Kıta Avrupa’sındaki İslamofobi’nin altında göçmen düşmanlığı ve onunla ilişkili olarak bir milliyetçilik de yatmaktadır. 1980’lerde İslam’a geçmeye başlayan Alman mühtediler, İslamofobi’nin beslendiği milliyetçiliğin karın boşluğunda yer almaktalar
11 Ağustos 2016 13:45
Her yazma çabası, bir bilgi inşası içerir. Bu inşa sürecinde, daha evvel yazılmış yazılar ve söylenmiş sözler, sizin kurgunuzun muhataplarıdır. Sizden önce yazılmış yazılar, bazen önünüzü açar, bazen de onların oluşturduğu algıları yıkarak ilerlemek zorunda kalırsınız –ki o zaman yapacağınız iş daha da meşakkatli demektir. Müslüman bireyleri yahut topluluları çalışan sosyal bilimciler için de en sık karşılaşılan sorun, Batı’yı İslam’ın kültürel tezatı olarak kurgulayan algı olsa gerek. Bu algı, Müslüman bireylerle ilgili vereceğiniz her bilgiyi, anlatacağınız her detayı problemli bir zıtlık skalasında okuyarak ötekileştirmeye teşnedirler. Batı ve İslam’ı birbirinin kültürel tezatı olarak kuran yaklaşımların ayrı bir popülarite kazandığı şu dönemde, bu ikili skalaya uymayan bireylerle (misal, Müslüman Avrupalılar) ilgili çalışmalar daha bir kıymetli oluyor.
Esra Özyürek’in İngilizce aslından okuduğum Müslüman Olmak, Alman Kalmak adlı eseri işte böyle bir gayeye hizmet ediyor. Aslı Princeton Üniversitesi Yayınları’nın “Müslüman Siyaset” serisinden çıkan çalışma, İletişim Yayınları’ndan, İsmail Ilgar’ın çevirisi ile Türkçeye kazandırıldı. İngilizce aslının yayınlandığı ve editörlüğünü Dale F. Eickelman ile August R. Norton’un yaptığı seri, Robert Hefner (2000), İrfan Ahmad (2009), Lara Deeb (2006), Muhammad Qasim Zaman, ve Ziba Mir-Hosseini gibi seçkin akademisyenlerin kitaplarına ev sahipliği yapmıştı. Eser, her ne kadar Türkiye’de Müslümanlaşan Avrupalıların hikâyesi olarak Türk okuruna sunulduysa da, bir yandan Avrupa çalışmaları alanında, bir yandan da ampirik zenginliği ve doyurucu teorik yaklaşımı ile özellikle din antropolojisi alanında önemli bir boşluğu dolduruyor.
Türk okuyucusu, Batı’nın yeni tabirle İslamofobik yüzünden uzunca süredir haberdar. Dindar yayınlar, şimdi İslamofobik dediğimiz pek çok söylemi “İslam düşmanı” olarak nitelendirir ve çeşitli seviyelerde eleştiriler getirirlerdi. Batı’nın İslam’la ilişkisinde daha az konuşulan, tartışılan ise, İslamofobi karşıtı seslerin varlığı idi. Bu sesler, Batı’da yükselen İslamofobi’ye işaret edip bu yeni tip ırkçılığı tartışılabilir hale getirmekteydi. Sayıları çok fazla olmasa da akademide karşılaşabileceğimiz bu eleştirel ve özgürlükçü seslere şimdilik “liberaller” diyelim. Antropoloji alanında “sömürü sonrası” (postkolonyal) teori ile kendine alan açan sesler arasında başta Talal Asad (1975, 2003) ve öğrencisi Saba Mahmood (2006), Charles Hirschkind (2006), John Bowen (2006), Lara Deeb (2006) ve Robert Hefner (2000) gibi antropologlar sayılabilir. Son iki antropoloğun, Özyürek’in eserini yayınlayan seride yer aldığını fark etmiş olmalısınız. Bu “liberal” akım içerisinde (ki liberal kelimesini her zaman temkinle kullanıyorum) Avrupa ve İslam tartışmasına son yıllarda yapılan en önemli antropolojik katkı muhtemelen John Bowen’ın Why the French Don’t Like Headscarves (Fransızlar Neden Başörüsünü Sevmez) isimli eseridir. Bowen, bir nefretin analizini, Fransız gündelik politikalarına eğilerek yaparken, bir yandan da Fransız laikliğini mercek altına yatırmıştır. Bowen’ın titiz etnografisi, Fransız İslamofobisini anlamamıza yardımcı olmuştur. Fakat, aslında her “öteki nefreti” bir benlik inşasıdır ve kıta Avrupa’sındaki İslamofobi’nin altında göçmen düşmanlığı ve onunla ilişkili olarak bir milliyetçilik de yatmaktadır. Durum böyle iken, elimizde bu nefreti doğuran milliyetçiliğe dair bir çalışma yok denecek kadar azdı. Özyürek’in çalışması, tam da böyle bir boşluğu hedef almaktadır. 1980’lerde İslam’a geçmeye başlayan ve sayıları artık yüz bine ulaşan Alman mühtediler, İslamofobi’nin beslendiği milliyetçiliğin karın boşluğunda yer almaktalar.
Bir eseri anlamak için, o eserin kendisini nereden kurduğu ve nasıl bir tartışmanın üzerine inşa edildiğini doğru okumak lazım diye düşünüyorum. Özyürek, giriş bölümünde çalışmasını nasıl bir yerden kurduğunu çok sarih bir şekilde anlatıyor. Benim de kendisiyle hemfikir olduğum iddiasına göre, Alman mühtediler ve onların Almanlıklarını muhafaza çabası, aslında göçmen Müslümanlar üzerinden geliştirilen İslamofobi’nin de altını oymaktadır. Zira, kitabın başlığının işaret ettiği Müslüman olup Alman kalan bireyler, birbirinin kültürel zıddı gibi kurulan iki kimliği birlikte inşa çabasını ortaya koyuyorlar. Özyürek, zengin etnografisinde (ki ben bir önceki kitabının etnografisini de çok zengin ve derinlikli bulurum) tüm çabaları, tezatları, gündelik ve ailevî dertleri ile Müslüman Alman mühtedilerinin yaşamını bize taşır.
Özyürek’in çalışmasındaki Alman mühtedilerin çabaları, pek çok açıdan 1980’ler Türkiye’sindeki dindarlaşma serüvenini hatırlatıyor. 1980 sonları ve 1990 başlarında iyice görünürlük kazanan bu dindarlaşma döneminin sosyal ve siyasal boyutları çok tartışılmakla birlikte, bireyin geçirdiği bir dönüşüm olarak öznelik tartışmaları içinde yeterince ele alınmadı. Elimizdeki kaynaklar, kırsaldan kente göçle birlikte Cumhuriyet projesinin erişemediği çoğunlukla alt sınıf ailelerin kentlere taşıdığı bir görünür dindarlıktan bahseder. Bu, bolca belgelenmiş, bilinen kısım. Bir de, ekseri “İslamcı edebiyat” çerçevesindeki çalışmalarda gözlemlediğimiz, döneminde yeterince belgelenmemiş “hidayet” hikâyeleri vardır ki bunlar esasında bilhassa 80 sonlarında dindar gruplar arasında bolca konuşulmakta idi. Bu dindarlaşma yahut “hidayet” hikâyeleri, dindar ailelerden gelmemiş, hatta hiçbir dini eğitim almamış bireylerin İslam’ı merak edip ekseri okuyarak ve muhtelif dini grupların sohbetlerine katılarak dini öğrenmelerinden ibarettir. İsmet Özel, Ulvi Alacakaptan, Reha ve Özlem Yeprem, ve birçok benzer o dönemin yaygın tabiri ile “ehl-i dünya” bireyin hidayet hikâyeleri, yine 80’lerin yeni dindarlığında “bilinçli” Müslüman olma ortak kaygısında birleşiyordu. Bu bilinç daha sonraları kimi gruplar tarafından politik bir bilinç boyutu almış olsa da; o dönem, dinî kaideleri ezberden yahut taklit ederek değil, bilerek takip etmek anlamına geliyordu. Bu bilinç kavramı 90’ların dindarları arasında o kadar yaygın tartışılırdı ki, kendine has bir terminoloji bile geliştirmişti. Örneğin “mirasyedi” Müslüman olmak yerilir, bir Müslüman’ın kitabı (Kuran) duvarda asmayı bırakıp okuması ve anlaması gerektiği sürekli dile getirilir ve farklı dini grup ve tarikatlarda dini öğrenme çabası (tarafgirliğe henüz o kadar dalmamış dönemin dindarları arasında) takdirle karşılanırdı. Bu mirasyedi Müslüman’dan bilinçli Müslüman’a geçme çabası içeren hidayet hikâyeleri, her ne kadar o dönemin sosyal bilim çevreleri tarafından hakkıyla ele alınmadıysa da, aslında hem antropolojik olarak hem de bugünün siyasetini anlama adına çok önemli doneler sunmaktaydı.
Ali Murat Yel, John Bowen’ın “Fransızlar Neden Başörtüsünü Sevmez” adlı eserini okuduğunda Türkiye’ye dair çok şey yakaladığını anlatmıştı Yenişafak’ta yayınlanan bir yazısında. Ben de, Esra Özyürek’in çalışmasında ele aldığı Müslüman Almanların ve onların dönüşüm hikâyelerinin, 1980’ler Türkiye’sinin hidayet hikâyeleri ile, hem bireylerin yaşadıkları dönüşüm açışından, ama daha önemlisi bu dönüşümü mümkün kılan sosyal etmenleri tesbit noktasında, önemli veriler sunduğunu düşünüyorum. Hidayet ve ihtida hikâyeleri nasıl bir benlik inşa çabası içerir? Bu çaba, her iki örnekte de, beraberinde yeni ilişkiler örgüleme, var olanlarla (aile, arkadaşlar) çeşitli çatışmalar/karşılaşmalar yaşama, yeni mekânlar, ortamlar, hatta kariyer opsiyonları/alternatifleri geliştirme gibi teknik diyebileceğimiz yönlere haiz. Fakat, bu teknik yönlerle beraber, aslında kendine yeni bir ses, bir kimlik, ve varlık inşa etme çabası demek ihtida. Özyürek’in Alman mühtedileri, kendilerine dayatılan milliyetlendirilmiş dini reddedip “öteki”nin dinine yöneldiklerinde milliyetlerini reddetmiyorlar. Alman bir Müslümanlık inşa ediyorlar. Bu da benlik projelerini (Türkiye’deki hidayet hikâyelerine kıyasla) çok daha çetrefilli kılıyor. Özyürek’in etnografik titizliği sayesinde, farklı sınıf (çoğu alt sınıf) ve bölgelerden Alman mühtedilerin, kurmaya çalıştıkları benlikle beraber ortaya çıkan gündelik kavgalarını (çocuk yetiştirme, iş bulma, aile fertleriyle yaşadıkları çatışmalar, vb) da takip edebiliyoruz.
Ben, Özyürek’in kitabını, bir yandan antropoloji literatüründe bahsettiğim mühim boşlukları dolduran, bir yandan da bireye ve bireyin etik benlik inşasına dair teorik bulgular sunan bir çalışma olarak değerlendirdim.
*Sertaç Sehlikoğlu Cambridge Üniversitesi, Sosyal Antropoloji Bölümü’nde öğretim üyesidir.