Hayatımız beynimizin bir simülasyonu mu?

“Kim kimi yönetecek? Beyinden ayrı, ona hükmedecek bir bilinç yok. Bilinç zaten beynin ürünü. ‘68’lilerin meşhur sloganı, ‘üreten bizsek tüketen de biz olacağız’ ile uyumlu olarak beyin bilinci kendi çıkarına uygun doğrultuda kullanıyor.” Türkçe yazılmış ilk nörobilim kitabının yazarı Ece Balkuv ile bilinç ve beyin üzerine konuştuk...

10 Eylül 2020 18:03

Biliyor musunuz, ‘özgür irade’ o kadar da özgür değilmiş. Hatta verdiğimiz kararlar aslında bizim seçimlerimiz de değilmiş. Beyin de boşlukları sevmiyormuş. Nerede cevaplayamadığı bir boşluk görse onu uydurarak dolduruyormuş. Bu arada beyin ve bilinç tıpkı bir anne-çocuk gibi birbirini ağırlıyormuş. Peki, bu araştırmaya ne dersiniz? Sessiz mahallelerde büyüyen çocukların gürültülü mahallelerde büyüyen çocuklara oranla daha zeki olduğu kanıtlanmış. Yüzyıllık bir araştırmaya göre veriler ışığında, parası pulu ya da IQ’su yüksek olanların değil, sosyal ilişkileri iyi olanların daha mutlu ve uzun yaşadığı kanıtlanmış.

Bunun gibi pek çok bilimsel veriyi ve daha fazlasını okuyabileceğiniz bir kitapla ve yazarıyla tanışmaya ne dersiniz? Beyniniz Hayatınızı Nasıl Şekillendirir? adlı kitap, meraklısı için kılavuz tadında. Müptela Yayınları’ndan çıkan kitap Türkiye’deki ilk popüler nörobilim kitabı olarak tanımlanıyor. Bir gecede okuyabileceğiniz kitabın yazarı Uzm. Dr. Ece Balkuv bilinç ve beyin gibi bir sistemi yönetmenin mümkün olup olmadığına dair şunları söylüyor: “Kim kimi yönetecek? Beyinden ayrı, ona hükmedecek bir bilinç yok. Bilinç zaten beynin ürünü. ‘68’lilerin meşhur sloganı, ‘üreten bizsek tüketen de biz olacağız’ ile uyumlu olarak beyin bilinci kendi çıkarına uygun doğrultuda kullanıyor.” Kapalı bir kutu olan bilincin o karmaşık sistemine yolculuk yapmak isteyenler için kitabın yazarı Dr. Ece Balkuv ile konuştuk.

Kitabınızda çeşitli araştırma ve verilerden örneklerle beyine ve onun çalışma sistemine ilişkin detaylar anlatıyorsunuz. Bu kadar karmaşık bir sistemi yönetmek gerçekten mümkün mü?

Kim kimi yönetecek? Beyinden ayrı, ona hükmedebilecek bir bilinç yok. Bilinç zaten beynin ürünü. ‘68’lilerin meşhur sloganı, ‘üreten bizsek tüketen de biz olacağız’ ile uyumlu olarak beyin bilinci kendi çıkarına uygun doğrultuda kullanıyor. Beynimiz biz farkında olmadan bilincimizi manipüle ediyor. Sanırım bunu bir örnekle ifade etmem daha doğru olur. 1996’da, Yale Üniversitesi’nde yapılan bir çalışmada, bir grup katılımcıya yaşlılığı çağrıştıran kelimeler verip cümle kurmaları istenirken, kontrol grubundaki katılımcılara da nötr kelimeler verip cümle kurmaları isteniyor. Çalışma sona erip katılımcılar odadan çıkarken odayı terk etme süreleri kaydediliyor. Sonuç; yaşlılıkla ilgili kelimeleri kullanan katılımcılar daha yavaş hareket ettiği için odadan çıkma süreleri daha uzun. Üstelik yavaş yürüyen katılımcılar her zamankinden daha yavaş olduklarının farkında bile değiller. Buzdağının görünmeyen kısmı olarak kabul edebileceğimiz bilinçsiz zihin, bilinç düzeyindeki duygu ve davranışlarımızı biz farkında olmadan kontrol ediyor. Tıpkı bir diktatör gibi, fikrimizi dahi sormadan öyle olmasını sağlıyor. Özgür iradenin kaynağı olan beynimiz kendi içinde bile özgür ve demokratik bir yapı değil. Her iki beyin yarımküresi arasındaki bağlantıyı keserseniz beyninizin her iki tarafı da sesini duyurmaya çalışır ve bir elinizle boğazınızı sıkarken diğer elinizin sizi kurtarmaya çalıştığı ‘yabancı el sendromu’nu ortaya çıkarırsınız. Bunlar korku filmi senaryoları değil, gerçek nörolojik fenomenler. Tek bir beyinde iki farklı fikir vardır. Ancak bilinçli zihnin normal şartlar altında bundan haberi yok. Son bir örnek daha vermek istiyorum. 1971 yılında Libet isimli bir araştırmacı gerçekleştirdiği çalışmada katılımcıların kafalarına elektrotlar yerleştirerek önlerindeki bir düğmeye basmalarını istedi. Katılımcılar daha hangi düğmeye basmaya karar verdiklerinin bilincinde olmadan beyinlerinde elektriksel potansiyel ortaya çıktığı gözlendi. Yani beyinleri katılımcılar daha karar verdiklerini bilmeden önce kararını vermişti. Bir başka çalışmasında Libet katılımcılardan el bileklerini istedikleri anda, özgür iradeleriyle bükmelerini ister. Katılımcılar bunu yaparken Libet bileğin büküldüğü an, beyinden hareket emrinin çıktığı an ve bilinçli olarak deneğin bileğini bükmeye karar verdiği andaki zamanı not alır. Çalışmanın metodolojisinden bahsedip okuru sıkmak istemem ancak bazı özel yöntemlerle bunları objektif olarak ölçmek mümkün. Kitapta bunlar daha ayrıntılı olarak mevcut. Sonuç olarak Libet böylece üç süreyi de ölçmüş olur. Çalışma sonuçlarına göre hazır olma potansiyeli denen nöron faaliyeti, bileği bükme kararından önce başlar. Yani karar alınmadan önce, katılımcıların bilinçli olarak bileklerini bükmeyi seçmelerinden önce, beyinlerinde, bilinçaltı düzeyde bir şeylerin olup bittiği gösteriliyor. Freud başından beri haklıydı. Zihnimizin çoğu bilinçaltı düzeydedir. Hatta gördüklerimiz bile beynin uydurmasıdır. Görme sinirinin retinayı delip geçtiği bölümde görme işlemi gerçekleşemez. Dolayısıyla görme alanımızda nereye bakarsak bakalım boşluklar olmalı. Ama yok... Gözbebeklerimiz sürekli hareket eder. O halde dünyayı elinde kamerayla koşan bir adamın video kaydı gibi görmeliydik ama öyle görmüyoruz. Örnekler o kadar çok ki, üstüne kitap bile yazılır. Hatta ben yazdım bir tane. Tüm hayatımız beynimizin bir simülasyonu.

Bir hekim olarak bilinç ve beyin ikilisi arasındaki akrabalığı nasıl tanımlıyorsunuz?

Anne-çocuk… Bilinç beyinden çıkar. Bilinç beynin yavrusudur. Ayrıca nasıl ki bir anne hayatı minik bebeğinden çok daha iyi tanıyor ve ona iyiliği için sadece bilmesi gerektiği kadarını sunuyorsa, beyin de bilincimizi bir anne gibi gereksiz uyarılardan korur. Misal, hiçbir anne bebeğine vahşi cinayetleri anlatmaz. Onun gelişimi, iyiliği için gerekli, çiçekli böcekli hikâyeleri anlatır. Sağ olsun, beynim de örneğin şu anda sizin sorularınızı yanıtlarken bulunduğum odadaki makine sesi gibi pek çok uyaranı algılamasına karşın, yüksek kortikal fonksiyonlarımı onlarla meşgul etmez ve sorularınıza rahat rahat odaklanmamı sağlar. Ne yazık ki anne normal olmayınca çocukta da hastalıklar ortaya çıkıyor. Az önceki örneğin zıddı olarak beynim dış uyaranlara uygunsuz derecede aşırı hassas olsaydı ben de muhtemelen otistik olacaktım.

Sizce mutlu ve sağlıklı bir yaşamın sırrı hangisinden geçer?

Bu soru daha nitelikli ve çalışma yapma imkânları benden daha fazla olan pek çok araştırmacı tarafından defalarca sorulmuş. Bu konuda dünyanın en uzun araştırmalarından birini Harvard Üniversitesi gerçekleştirdi. O kadar uzun soluklu bir çalışmayı tamamlamayı başardılar ki, pek çok katılımcının ve araştırmacının sonuçları görmeye ömrü vefa etmedi. Neredeyse bir asır süren ve yüzlerce kişinin incelemesine dayalı bu araştırmanın neticeleri dört yıl önce ilan edildi. Bu çalışmanın ortaya koyduğu veriler, ilişkilerimizin sağlığımız ve vücudumuz üzerindeki olumlu etkisinin önemini büyük bir netlikle ortaya koyması açısından çığır açıcı. Elde edilen verilere göre 80’li yaşlarda en sağlıklı olanlar 50’li yaşlarda insan ilişkilerinden en fazla doyum sağlayanlar. Bu sonuç kolesterol seviyelerinden bile daha anlamlı bulunmuş. Yani insanlarla olan ilişkileriniz sağlığınız üzerinde kolesterol değerlerinizden bile daha mühim. Ek olarak, iyi ve sıcak ilişkilerin para veya şöhretten daha fazla mutluluk getirdiği rapor edilmiş. Diğer insanlarla olan bağlarımız bizi stresten koruyup fiziksel ve zihinsel yıpranmayı geciktiriyor. Stres hormonu olan glukokortikoidler cilt ve kemik kalitesinin bozulmasından şeker ve tansiyon yüksekliğine kadar pek çok olumsuz etkiye yol açar. İyi insan ilişkileri uzun ve mutlu bir hayat için sosyal statü, IQ ve hatta genlerden bile daha büyük öneme sahip. Eşlerinden ve evliliğinden memnun katılımcıların daha uzun ve daha mutlu bir hayatları olduğu tespit edilmiş. Çalışmayı yürüten ekipten Dr. Waldiner sonuçları “yalnızlık öldürür ve en az sigara ya da alkolizm kadar zararlıdır” şeklinde yorumluyor. Kuvvetli sosyal desteğe sahip insanların bilişsel fonksiyonları da daha uzun süre iyi şekilde muhafaza ediliyor. Yani sosyal ilişkilerin iyi olması Alzheimer gibi hastalıklar açısından da koruyucu. İyi ilişkiler sadece vücudumuzu değil, zihnimizi de korur. Bu çalışma 1930’lu yıllarda başladığında sosyal ilişkilerin sağlık veya mutlulukla bir ilişkisi olabileceğini kimse öngöremiyordu. Ne kadar geniş parametrelerin değerlendirmeye alındığını göstermesi açısından söyleyeyim; katılımcıların kafataslarının antropometrik ölçümleri, kaş çıkıntıları, benleri, EEG sonuçları ve hatta el yazıları dahi kayıt altına alınmıştı. Tabii bu verilerin hiçbirinden istatistiksel olarak anlamlı sonuç çıkmadı. Yani el yazınızın veya benlerinizin hayat kaliteniz ve mutluğunuz üzerinde bir etkisi yok. Çalışmaya başladıktan yaklaşık 40 yıl sonra en belirleyici parametrenin sağlıklı sosyal ilişkiler olduğu şaşkınlıkla fark edilmeye başlanmış. Çalışmaya dahil olan araştırmacılardan psikiyatrist Dr. George Vaillant “1920’li, 1925’li yıllarda enkaz denecek hale gelmiş insanların çok sağlıklı 80’likler haline geldiğini gördük. Ayrıca hayatlarının erken döneminde yıldız olan insanların hayatlarının son dönemlerinde enkaz haline geldiğini gördük. Burada en belirleyici parametre yine kişinin çevresindekilerle olan ilişkisi” diyor.

Bilincimiz kapalıyken “beyin sapı” denen doku sayesinde yıllarca yaşanabileceğinden söz ediyorsunuz. Halk arasında bitkisel hayat dediğimiz nokta sanırım. Bir mucize gerçekleşebilir mi?

Çok ciddi beyin hasarı sonrasında sadece beyin sapı sayesinde hayatta kalan insanların bizim gibi entelektüel işlevlere sahip, konuşabilen, hareket edebilen kişilere dönüşmesi ancak bir mucize sayesinde olur. Tıbben mümkün değil. Ancak her komaya giren sekelli kalır, eskiye dönemez diyemeyiz. Komanın nedeni burada en belirleyici etmen. Örneğin, hiç unutmuyorum, genç bir hastamı intoksikasyon şüphesiyle servisimizin ara yoğun bakımına yatırmıştım. Hasta nefes dahi alamadığından, akciğerine hortum yollanıp solunum cihazına bağlanmıştı. Ertesi sabah biz vizitteyken aniden ağzındaki burnundaki hortumları çekip çıkartarak “Nerdeyim ben?” diye bağırmaya başladı. Bir daha böyle dramatik bir uyanış görmedim. Tabii bu hasta oldukça gençti ve koma nedeni beyin hasarı değil, zehirlenmeydi. İlaç vücuttan ıtrah edilince çok hızlı bir düzelme olmuştu. Tam tersi bir örnekte de, çocuk yaşta bir hastamızın beyin dokusunda o kadar ciddi bir küçülme vardı ki, “MR’ı yanlış çekmişsiniz, beyin dokusu görünmüyor” diyerek MR teknisyeniyle tartışmıştım. Tabii o zamanlar çok çömezdim. İkinci örnekteki hastamız sağlıklı bir insanın fonksiyonlarına asla kavuşamaz. Fakat bu şekilde iyi bir bakımla çok uzun süre yaşayabilir. Örneğin Eluana Englaro isimli İtalyan bir kadın 17 yıl boyunca koma halinde kalmış ve 9 yıl süren mahkeme sonucunda, 2008’de ötenazi hakkı kazanarak yaşamına ailesinin isteğiyle son verilmiştir.

Sadece eylem ve düşünceyle kendini değiştirebilen bir beynimiz olduğundan söz ediyorsunuz. Bu halk arasında “olumlu düşün, olumlu olsun” fikrini ne kadar destekler?

Hepimiz öznel gerçekliğimizle yaşarız. Beyin nasıl farkında olmadığımız ve örneğini verdiğimiz bilinçaltı mekanizmalarla gerçekliğimiz üzerinde etki ediyorsa, biz de tam tersini yapabiliriz. Yani kısaca “beyin bizi kandırıyorsa, biz de onu kandırırız”. Daha anlaşılır olması açısından evde herkesin uygulayabileceği basit bir deneyden bahsetmek istiyorum. Silikon bir el bulup önünüzdeki masaya koyun. Bu esnada kendi elinizi göremeyeceğiniz bir yere, söz gelimi masanın altına yerleştirin. Eğer bir arkadaşınız gözünüzün önündeki silikon eli ve göremediğiniz kendi elinizi aynı anda sıkar ve bunu birkaç kez tekrarlarsa, beyniniz, sıkılan el görüntüsünden gelen görsel iletileri ve elinizdeki dokunma duyusundan gelen iletileri birleştirip sahte eli kendi uzantınız gibi algılamaya başlar. Dahası, eğer biri aniden bir çekiçle silikon ele vurursa, emin olun, kendi elinize vuruluyor gibi yerinizden zıplarsınız. Sonuç olarak, isterseniz kendi vücut algınızı bile manipüle edebilirsiniz. Beynin yenilik ve değişime müsait olması haline, ya da daha basitçe beynin kendini dönüştürebilme kapasitesine nöroplastisite denir. Profesyonel olarak viyolonsel çalan insanlarda sol el parmaklarından sorumlu beyin bölgesinin normal insanlardakinden çok daha büyük olması nöroplastisiteyle izah edilir. İngiltere’de taksi şoförü olabilmek için Londra’daki labirent gibi 25 binden fazla sokak haritasının ezberlenmesi gerekir. Bu testten öncesi ve sonrası karşılaştırıldığında, katılımcıların hafıza ile ilgili beyin bölgesinin boyutunun sınavdan sona belirgin olarak artmış bulunması da yine nöroplastisite örnekleridir. İşte, eskiden hiç değişmez, yenilenmez sandığımız sinir sistemi hakkında yeni öğrendiğimiz bu bilgiler pozitif düşüncenin gücüne bilimsel saygınlık kazandırmakta. Artık kişisel irademize bağlı etmenlerle gözle görülür boyutta değişebilen bir organ tarafından yönetildiğimizi biliyoruz. Evet, ben olumlu düşüncenin hayat kalitemizi çok artıracağını düşünüyorum. Fakat bu saf bir Pollyanna’cılık boyutunda olmamalı. Tüm dünyada çok satan ünlü Secret kitabında yazıldığı gibi, “iyi düşünürsen iyi olur, hatta dış dünyada fiziksel değişikliklere bile yol açabilirsin” iddiasını en hafif tabiriyle kötü niyetli buluyorum.

İnsan bilincini yaşam koşullarının şekillendirdiğini düşünürüz. Siz ise genetik etmenlerin kişiliğin vazgeçilmezi olduğunu vurguluyorsunuz. Peki, kişisel gelişimin karşılığı nedir? Bunu biraz açar mısınız?

Örneğin duygularınızı kontrol edemezsiniz. Siz şimdi bir karar alsanız, “hayatımın sonuna kadar hiç üzülmeyeceğim” deseniz bu mümkün olmaz. Ancak “üzüldüğüm zaman etrafımdakilere bağırmayacağım” gibi davranışsal bir hedef koyarsanız bu mümkün olabilir. Hollandalı nörobiyolog Dick Swaab bu konuda birçoğumuzdan daha katı düşünüyor. Ona göre adalet sistemi adil olanı tespit etmeye değil, grubun hayatta kalmasına yönelik bir sistemdir. Suçlu insanların pek çoğunda altta yatan nörokimyasal bir etmen bulunduğundan söz eder. Misal, savaş sonrası agresif davranışlar sergileyen Vietnam gazilerinde, beynin prefrontal korteks dediğimiz muhakemeden sorumlu alanında küçülme gözlenmiştir. Erkeklerin en agresif olduğu ergenlik dönemi aynı zamanda testosteron pikinin yaşandığı dönemdir. Hapishanedeki insanlar ve kontrol grupları karşılaştırıldığında hem kadın hem erkeklerde mahkûmların testosteron seviyeleri defalarca daha yüksek bulunmuştur. Terörist bir grubun üyesi olan ve 43 kişinin ölümüyle ilişkili bulunan Alman gazeteci Ulrike Meinhof’un beyninde, beynin korku merkezi olan amigdalaya bası yapan bir anevrizma tespit edilmiş. Ciddi akıl hastalığı olan suçluları saymıyorum bile… Kişisel gelişimin etkileri elimizde olmayan nörokimyasal olayların etkilerinden daha zayıf diye düşünüyorum.

Yaşadığı bir kaza sonucu neşeli ve nazik bir insandan kaba, agresif, küfürbaz bir insana dönüşen Phineas Gage’nin hikâyesi çok şaşırtıcı! Peki, bu tür kazalardan sonra sosyal çevresinin aynı olması ve yaşanmışlıkların tedavide etkisi olması gerekmez mi?

Klinik pratikte ufak bir beyin hasarı sonrası öyle dramatik değişiklikler görünüyor ki… Örneğin asistanlık dönemimde, yakınlarının tonton teyze olarak tabir ettiği yaşlı bir kadın hastamız hemşire odasından bıçak çalıp üzerimize yürümüştü. Beyin hasarı sonrası çoğu zaman fizik tedavi gerektiği gibi, davranışsal ve ruhsal rehabilitasyon da gerekebiliyor. Bach-y-Rita gibi araştırmacıların dile elektrot yerleştirerek tat alma duyusunu dengeyi uyarmada, taktil uyarıyı görme yolağını oluşturmada kullandıkları akıl almaz çalışmaları var. Ancak günlük pratikte sizin söylediğiniz gibi beyin hasarı sonrası sosyal çevreyi işin içine katıp ciddi başarı elde eden bir rehabilitasyona tanık olmadım. Yani beyin üzerinde ciddi modülasyon sağlayan çalışmalar var, ancak rutin klinik tecrübelerimiz beyin hasarı sonrasında özellikle kişilik değişikliklerinin çoğu zaman kalıcı olabileceği yönünde.

En önemli kararları verirken bile ‘özgür iradeye’ sahip olmadığımızı söylüyorsunuz. O zaman bu kararlar bizim seçimlerimiz olmadığı anlamını mı taşır?

Evet… Bakın, ‘ihmal sendromu’ denen ve hiç de nadir görmediğimiz bir durum mevcut. Sıklıkla beynin sağ tarafının hasarı sonrası gelişiyor. İhmal sendromu nasıl prezante olursa olsun, hemen hemen tüm hastaların ortak özelliği, taraf ihmalleriyle ilgili bir bahanelerinin olmasıdır. Bu durumda hastalar tek tarafı algılamakta zorluk çeker. Örneğin başını sol tarafa çevirmez çünkü orda çok güneş vardır veya kâğıdın sol tarafına ağaç resmi çizemez çünkü ağaç çizmeyi sevmiyordur ya da sol kolunu kaldıramaz çünkü çok yorgundur, vs… Eğer beyin beklediği bölgeden beklediği geri bildirimi almazsa durumu amirine, yani beynin en üst tabakası olan kortekse haber verir. Serebral korteks de tecrübeli ve ideal bir amirin yapacağı gibi durumu idare eder. Korteks ise bir hikâye uydurma ustasıdır. İhmal sendromunda hastalar algılamadıkları yarılarıyla ilgili türlü yaratıcılıkta bahaneler bulur. Dr. Gazzaniga’nın bir çalışmasından bahsetmek istiyorum. Metodolojisinden kitapta bahsettiğim bir yöntemle Dr. Gazzaniga ‘kırmızı’ kelimesini sadece beynin sol hemisferine, ‘muz’ kelimesini ise sadece beynin sağ hemisferine gösterir. Daha sonra hastadan sağ beynin yönettiği sol eliyle bir resim çizmesi istenmiştir. Katılımcı da beklendiği üzere bir muz resmi çizer. Neden muz resmi çizdiği sorulduğundaysa, sol eliyle en rahat çizebileceği nesnenin bu olduğu cevabını verir. Ancak gerçek neden beynin sağ hemisferine bu kelimenin gösterilmesidir. Hasta burada yalan söylemiyor. Öyle olduğuna inanıyor. Çünkü beyni öyle olduğuna inanmasını istiyor. Nobel ödüllü nörobiyolog Roger Sperry beynin sağ tarafına yazılı olarak ‘kalk ve yürü’ komutu verdiği ve kalkıp yürümeye başlayan bir hastasına neden kalktığını sorduğunda ‘sıcak çikolata almaya gidiyorum’ yanıtını almıştır. Sol beyin her şeye bir neden bulur. Bizi de inandırır. Örneğin kendinizi dış dünyadan ve tüm uyaranlardan tamamen izole ederseniz zihniniz kendi gerçekliğini ‘yaratır’ ve çok canlı halüsinasyonlar görürsünüz. Beyin boşlukları sevmez. Her şeyi açıklamaya çalışır. Açıklaması yoksa uydurur. İşte gerçeklik dediğimiz şey aslında budur. Çünkü beynin asli görevi dış dünyayı algılamak değil, bizi dış dünyayla uyumlu hale getirmektir. Gerçeğin değil, pragmatik olanın emrinde evrimleşmiştir. Aldığımız her kararda farkında olmadığımız mekanizmaların etkisi altında olduğumuz muhakkak.

Geçmişiniz acılarla ve travmalarla doluysa geleceğe umutla bakmak zor diyorsunuz. O zaman insanın suç makinesine dönüşmesi beyin tarafından engellenemez mi?

Teorik olarak mümkün. Ancak insan beynine dışarıdan müdahale etmek etik değil. Dünyadaki 7,5 milyar insana oksitosin versek hepimiz barışçıl hippilere dönüşürdük muhtemelen. Belki gelecekte uygulanır. Annelik hormonu veya aşk hormonu olarak bilinen bu kimyasal, kişilerin birbirine bağlılık ve anlayış göstermesinde rol oynar. Korku ve agresyon merkezi kabul edilen amigdalayı baskılar. Bilinen az sayıdaki negatif etkisinden biri ırkçılığı körüklemesi. Oksitosin uygulaması sonrası insanlar farklı ırklardan kişilere karşı daha negatif tepkiler verir. Oksitosin öncelikle kendinden olana bağlılık sağlar.

Bazen bir şeyleri unutmamak için kodlayabiliyoruz. Örneğin bir hafta sonra yapılacak etkinlik için gözle görülür bir yere işaret koymak ya da bir ismi unutmamak için aynı isimde tanıdık biriyle eşleştirmek gibi. Bu yöntem için ne söylemek istersiniz?

Bir bilginin hafızadaki yerinin sağlamlaşması o bilgiye ait sinaptik bağların güçlendirilmesiyle sağlanır. O bilgiyi kendinize ne kadar çok hatırlatırsanız unutmak da o kadar zor hale gelir. Yani dediğiniz gibi, hatırlatıcı notlar oldukça faydalı. Ders çalışırken aynı konuyu tekrarlayarak onun hafızanızdaki yerini, dolayısıyla oluşturduğu sinaptik bağlantısını kuvvetlendirerek belleğinizdeki mevcudiyetini sağlamlaştırabilirsiniz. Uyku da bu bağların kuvvetlenmesinde rol oynar. Insomnia hafıza bozukluğuna yol açar. “Bir iş yapa yapa öğrenilir” deyimi de çok doğru bir ifadedir. Çünkü tekrarlayan uyarılar hafızadaki yerin sağlamlaşması için önemli. Hafızanın temeli budur. Bu durumun istisnası travmatik anılardır. Onları hatırlamak için tekrara ihtiyaç yok. Yoğun duygusal yük taşıyan anılar amigdala adı verilen bir yapı tarafından damgalanıp hafızaya öyle yollanır. Sonuç olarak travmatik anılar tekrarlamanın sağlamlaştırıcı etkisine gerek kalmadan uzun süreli hafızanın başköşesine kurulur ve yerinden asla kalkmaz. Amigdala beyinde korkunun merkezidir. Bu mekanizma muhtemelen benzer bir tehlike ânında hızlıca uyarılmamız için vardır. Daha önce vahşi bir hayvanın saldırısına maruz kaldıysanız, şimdi o hayvanın sesini duyduğunuzda “Bu ses neydi acaba?” diye düşünüp oyalanmadan hemen kaçmanız sağlanır.

Gürültülü mahallelerde yaşayan çocuklarla sakin mahallelerde yaşayan çocukların zekâ gelişimiyle ilgili bir araştırmadan bahsetmişsiniz. Hatta ‘beyaz gürültü’ dediğimiz makine sesleri gibi belirgin uygulamaların otizme götürdüğüne dair sonuçlar var. Tüm bu verilere baktığımızda geleceğimiz tehlike altında diyebilir miyiz? Bunun için ne yapabiliriz?

Geleceğimizin tehlike altında olduğu muhakkak… Benim çocukluğumda Jetgiller’de izlediğimiz uçan araba-temizlikçi robot ütopyaları yerini çevresel felaket distopyalarına bıraktı. Geçenlerde insan dokularında beklenenden yoğun seviyelerde mikroplastik tespit edildiği haberini okudum. Bahsettiğiniz ses kirliliği de dahil olmak üzere her türlü kirliliğin tehdidi altındayız. En çok hangi kirlilik türünden etkileneceğiz, öngöremiyorum. Yani “tüm renkler hızla kirleniyordu, birinciliği beyaza verdiler” noktasından kirlilik nedeniyle renkleri seçemediğimiz bir döneme giriyoruz.

İyi insan ilişkilerinin mutlu ve uzun bir hayat için sosyal statü, IQ ve hatta genlerden daha önemli olduğuna dair yapılan araştırmayı okurla paylaşıyorsunuz. Beyinde iyi insan ilişkilerini kurmak için tanımlanmış bir bölge veya alan var mı?

 Sosyal ilişkiler gibi yüksek kortikal fonksiyonların, yani bizi biz yapan düşünsel ve mantıksal muhakemenin işlendiği bölge kabaca prefrontal kortekstir. Ama beyin haritalandırma çalışmaları tam da şu bölge iyilikten sorumludur diyecek bir bilgi sunmuyor. Bana göre iyi insan yaratma ütopyasının en etkili yolu oksitosin verilmesinden geçiyor. Böyle bir uygulama halk oylamasına sunulsa ben ‘evet’ oyu verirdim. Çünkü kadın cinayetlerinden, şiddetten, tacizden bezdik. Şahsen konforun özgürlükten daha kıymetli olduğunu düşünüyorum. Gerçeğe değil, pragmatik olana değer vermek gerek. Gerçek zaten sübjektif bir yanılsamadan başka bir şey değil.