gibi kaldı. Müthiş şaşırtıcı, şoke edici ve umutsuzca üzücü olsa da, bu ölüm bize hiçbir zaman gerçekten esrarlı gibi gelmedi, çünkü hepimiz durumun ne olduğunu bildiğimizi varsayıyorduk; açıkça konuşulamasa da. Aklımızı karıştıran bir şey varsa, o da Leyla’nın öldüğünde elinde sıkı sıkı tuttuğu azı dişiydi. Kesinlikle kendisinin değildi. “Leyla bir cadıydı,” diye tıslardı arada bir büyücülüğe bulaşmaktan geri kalmamış büyükannem Gülseren. Yıllar sonra üniversite yıllarımda Girton yokuşunda bisikletle çıkarken, akıllara durgunluk verecek kadar aşikâr bir açıklama dank etti kafama, ama kimseye söylemedim çünkü söyleyecek hiç kimse kalmamıştı.

Büyükannem çoktan ölmüştü ve büyükbabamın köşkünü yıktırıp yerine modern bir apartman bloğu dikmek gibi korkunç suç işlemiş kalan aile fertleriyle savaş halindeydim. Türkiye’ye dönüp de mirastan payıma düşene, hâlâ içinde oturduğum en üst kata sahip çıkmama daha birkaç yıl vardı. Zamanla, daha iğrenç akrabalar 1970’li yılların politik kargaşalı ortamında tanınmış bir gazetecinin kapımızın önünde sağcı haydutlarca dövülüp bıçaklanmasıyla hızlanan bir göçle taşınıp gittiler. Ağabeyim ve ailesi Kadıköy yakasında o yıllarda revaçta olan semtlere taşınmak için kendi payını ilk satanlardı. O sırada bunun, büyükbabamın Asya yakasından Avrupa yakasına taşınmasının, yani Leyla’nın trajedisinin özünde yatan olayın tam tersi olduğunu düşündüğümü hatırlıyorum.

Neyse ki semtimiz eski itibarının büyük bölümüne yeniden kavuştu, hatta bir polis noktamız bile var; Soğuk Savaş bitmeden önce mevcut bile olmayan bir ülkenin başkonsolosunun dairesini korumak için. Akşamları kapıcıya çöpümü verirken düşünüyorum bazen, artık suç mahalli olduğunu kavradığım bu yerde, Esad’ın soyundan kalan son kişiyim ben. Leyla’nın cansız bedenini bulduğumuz holü, kestirebildiğim kadarıyla, pek de becerikli olmayan bir dişçinin bekleme odası işgal etmekte şimdilerde. Mutfağımın hemen altında, bir zamanlar Leyla’nın oturup çocukken umması öğretilen mutluluğun hasretini çektiği bahçe bulunurdu.

“Leylak ve mimozadan oluşmuş çardak, bir zamanlar cennetken kafese dönüşmüştü ve güllerin rayihası taze kin kokusunca bastırılmıştı,” diye yazmıştı yarıda kalmış otobiyografik romanı Mağrur Aşk’ta. Sıkıcı bir kitaptı, Zola tarzında, ahlak dersleri ve uzun konu sapmalarıyla doluydu ve ne bitmemiş bir şaheser ne de umduğum gibi bir öncü-feminist manifestoydu. Öldüğünde ailesi durumu örtbas etmek için elinden geleni yapmıştı; herhalde ben de onca yıl sonra romanın taslağını alt çekmecede tutarak onun ismini korumaya çalışmakla onlardan farksızdım. Onun defterini düzeltmeksizin, olduğu gibi bıraktığıma pişman değilim, ama Queenie Leavis’in bize Virginia Woolf ile dalga geçmeyi öğrettiği Cambridge’deki toyluk günlerimin üstünden çok zaman ve moda geçtiğini kabul etmemek aptallık olur. Leyla’nın gramer tutarsızlıkları kolayca düzeltilebilir ve her ne kadar kurguya önem vermeyişini görmezden gelmek daha zor olsa da, onu özgün bir ses olarak kabul etmeye ve otuzlu yaşlarına kadar yaşayabilseydi yeteneğinin gelişeceği yorumunu yapmaya hazır bir kuşak oluğuna inanıyorum.

Her ne kadar Leyla – ya da kendine verdiği isimle “Elle, edebi hayallerini gerçekleştiremeyecek kadar genç yaşta vefat etmiş de olsa, Londra Psişik Araştırmalar Cemiyeti’nin Spontane Vakalar Komitesi tarafından araştırılan ilk Türk ruh olarak ölümünden sonra bir miktar üne kavuştu. Bu marjinal şöhret bir de şimdilerde zor bulunan Richet’s Encyclopedie de Fantômes et Revenants (Paris, Douniol, 1912) ansiklopedisinde de küçük bir madde olarak zikredilmişti. Prensip olarak Müslümanlar hortlamazlar, ama benim üvey halam gayet iyi bir eğitim almıştı ve ölümünde bile Batı âdetlerine uydu.

Esad kızının görgü ve bilgi sahibi olmasını onaylıyor ve destekliyordu. Bencilceydi tabii ki ama evini désenchantées harem kadınlarının hapishanesi olarak değil, bir cennet, modern dünyanın ibadethanesi olarak görürdü. Büyük kavgadan önce, kızının her kaprisini çeker, eğitimini gözetir, fikrini sorar, hatta kendisinin yapması gereken tercümeleri ona yöneltirdi. Esad’ın kızına verdiği kitaplardan bazıları şimdi benim kütüphanemde. Mobilyalarından bazı parçalar da artık benim ve ben de onun değer verdiği şeylerle temas etmenin kişiliğimin gelişmesinde etkili olduğunu kabul ediyorum. Dolayısıyla onu hayalimde canlandırmakta hiç zorluk çekmiyorum. Mesele şu ki, her ne kadar hayal gücümde onu ziyaret edebiliyor, hatta yüz yüze konuşuyorsam da, ondan doğru dürüst bir yanıt almak hiç de kolay bir iş değil.

“Abdülhamit gerçekte nasıl bir insandı?” Bu büyükbabamın kolay anladığı bir soru değil. İlk tepkisi, “Padişahtı o,” demek oldu ve bunu hâlâ birinin sorma gereği duymasına şaşırmış gibiydi. Büyükbabam için II. Abdülhamit çözümlenecek bir kişilik değil, gizemi efkârı umumiyeden saklanacak ve korunacak bir eski eserdi, Tıpkı Peygamber’in sakal-ı-şerifinin telinin kutsal sakal ağarmadan önce mi yoksa sonra mı koparıldığı sorusu ortaya atılmasın diye reçine içine konup, neceftaşı içine gömülüp sonra da sırma işli kadife ile örtülmesi gibi. Abdülhamit tüm otoritenin sembolüydü, ısının ve gölgenin kaynağıydı ve ilişki kurabileceğiniz bir kişi değildi.

Tabiat olarak inatçı biriyim ve büyükbabamı bir biyografi yazarının özdeki adamı ortaya çıkartacak otantik anekdotu bulma çabamla etkilemeye çalışıyorum. “Abdülhamit ne tür şeyler yapardı?” diye yalvarıyorum. Çetin bir iş. Hayalimdeki bu Esad kürk astarlı bir kaftan giymiş, annemin komodininin üstündeki fotoğraftaki gibi sürekli bir teslimiyet ifadesi var yüzünde ve yaşlı adam hafızasına sahip. Hep aynı hikâyeleri anlatıyor üst üste, artık hangisini okumuş olduğunu, hangisini başkasından duyduğunu, hangisini kendi gözleriyle gördüğünü ayırt edemiyor. Her ne kadar ayrıntılarda farklılık gösteriyorsa da, onun anlattıkları savaş sonrası Abdülhamit’in namını usulca yeniden yüceltmek için yazılmış popüler tarih öykülerinde okuduklarımın nereyse tıpatıp aynısı. Aslında çileden çıkmak işten değil, ben asla öfkeye teslim olmayan biri olsam da bazen sesimi yükseltiyorum.

Büyükbabamın da gittikçe içerlediğini duyuyorum. “Sultan’ın kahvesine kaç şeker koyduğunu mu öğrenmek istiyorsun?” diye soruyor, pek de yumuşak olmayan bir alayla. Gözlerini devirerek kollarını sahte bir umutsuzlukla havaya kaldırıyor. “Alafrangada mı otururdu yoksa alaturkada mı çömelirdi, af buyurun def-i hacet için?”

Nadiren, ikimiz de tartışamayacak kadar yorgun oluyoruz ve buna duyduğu minnetle, benim duymak istediğimi sandığı bir şeyler bulmak için kafa yoruyor. “Abdülhamit çalışkan bir insandı, basit zevkleri vardı,” diyor bana. Ya da: “Her sabah erkenden çalışma masasına otururdu. Tercüme bürosundakilerin çoğu kez hiç uyuyor mu diye merak ederlerdi.” Ya da: “Sadakate sadakatle karşılık verirdi ve ona iyi hizmet edenleri kollardı.”

Bir keresinde değişik bir sorgulama yolu denedim. “Ne tercüme ediyordunuz?” dedim.

“Muhabere, gizli. Herhalde açıklamamı beklemiyorsundur, şimdi bile. Daha gençken, Avrupa basınından haberleri düzenliyordum, hepsini, iftiraları da.”

“Ailede hep sizin Abdülhamit’in kütüphanesindeki romanları tercüme ettiğiniz söylenirdi.”

Büyükbabam nasırına basmışım gibi baktı bana.“Ne tür romanlar?” diye ısrar ettim.“Majesteleri kadın kahramanların iffetleri yüzünden ıstırap çektiği duygusal romanlardan pek hazzetmezdi. Tatminkâr bir şekilde biten hikâyeleri tercih ederdi.”

“Tatminkâr?”

“Doğru dürüst. Adaletin yerini bulduğu, kötülerin cezalandırıldığı, iyilerin ilelebet mutlu yaşadığı romanlar. Xavier de Montépin ve Michel Zévaco denedim, ama onu en çok dedektif romanları memnun ediyordu. Tercüme bürosu benim rehberliğimde pek çok eser üretti, bunların arasında Emile Gaboriau’nun Le Crime d’Orcival ve Wilkie Collins’in Beyaz Giysili Kadın romanının çokça kısaltılmış versiyonu da vardı.”

“Ya Sherlock Holmes?”

Büyükbabam tedirgin oldu ve sesi sertleşti. “Bunun peşinde olduğunu anlamam lazımdı! Hiç utanman yok mu?” İlk ve tek kez onun hatırası önünde korku hissettim. “Allah Sherlock Holmes’ün belasını versin,” diye yanıtlarken sesi karanlığın içinden yankılandı.