Birçok yazarımızda Haydarpaşa Garı’nı görürüz, okuruz. Yapıldığı dönemdeki yazarlardan günümüz yazarlarına kadar romanda, hikâyede, şiirde, denemede karşımıza çıkıyor
02 Haziran 2016 13:45
Haydarpaşa’da şimdi “kitaplı günler” var; düşünen güzel düşünmüş; ıssızlığına terk edilmiş ve “yazgı”sı belli olmayan, en azından bizim bilmediğimiz İstanbul’un bu simge yapısı birkaç gün kitapla dolup taşacak! Onur konuğu da Selim İleri. Güzel ve yerinde bir düşünce, seçim. (Ne hikmetse “birileri” rahatsız olmuş!) Selim İleri edebiyatımızın büyük bir değeri. Roman ve hikâyelerinin yanı sıra denemeleriyle de edebiyatımızı zenginleştirmekte. Aslında çok fazla söze de gerek yok, külliyatı bunu somutlar.
Bir İstanbul yazarıdır. Geçmiş onun kaleminden günümüze taşınır; en ince ayrıntısıyla hem yaşambiçimini hem edebiyatını, sanatını görürüz İstanbul’un. Tanıklıklar vardır, yaşananlar vardır; böylece, artık hançerlenecek yeri kalmamış şehrin “o güzel dönemi”ni okuma olanağını ediniriz. Selim İleri’nin usta kaleminin sâyesinde acısı hüznüyle, sevinci mutluluğuyla gözümüzde canlanır eski şehir; birer fotoğraftır, akan film kareleridir. Henüz güzelliğini bozan çirkin yapılar ortada yoktur!
Bu onur konuğu meselesinden dolayı Selim İleri’ye –ne yazık ki– yapılan “saldırı” da bana, İstanbul’a dikilen gökdelenler, alışveriş merkezleri, tuhaf mîmârîsi olan yapılar gibi geliyor. Hem çirkin buluyorum, hem anlayamıyorum, neyse!
Birkaç yıl öncesinde Haydarpaşa semtiyle ilgili iki monografi yayınlandı. Bunlardan Marmara’da Bir Balık Olarak Haydarpaşa adlı Murat Batmankaya’nınkinde Gar’la ilgili bölüm son derece renkli. İkincisi Mîmâr Arif Atılgan’ın Haydarpaşa. Bu kitapta da Gar bilgileri ayrıntılı ve bir uzmanın elinden çıktığı, kaleme getirildiği çok açık.
Gar Binası’nı “Oldukça eklektik bir tarzda (barok, neo-klasik öğeler ve Alman Rönesansı) yapılmış olmakla birlikte genel olarak Alman karakteri ağır basar” diye tanımlayan Murat Belge, İstanbul Gezi Rehberi’nde şunları da yazıyor:
“Bina, mimari tarihinden çok emperyalizm tarihi açısından ilginçtir. Ulusal birliğini geç kuran Almanya, Avrupa’nın güçlü devletlerinin dünyayı paylaşma yarışına da geç girmişti. Almanya, Osmanlı devletine İstanbul’dan başlayan Bağdat demiryolunu önerdi ve uzun görüşmelerden sonra (görüşmelerin uzaması, Batı karşısında fazla bağımsız davranmayan Osmanlıların uygun konjonktür kollamasına da bağlıydı) kabul ettirdi. Haydarpaşa Garı işte Almanya’ya da Ortadoğu ve hatta Hindistan yolunu açması beklenen bu demiryolu hattının başlangıç noktası olarak inşa edildi (1908). Bu iyi ilişkiler, bir süre sonra, Birinci Dünya Savaşı’na Osmanlı İmparatorluğu’nun Almanya’nın yanında girmesinin de yolunu hazırladı.” (s. 177)
Birçok yazarımızda Haydarpaşa Garı’nı görürüz, okuruz. Yapıldığı dönemdeki yazarlardan günümüz yazarlarına kadar romanda, hikâyede, şiirde, denemede karşımıza çıkıyor. Yazarlar ve şâirler farklı biçimlerde ele almış Gar’ı, örneğin Ahmet Hamdi Tanpınar “lahit” olarak görüyor. Ne var ki ortak nokta tabiî ki renkli insan öyküleriyle birlikte bir halkın fotoğrafı. Daha çok da İstanbul’a Anadolu’dan umutlarla geliş. Tersi durumlar da var, Nâzım Hikmet’in Memleketimden İnsan Manzaraları’nda olduğu gibi…
Ahmet Hâşim, “Yolcu Eşyası” adlı Akşam Gazetesi’nde yayınlanan fıkrasında, Haydarpaşa Garı’ndaki görüntüyü toplumun büyük bir kısmının karakteristiği olarak ele alıp, eleştirel yaklaşıyor.
“… Hayvan postları, ham meyve dizileri, kımıldadıkça ıztıraptan feryat eden ot gibi destelenmiş ehli kuşlar, acayip renklerde bağlanmış rengârenk şilteler, kirli yorganlar, teke kokan tüylü battaniyeler, heybe, sepet, tahta sandık, maltız, toprak testi, teneke ibrik, bakır sini, hamur tahtası, oklava, tencere, satır…ilh…
“Ne zenginliğe ne de fukaralığa delâlet etmeyen bu karmakarışık, bu kalabalık, bu mânâsız ve faydasız eşya, göze göründükleri memlekette iptidaî bir maîşet tarzından başka hiç bir şeyi ifşa etmez…” (s. 280)
Ahmet Hâşim bu yazıyı 1926 yılında kaleme almış. Yeni inşâ edilen ya da oluşturulmak istenen bir toplumun göstereceği özelliği pek göstermediğine işâret ederek, bir anlamda değişmesini istiyor, değişmesi gerektiğini söylüyor. Ama öte yandan Haydarpaşa’nın görüntüsü yıllarca böyledir; ve de Ahmet Hâşim’in betimlemesiyle bir filmin kareleri gibi gelir gözlerimizin önüne.
Nâzım Hikmet’in Memleketimden İnsan Manzaraları’nın başlangıcı yâni birinci kitabının birinci bölümü, olduğu gibi Haydarpaşa Garı’nda geçer ve sanki yine bir filmden kareler izliyoruzdur. Diğer bölümlerde de Gar’a döner; siyâsîleri, “devlet büyükleri”ni, özellikle iktidarın kalemşörü Nuri Cemil ile muhalif Hasan Şevket’i anlatırken! Bu benzersiz yapıt şiir olarak tanımlanır ama aynı zamanda roman özelliği, senaryo özelliği de gösterir. Bir edebî türle açıklanacak gibi değildir, çok renklidir, çok çeşitlidir; Haydarpaşa Garı gibi. Nâzım Hikmet içeriden bakar. Tutuklular vardır, bir yetim çocuk vardır, işsizler, tefeci, tüccar vardır, memleketine gidecekler, genelev kadınları ve de ismi Ali olan bir genç vardır üçüncü mevki bekleme salonunda. Etraftakilerin uyukluyor sandığı Ali ölmüştür! Burada birinci bölüm biter, tirajiktir!
Kitap 1941 yılının baharında, Haydarpaşa Garı’ndan kalkan 15.45 katarı yolcularının dramatik öyküsüdür. Daha çok alt sınıflardaki insanlardır bunlar. Ankara’ya kadar yol alan jandarmalar gözetimindeki sîyâsî tutuklular da anlatılanlar arasındadır ki dönemin TKP’lilerini imler. Bu insanların öykülerini, zaman zaman geçmişe giderek, tren yol aldıkça okuruz. Dolayısıyla bir toplumun genel görünümü ortaya çıkar. Dahası İkinci Meşrutiyet’e kadar uzanır. Başlangıç noktası Haydarpaşa Garı’dır. Sözünü ettiğim birinci bölümde ayrıntılı bir betimleme yapar Nâzım Hikmet. Gar’dakilerin öykülerine tanık oluruz ve fahişeler ile ölmüş olan Ali’ninki çok çarpıcıdır. Katar, yolcuları ve onların öyküleriyle Haydarpaşa Garı’nda kalanları geride bırakarak hareket eder:
Dışarda
peronların orda kalktı 15:45 katarı.
Bu tiren
yataklı vagonuna rağmen
tirenlerin en külüstürüdür,
altı kuruşluk cıgara gibi bir şey. (s. 24)
Sait Faik de samimi bir şekilde yazar Gar’ın insanlarını, 9 Mayıs 1953 tarihli “Haydarpaşa” adlı röportajında; öykücük demek belki daha doğrudur. Anlatıcı birden kendisini Haydarpaşa Garı’nda bulur, hiç hesapta kitapta yokken. Yazının girişi Sait Faik’in o içten üslûbuyla ve onun yaşam biçimini çok anımsatan bir sahneyle başlar:
“İki bavul, bir çanta, bir denk, tahtadan bir valizle iki kadın, bir erkek, üç çocuktan ibaret bir aileyi gözüme kestirdim. Daha doğrusu Kadıköy iskelesinde bu ailenin erkeği önüme dikildi.
- Hemşeri, dedi. Haydarpaşa’ya hangi vapur kalkacak?
Baştan savma,
- Bu taraftaki, dedim.
- Sen de mi Haydarpaşa’ya gidiyorsun?
- Ne münasebet? Haydarpaşa’da ne işim var? Ada vapuru daha gelmedi; onu bekliyorum. Kadıköy iskelesinde vakit geçirmek daha kolaydır da… İnsanın çeşidi ile karşılaşılır. Ama, dur hele! Neye gitmeyeyim Haydarpaşa’ya, bir yerlere gidecekmiş gibi:
- Ya, ya! Ben de Haydarpaşa’ya gidiyorum” (s. 87)
Aile, Düzce’ye gidecektir, onları trene bindirdikten sonra Haydarpaşa Garı’nı gözler. İşin ilginci, Sait Faik “istasyon”, diye yazmış; ne var ki bunu başka yerlerde de okuyoruz. Aileyi yerleştirdiği tren kalktıktan sonra, o da yolculuk düşleri kurar; eskisi gibi trenin raylar üstünde hızlı hareketindeki görüntüler geçer aklından birer birer. Ama yolculuk heyecanından çok eve dönme düşüncesi egemendir zihninde, yâni “ihtiyarlamış”tır.
Yine bir başka Haydarpaşa adının geçtiği hikâye ise Ahmet Hamdi Tanpınar’ın 2 Mayıs 1937’de yayınlanan “Bir Yol”dur. Hikâye yolculukla ilgilidir adından da anlaşılacağı gibi; Haydarpaşa Garı da bu yolculuğun başlangıcıdır doğal olarak. Öykünün gelişiminde pek önemli bir yer tutmaz, hatta hiç yer tutmaz demek belki daha doğru. Ancak Tanpınar’ın bir cümlede ele alış biçimi son derece önemli ve çarpıcıdır: “… her zaman ayak basar basmaz gündelik üzüntülerimden sıyrıldığım, yalnız kendimin olduğum Haydarpaşa Garı bana bu sefer büyük ve karanlık bir lahit gibi geldi.” (s. 78)
Anlatıcının ruh durumuyla ilgidir bu benzetme, çok kısa bir süre önce oğlu ölmüştür, dolayısıyla Gar’ı bir mezar gibi görmektedir ve “lahit” benzetmesi bildiğim kadarıyla edebiyatımızda ilktir. Lahit’e benzetmek, bir kütle bina olan Haydarpaşa Garı’nın şekilsel yapısıyla ilgili olarak bence çok yerinde. Öte yandan bu benzetmede, –lahit her ne kadar Mezopotamya ve Mısır çıkışlı olsa da daha sonraki yüzyıllardaki mermer malzemesi ile taş süslemelerini hesaba katarak– bir Helen, bir Eski Yunan göndermesini bulabiliriz. Rastlantı bu ya, Haydarpaşa Garı’nın tam karşısındaki kıyıda, Arkeoloji Müzesi’nde Büyük İskender Lahiti durmaktadır. Ayrıca Gar’ın II. Abdülhamit döneminde yapıldığını düşünürsek, “lahit”in Osmanlı İmparatorluğu’nu, o kültürü de, bir lambanın yanıp sönmesi gibi çağrıştırdığını söyleyebiliriz.
Haydarpaşa adlı bir edebiyat dergisi varsa da bunun Gar ile ilişkisi yok! Önce adını “Sezi” düşünmüşler ama sonra tabiî ki “Haydarpaşa” ağır basmış. 7 Mayıs 1966’da ilk sayısı yayınlanmış, öğrencilerin şiirleri, hikâyeleri, yazıları, dönemin kültür sanat olaylarından başlıklar vb. yer alıyor. Evet, Gar ile bir iligisi yok ama adaşı –aslında adaşı çoktur– Haydarpaşa Lisesi’nin verimi. Bunun da benim kişisel tarihimde önemi var. Babam kırklı yıllarda yâni II. Dünya Savaşı yıllarında orada okuyor. Yatılı okuyor ve epeyce para sıkıntısı çeken bir ailenin çocuğu, babasız, annesi Samsun’da kalmış, kardeşleri okumak için ülkenin dört bir yanına dağılmış, o dönem Türkiye’deki birçok ailenin yaşadığını yaşıyorlar. Yıllarca o renkli lise anılarını dinledim. Haftasonları parasızlıktan Gar’ın önündeki o küçük İskele’den bir vapura binip İstanbul’a geçemeyişini ama tabana kuvvet Kadıköyü’ne gidişlerini.
Karaköyü’nden kalkan Kadıköyü vapurundayken (şimdilerde Kabataş’tan kalkan o büyük motorlarda da), özellikle sol tarafta ve pencere yanında otururum, uzaktan Kız Kulesi’ni, Salacak’ı, daha sonra Liman’ı, Haydarpaşa Garı’nı izlemek için. Vapur o küçük İskele’ye yanaştığında, hızla yolcu indirir bindirir; merdivenlerden çıkanlar, inenler o her zamanki telâş ile bavullar, yükler görüntümdedir (artık yok) de, ne hikmetse hep babam gelir aklıma. Çocukluğumdan beri böyledir bu. Ağbim Kadıköy Maarif’te okurdu. Yatılıydı, hazırlık, orta bir falan okurken çarşambaları annem beni alır, ona giderdik. Kadıköyü’ne giderken hemen her vapur uğrardı Haydarpaşa İskelesi’ne. Benim de gözüm Gar Binası’nda, heybetle karşımda durur, babamın lise yıllarına dair anlattıklarını hayal ederdim. Oysa, hani Lise’nin görkemli binası da biraz yukarıda görünmektedir. Gerçi, her geçişte ona da bakarım; yüz yılını çoktan aşmış o binada da şimdi o lise yok! İskele’ye de vapur uğramadığı gibi Gar’dan da trenler kalkmıyor; derin bir sessizlik!
Babamın, o küçük İskele’den karşıya geçemeyişi o zamandan beri belleğimde yer etmiş; içimde hep bir burukluk. İlhan Demiraslan “Haydarpaşa Garı Şiiri”ni şöyle bitiriyor:
Haydarpaşa garında bir akşam,
Yalnız mı kaldınız.
Nasıldır çaresizlik içinde insan,
Anlarsınız. (s. 69)