Hasan Âli Yücel’den “Kemalist ikon yaratmak”?

"Belli ki Aktar ve Gözaydın, kitaptan çok kendi beklentilerinden söz ediyorlar. Charles Dickens biyografisi yazan birisine, 'Çartizm’in bir işçi hareketi olarak yetersizliğinden niye bahsetmedin?' diye çıkışmaya benziyor bu."

10 Mayıs 2021 12:58

K24’te geçen hafta Tanıl Bora’nın Hasan Âli Yücel biyografisi hakkında hacimli sayılabilecek bir eleştiri yayınlandı.[1] İştar Gözaydın ve Ayhan Aktar’ın tefrika ettikleri eleştirinin büyük bölümü Bora’nın bazı kaynakları eksik kullandığı (Faik Ahmet Barutçu’nun anıları gibi), bazılarını ise hiç kullanmadığı yönündeki tespitlerden oluşuyor. Aktar ve Gözaydın, Bora’nın doğru “kaynak”ları kullanmadığı ya da kaynakları “doğru kullanmadığı” için Hasan Âli’ye ve dönemin ruhuna nüfuz edemediği kanısındalar. Buna paralel bir yöntem tartışması da yürütüyorlar. Kuşkusuz, eleştirilere doğrudan cevap vermek ya da Tanıl Bora’yı müdafaa etmek benim işim değil. İhtiyaç duyarsa bunu kendisi yapacaktır. Ancak yazının dörtte üçünü kaplayan kaynak ve yöntem tartışmasının Aktar ve Gözaydın’ı kitabın içeriğinden ve argümanlarından bir hayli uzaklaştırıp kâh bir doktora tez jürisi üslubuyla kâh bir emekli büyükelçi edasıyla Bora’ya nasihatler vermeye yönelttiğini söyleyelim. Bu da yazıyı güncel siyasal tartışmaların hararetiyle yüklü bir polemik zeminine çekiyor.

Aktar ve Gözaydın kaynak ve yöntem tartışması dışında, satır aralarında Bora’ya bir siyasi eleştiri yöneltiyorlar. Bu eleştirinin temel sorunu kitapta savunulmayan bir siyasi pozisyonun Bora’ya atfedilmesi. Yazının sonsözünde söz konusu eleştiri şöyle toparlanmış:

“Metinde kendini sol veya çağdaş sayan kesimin yıllardır yelkenlerini şişirdiği nostalji rüzgârı karşısında eğilen bir hava hissettik. İçinde yaşadığımız günlerde, kendini ‘tek adam rejimine’ muhalif sayan insanların Kemalist nostalji edebiyatına kapılmalarını anlayabiliyoruz. Yaklaşık çeyrek yüzyıldır siyasi bir perspektifi olmayan bir duygusal nostalji dalgalanmasının içinde debeleniyoruz zaten. Tabii ki entelektüel ve politik düzeyde böyle bir cendereden çıkışın nasıl olacağını tartışmanın yeri burası değildir. Fakat 1940’ların ‘tek adam rejimi’ olan Millî Şef İnönü hükümetinin bakanı olan Hasan Âli Yücel Kemalist ikonuna iliştirilmiş Köy Enstitüleri’nin veya klasiklerin neden tekrar tekrar mitleştirilip önümüze konduğunu anlamak da mümkün değil.”

Bir başka yerde benzer bir eleştiri Bora’nın Hasan Âli’yi ikonlaştırıp reenkarne ettiği ve “Kemalist bir ikon olarak tekrar tedavüle soktuğu” iddiasıyla birlikte ileri sürülüyor.

İlkin, Hasan Âli Yücel biyografisinden bağımsız olarak, Gözaydın ve Aktar’ın “Kemalist nostalji”ye ilişkin bazı endişelerini paylaştığımı belirtmek isterim: 2012’den sonra AKP’nin adım adım kurduğu, kural tanımaz tek-adam rejiminin neticelerinden birisi Kemalist tek parti devrinin giderek bir nostalji halesiyle çevrelenmesi ve özellikle akademide Kemalizm’in restorasyonuna yönelik bir yaklaşımın ağırlık kazanması oldu. O kadar ki, Güneş Dil Teorisi’nin ve Türk Tarih Tezi’nin bile “dönemin şartları”nda normal olduğunu savunan apolojetik tezler ortaya çıktı. Bu yaklaşım haklılığını (tabii buna “haklılık” denebilirse) kendi iç tutarlığından ziyade Türkiye’nin halihazırda bir İslamo-faşizan diktayla yönetilmesinden alıyor: 2021’deki memleket ahvalinden hareketle 1920’li yıllar meşrulaştırılırken, İstiklal Mahkemeleri’nde apar topar asılanlar (Cavit Bey’in esaslı bir biyografisi hâlâ yazılmadı), Takrir-i Sükûn Kanunu, gayri Müslimleri dışlayan vatandaşlık tanımı, Serbest Fırka’nın ve isyan eden Kürtlerin tedip edilmesi gibi olaylar ya sümenaltı ediliyor ya da en iyi ihtimalle “dönemin şartları”yla açıklanıyor. Bu mantıkla “AKP devri” de gelecekte bir gün çağın popülist rejimleri ve liderlerine atıfla, “o zamanın şartları öyleydi” diye aklanabilir. Bugün hukuk sisteminden haklı olarak yakınan birçok Kemalist, üç Ali’nin Mustafa Kemal Paşa’nın talimatıyla başkanlık ettiği İstiklal Mahkemeleri duruşmalarına, Mahmut Goloğlu’nun kitaplarında anlatılanlara girmek istemiyorlar. Erken Cumhuriyet’in kültürel kazanımlarından ibaret bir Kemalist altın çağ tahayyülü, Kemalizm sırf bundan ibaretmiş gibi öne çıkarılıyor.

Ancak Tanıl Bora’nın Hasan Âli biyografisi Gözaydın ve Aktar’ın tespit ettikleri bu eğilime uymadığı gibi, kitabın Kemalizm ile alakalı bölümlerinde hayli eleştirel bir Hasan Âli portresi sunuluyor. Bu nedenle Aktar ve Gözaydın’ın kasıtlı ya da kasıtsız, Bora’nın kitabını yanlış okudukları kanısındayım.

Şimdi Hasan Âli’nin bir Kemalist ikon olarak “tedavüle sokulup” sokulmadığına kitaptan bazı alıntılarla bakalım. Tanıl Bora, Hasan Âli’nin “Türk”lük mefhumu, milli hasletler, milli bilinç ve milliyetçilikle ilişkisinden şöyle bahsediyor:

“1930’ların başında, kontrollü muhalefet (Serbest Cumhuriyet Fırkası) denemesinin gördüğü büyük teveccüh, Ağrı Kürt isyanı, Menemen “irtica” isyanı ile rejim ‘gönülleri kazanmadaki’ eksiğini hissetmiş, bu açığı kapatma ihtiyacına girmişti. Kemalizmi doktrinleştirmeye ve bu çabanın da omurgası olarak milliyetçiliğin ateşini harlamaya bunun üzerine girişilmişti. Hasan Âli’nin 1930’lardaki ‘yüksek performansı’, milliyetçiliği bir seküler din makamına koyan bu seferberlik devrinin icaplarına oturur.” (s. 127)

Hasan Âli’yi ikonlaştırmak isteyen bir yazar herhalde onun 1930’ların –seküler din makamına taşınan– milliyetçilik seferberliğindeki konumunu ve gayretkeşliğini böyle vurgulamazdı.

Bora, Mustafa Kemal hakkında ise şu analizi yapıyor: “O, kitleden çok, –lâfzen “millet”e konuştuğunda bile– bir milliyetçi öncüler grubuna hitap ediyordu, bu seçkin grup içindeki karizmasıyla temayüz etmişti.” (s. 194) Ardından Atatürk sevgisi ile milliyetçiliğin kolektif narsisizminin nasıl birleştiğini izah ederken Hasan Âli’nin de içinde bulunduğu erken Cumhuriyet aydınlarının Atatürk ikonografyasıyla hastalıklı sayılabilecek ilişkisinden şöyle bahsediyor:

“Atatürk sevgisi milliyetçiliğin kolektif narsisizmiyle birleşir. Atatürk ikonografisi gerek etno-merkezci gerek ‘cumhuriyetçi’ millî mefâhirin hazinesi olarak iş görür. Bu kült gerek eski-Türkçü gerek Türk-İslâm tarih anlatılarında ‘devlet geleneğine’ atıfla baş’a verilen özsel-ilkesel önemle de bütünlenir: ‘Biz’, kadimden beri, potansiyelimizi başımızdakinin kut’u ölçüsünde gerçekleştiriyoruzdur.” (s. 195)

Hasan Âli’yi “Kemalist ikon” mertebesine taşımak ve yeniden mitleştirmek isteyen birisi Kemalist mitolojinin işleyiş tarzını böyle mi analiz eder?

Okuru peş peşe alıntıya boğmak usandırıcı bir şey ama Özaydın ve Aktar’ın “Kemalist ikon” iddiasının yanlışlığını göstermenin başka bir yolu da yok. O yüzden alıntılarla devam edelim.

Carlyle’ın Kahramanlar’ına yazdığı önsözde Hasan Âli’nin Mustafa Kemal’e Tanrılık vasfı atfettiği, öncesinde de “O bir insan mı? Olamaz. O bir cihandı. Fezalara sığmamalıydı” yollu methiyeler düzdüğü aktarılıyor. (s. 196) Hasan Âli’nin yıllar yılı dalkavuk namıyla anılmasına sebep olan meşhur “sıfır anekdotu” da uzun uzun, tafsilatıyla anlatılıyor. Hasan Âli’nin Kemalizm’e yönelik abartılı –neredeyse dinî boyutlara varan– hayranlığına yönelik birçok eleştirel yorum var. İkon yaratmak isteyen yazar bu eleştirileri yapıp belki Hasan Âli’nin kendisinin bile hayatının son demlerinde unutmak istediği konuları açar mı?

Kitapta Hasan Âli’nin sadece Atatürk kültüne değil, Millî Şef-İnönü kültünün inşasına yönelik katkılarına ilişkin de birçok eleştiri var. Örneğin İnönü’nün emriyle matruş gezmesi gibi anekdotlar dışında Hasan Âli’nin Şef’e “arz-ı ubudiyet” sunduğu da söyleniyor ki, bu az buz bir eleştiri değil:

“Hasan Âli’nin, İnönü’nün Millî Şefliği etrafındaki kültün gayretkeşlerinden olduğunu da belirtmek gerekir. 1941 Gençlik ve Spor Bayramı nutkunda söyledikleri, tam manasıyla bir ‘arz-ı ubudiyet’ (kulluğunu arz) söylemidir: ‘Atatürkümüzün fani hayata gözünü yumduğu anda itibaren, idareyi ve iradeyi temiz ellerine alan Büyük Şefimiz İnönü, tıpkı önünde ve karşısındaki şu duruşumuz gibi, Türk milletini bir bütün olarak her emrine hazır, her sözünü dinler halde buldu ve daima öyle bulacak. Türk milletinin varacağı her iyi kararı, her türlü korunma ve yaşama kudretlerini onun yüce şahsında görüyoruz. Ona inanıyoruz. Yurttaşlarım; ona inanıyoruz. Çünkü o da bize inanmaktadır. İnönü Şefimizdir; İnönü Başbuğumuzdur. İnönü Türk milletinin duyan kalbi ve düşünen başıdır.’” (s. 200)

Bunlara bakınca Gözaydın ve Aktar’la aynı kitabı mı okuduğumuzu sormadan edemedim, zira eleştirilerinin künhü kitabın bu bölümlerine dayanıyor. Anlaşılan Aktar ve Gözaydın, Bora’nın kitabını belirli bir önkabulle (“Ankaralı” yazarın Kemalizm savunusu) okumaya başlamışlar ve hemen her sayfada bunu doğrulayacak ipuçları aramışlar – bir Kemalist “hava” koklamışlar.

Yanlış anlaşılmasın, Tanıl Bora’nın Hasan Âli Yücel’le herhangi bir özdeşlik kurmadığını iddia ediyor değilim. Sevmediği birisinin biyografisini yazmak normal şartlarda olabilecek bir şey değil zaten. Bu nedenle biyografi yazımında sempati-antipati dengesinin daima gözetilmesi beklenir. Tanıl Bora da bunu kitabın bazı kısımlarında çok iyi yapmış ama bazı kısımlarda bir mesafe kaybı hissediliyor. Ama bu, Gözaydın ve Aktar’ın ima ettiği gibi Kemalizm ya da Millî Şeflik gibi paydalarda Hasan Âli’yle buluşmak, kenetlenmek anlamına gelmiyor. Bora’nın daha ziyade kendi “yayıncı iştahı”yla Hasan Âli’nin “erudition”u arasında bir yakınlık kurduğu kanısındayım:

“Gerçekten, olağanüstü iştahlıdır Hasan Âli. Yaratma, eser verme, temayüz etme arzusu, aydınlatma-öğretme misyonuyla birbirine dolanmıştır. Sadece ona mahsus bir azim ve gayret değil bu; erken Cumhuriyet’in aydın kuşağı, bir öncü seçkin azınlığın görev bilinciyle, ‘bilir bilmez’ anlatmaya, –yani biraz öğrendiği şeyi hemen öğretmeye– yatkın olmuş. Çeviriyle telifin birbirine karışması, farklı alanlarda yayın yapma cür’eti bunun neticesi.” (s. 173)

Şurada da Hasan Âli’nin yayıncılık gayreti toplam yekûnuyla, kendi başına bir erdem gibi sunulmuş:

“Hasan Âli’nin… şahsî yayın seferberliğine dönelim... Bahsettiğimiz kitaplarından gayrı, gazete ve dergilerde sürekli fıkra ve makale yazar. Millî Mecmua’da 1923-1928 arasında düzenli yazıları çıkmıştır: dörtte üçü edebî eleştiri, dörtte biri siyasî deneme. 1924-1938 arası Akşam gazetesinde yazdı… Edebiyat incelemelerine, Mevlana’nın Rubailer’ini çevirmesine ve Tevfik Fikret’in şiirlerini yeni harflerle yayımlamasına önceki kısımlarda değinmiştik.” (s. 175)

Bu kısımlarda Tanıl Bora, Hasan Âli’ye karşı eleştirel mesafesini kaybediyor ama zaten biyografi yazarı Hasan Âli’nin her yaptığını eleştirmek zorunda da değil. Yayıncılık gayreti dışında, nüktedanlığı ve iyi huyluluğu hakkında yazılanlar bence kitabın okuması en keyifli kısımları.

Klasikler ve Aydınlanma

Aktar ve Gözaydın’ın bir başka eleştirisi Hasan Âli’nin “Tercüme Bürosu”ndan çevrilen klasiklerle ilgili “aydınlanma” mitosuna Tanıl Bora’nın “can suyu” taşıdığı yönünde. Tam olarak şunu demişler:

Hasan Âli Yücel Kemalist ikonuna iliştirilmiş Köy Enstitüleri’nin veya klasiklerin neden tekrar tekrar mitleştirilip önümüze konduğunu anlamak da mümkün değil. Bizce tarihçinin veya biyografi yazarının görevi mitlere can suyu taşımak değil, onların ortadan kalkmasına katkı yapmaktır.”

Ayrıca “devlet eliyle klasik çevirterek aydınlanma olmaz; aydınlanmanın tabana yayılması gerekir” mealinde bir şeyler de söylüyorlar. Buna gelmeden önce Tanıl Bora’nın –Gözaydın ve Aktar’ın iddiasıyla– Tercüme Bürosu “mitine” nasıl “can suyu taşıdığı”na bakalım. Kitapta Tercüme Bürosu kanalıyla çevrilen ve sipariş edilen klasiklere ilişkin muhtelif değiniler dışında, tespit edebildiğim kadarıyla derli toplu verilmiş bilgi şu:

“Tercüme Bürosu, kısaltmasız, ‘vülgerize’ olmayan çevirilerden bir kütüphane oluşturdu. Müracaat halinde özel yayınevlerine çeviri kontrolü hizmeti de sunuluyordu. 1940-1946 arasında 468 kitap basıldı. Milliyetçi-muhafazakâr cenahtan, bu kataloğun Batı merkezci olduğu eleştirisi yapılmıştır. Basılan Şark klasikleri sayısı 15 idi (%3). Yücel’in bakanlıktan uzaklaştırılmasından sonra, 1947-1960 arası çıkan kitap sayısı 408’e düşerken, ‘itibarı iade edilen’ Şark klasiklerinin oranı da anca %7’ye çıkacaktır – ki bunların bir kısmı zaten Yücel döneminde planlanmıştı.” (s. 245)

Bunun devamında Hasan Âli’ye klasik çevirileri üzerinden Batıcı-hümanist suçlamasının ve sağdan birtakım hücumların yöneldiği de anlatılıyor.

Kitabın bu kısımlarında ben klasikler ve Aydınlanma mitine can suyu taşınmasına yönelik bir çaba ya da bir eğilim göremedim. Hasan Âli’nin hayatında önemli bir yeri olan Tercüme Bürosu’na bir Hasan Âli biyografisinde yer verildiği için klasikler mitleştirilmiş mi oluyor? Ayrıca Bora’nın “Aydınlanma bir çeviri faaliyetinden ibarettir ve bu çeviriler yapıldığı sırada Türkiye bir hukuk devletiydi, bağımsız bir sivil topluma sahipti, kültürel özgürlük ortamı memlekete hâkimdi” gibi bir iddiası da yok. Belli ki Aktar ve Gözaydın, Bora’yı kitapta olmayan iddialar üzerinden eleştirmek istiyorlar ve bu yüzden kitaptan çok kendi beklentilerinden söz ediyorlar. Charles Dickens biyografisi yazan birisine, “Çartizm’in bir işçi hareketi olarak yetersizliğinden niye bahsetmedin?” diye çıkışmaya benziyor bu.

Gözaydın ve Aktar aydınlanma ve çeviri faaliyetiyle ilgili fikirlerini sıraladıktan sonra, o tarihlerde haksız yere hapis yatan Nâzım Hikmet’e Savaş ve Barış’ın sipariş edilmesiyle ilgili şunu söylüyorlar:

“‘Aydınlatma’ işi sadece Ankara’da Tercüme Bürosu’nda çalışan, 657 Sayılı Devlet Memurları Kanunu’na tabi kişiler tarafından mı yapılır, bunun biraz da sivil tabanı yok mudur? Aydınlanma denen süreç esas olarak aklın, pozitif bilimlerin, özgürlük, toplumsal ve siyasal ilerleme fikirlerinin egemenliğinin toplumda sağlamlaşması değil midir? Aydınlanma aynı zamanda farklı görüşlerin varlığına saygı duyarak tartışma ortamının gelişmesi ve aykırı görüşlerin yer bulması demek değil midir?

Eğer yukarıda bir çırpıda sıraladığımız bu soruların cevabı ‘evet’ ise, peki Hasan Âli Yücel’in bakanlığı sırasında nasıl bir ülkede yaşıyordu insanlar? Bora, Hasan Âli Yücel’in Tolstoy’un Savaş ve Barış başlıklı klasik romanının çevirisinin Bursa Hapishanesi’nde bulunan Nâzım Hikmet’e sipariş edilmesini kabul ettiğini anlatıyor. Peki, Nâzım Hikmet acaba hangi suçtan 1938-1950 yılları arasında tam on iki yıl hapiste yattı? ‘İhaleye fesat karıştırmak’ suçundan mı?”

Aydınlanmayla ilgili bu görüşlere ben de genel olarak katılıyorum. İdeal Aydınlanma tasarımı budur – pozitif bilimler, ifade özgürlüğü, hukuk hepsi toplumda kökleştiğinde gerçek bir aydınlanmadan söz edilebilir. Ama ideal durumla tarihsel durum her zaman örtüşür mü? Aydınlanma adını verdiğimiz hikâye Batı’da bütün olumlu gelişmelerin aynı anda gerçekleştiği bir matris içinde mi ortaya çıkmıştır? Aydınlanmanın tarihsel örneklerinde bunu mu görürüz? Erasmus, Thomas More, Voltaire ya da Diderot hukuk devletinin ve demokrasinin tam anlamıyla kökleştiği toplumlarda mı yaşamışlardı? Yoksa toplumlar farklı tarihsel ve sosyolojik eğilimlerin zaman zaman çatıştığı, zaman zaman örtüştüğü helezoni bir seyirle mi “aydınlanırlar”? Yani Nâzım Hikmet o sıralar devletin anti-komünizm politikasından ötürü hapiste olduğu için bir başka devlet kurumunun başlattığı klasik çevirileri zayi mi olur?

Aktar ve Gözaydın’ın bir aydınlanma faaliyeti olarak çevirinin rolünü hafife aldıkları anlaşılıyor. Batı’da Rönesans’tan itibaren klasik eserlerin çevirilerinin uygarlığın inkişafındaki rolüne uzun boylu girmenin yeri burası değil. İncil’in ulusal dillere çevirisinin Reform ve Protestanlık çağındaki sonuçlarını hatırlatmak şimdilik yeterli. Esas konumuz olan Osmanlı-Türk modernleşmesinde ise –bir kültürel aydınlanma faaliyeti olarak– çevirinin hayli önemli bir rolü olmuştur. II. Mahmud devrinde Mora isyanından sonra Müslümanların yönetimine bırakılan Bâb-ı Âli Tercüme Odası’ndan yetişip Tanzimat devrinde siyaset, düşünce ve edebiyat hayatında önemli konumlara gelen birkaç kişiyi burada analım: Keçecizade Fuad Paşa, Mehmed Es’ad Safvet Paşa, Nâmık Kemal, Ahmet Vefik Paşa, Sadık Rıfat Paşa, Agâh Efendi, Ziya Paşa, Münif Paşa, Ethem Pertev Paşa vs. Tanzimat devrinde Tercüme Odası, adı üstünde, aydınlanmanın aktörü olan “aydın”ları (ya da “münevver”leri) yetiştiren bir ocak olduğu gibi, dikey bir sınıfsal hareketliliğin de simgesiydi: Devrin sadrazamlarından Mehmed Emin Ali Paşa (1815-1871) Mısır Çarşısı’nda bekçilik yapan bir adamın oğlu olarak girdiği Tercüme Odası’ndan Fransız devlet adamlarını –Lamartine gibi tarihçileri– şaşırtacak bir Fransızcayla çıkmıştı. Erik Jan Zürcher bu konuda şöyle der:

“Dönemin reformcu bürokratlar topluluğu Batı tarzı eğitimden geçmiş ve çoğu çeşitli zamanlarda Tercüme Odası’nda çalışmış insanlardan oluşuyordu. Fransızca bilmeleri sayesinde zamanın Avrupa düşünce akımlarıyla, özellikle 1848’in düşünceleriyle, liberalizm ve milliyetçilikle tanışmışlardı. Bu kişiler Osmanlı aydınının öncüleriydi.”[2]

Aydınlanma elbette çeviri faaliyetinden ya da Tercüme Bürosu gibi devlet kurumlarından ibaret değildir ama çeviri –özellikle Türk modernleşmesi söz konusu olduğunda– onun önemli bir ayağıdır ve Tanıl Bora’nın Hasan Âli biyografisinde bu konuya girilmiş olması bir mitleştirmeden ziyade gerçekçi ve “dengeli” bir anlatım gibi görünüyor.

Kozmopolitlik-Ankaralılık

Aktar ve Gözaydın’ın eleştirisinin sonsözünde, Tanıl Bora’nın –benim de bir parçası olduğum– Birikim dergisinde yetişmiş bir araştırmacı olduğu belirtildikten sonra, ’70’lerin sonunda resmî tarihe yönelik ilk eleştirilerin bu dergide okunduğu ve İstanbul’un kozmopolit havasının dergiye yansıdığı söyleniyor. Buna karşılık Tanıl Bora’nın daha “Ankaralı” bir metin kaleme aldığı ilave ediliyor.

“Ankaralılık” yakıştırması, öyle tahmin ediyorum ki, Tanıl Bora’nın seve seve sahipleneceği bir şeydir. Kozmopolitliğe gelince; bunun iyi bir şey olduğu kesin, ama yazarın ikametgâhından ziyade zihniyetiyle, üslubuyla, duruşuyla alakalı olduğu kanısındayım. Aksi takdirde ölçümüz Tokatlılık, Niğdelilik, Elazığlılık olacaksa, buna tevessül etmek en temelde eşitliğe hiç inanmayan, seçkinci (soy-Kemalist de diyebilirsiniz) bir yaklaşımı ele verir.

Sonuç olarak Aktar’ın ve Gözaydın’ın Bora’nın kitabını baştan sona bir resmî tarih eleştirisi beklentisiyle okudukları ve umduklarını bulamadıkları için hoşnutsuzluk duydukları anlaşılıyor. Doğrusu haklı bulduğum birtakım eleştirileri ve gözlemleri de var: Örneğin Hasan Âli’yle ilgili hemen bütün kaynakların alıntılar eşliğinde kitapta kullanılmış olması bazı kısımlarda Tanıl Bora’nın keskin analiz yeteneğinin geri planda kalmasına sebep oluyor. Kitap beş yüz değil sekiz yüz sayfa olsaydı, Bora’nın kendi gözlemlerinin, “öznel fikir”lerinin çok daha görünür olacağını tahmin ediyorum. Ama bunlar bu kitabın Türkiye’de hâlâ çok bakir bir alan olan biyografi yazımına –titiz bir araştırmayla– yapılmış ciddi bir katkı olduğu gerçeğini değiştirmiyor. “Kemalist ikon yaratma” eleştirisi bu kitap hakkında söylenebilecek son şey.

 

NOTLAR: 


[1] Bkz. “‘Homo Kemalismus’ olarak Hasan Âli Yücel: Bir değerlendirme – 1. Bölüm”, K24, “‘Homo Kemalismus’ olarak Hasan Âli Yücel: Bir değerlendirme – 2. Bölüm”, K24

[2] Erik Jan Zürcher, Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, çev. Yasemin Saner, İletişim Yayınları, İstanbul, 2006, s. 101-102.

 

GİRİŞ RESMİ:

Hasan Âli Yücel, 1943 CHP Kurultayında konuşurken. (İsmet İnönü Vakfı arşivi)