Dilin kendisiyle uğraşan, Türkçe üzerine düşünen bu iki ismin bir biçimde Kürtlerle dayanışmak zorunda hissetmeleri nasıl bir tesadüftür? Yoksa Türkçenin kaderi, zorunlu olarak Kürtçenin kaderine mi dolaşıktır?
27 Eylül 2016 15:00
1.
Aslı Erdoğan bu yazı yazıldığı tarihlerde 37 gündür, Necmiye Alpay ise 25 gündür tutuklu. Tutuklanma gerekçeleri Özgür Gündem gazetesinin yayın danışman kurulunda isimlerinin yer almasıymış, öyle anlıyoruz, ayrıca Aslı Erdoğan için gazetede yazdığı bazı yazılar. Biri edebiyatçı, diğeri asıl olarak dilbilimci. Önceki dönemlerde köşe yazısı yazan gazetecilerin herhalde şan olsun ya da kariyerlerinde hoş bir cila olsun diye bir de edebiyata sardırdığını görmüştük, ne ki yaptıkları köşe yazılarını farklı bir biçimde sürdürmekten başka bir şey değildi. Bir de Aslı Erdoğan gibi edebiyatçıların bir gazetede yazmaları, bazen şu ya da bu nedenle yazmak zorunda kalışları var. Böyle bir durumda ise edebiyatın başka bir araçta, başka bir biçimde sürdürülmesine tanıklık ederiz. Necmiye Alpay ise, bilindiği gibi, kimsenin pek düşünmediği, belki de en iyi olasılıkla düşünmeye mecalinin kalmadığı zamanlarda Türkçe üzerine düşünmeyi üstlenmiş, sürdürmüş biri. Öyleyse ikisi arasındaki ortaklığı hemen fark edebiliyoruz: dil. İkisi de dil üzerine düşünen, dilin bizzat kendisi üzerine eğilmiş kişiler. Bu durumda insanın aklına hemen şu geliyor: Dille uğraşan bu iki kişinin tutuklanması bir tesadüf müdür? Bir tesadüfse, dilin kendisiyle uğraşan, Türkçe üzerine düşünen bu iki ismin bir biçimde Kürtlerle dayanışmak zorunda hissetmeleri nasıl bir tesadüftür? Yoksa Türkçenin kaderi, zorunlu olarak Kürtçenin kaderine mi dolaşıktır?
Şüphesiz öyledir, Necmiye Alpay da birçok yazısında bunu dile getirmiştir. Eğer Türkçe, İngilizce gibi yabancı etkilere böylesine açıksa, insanlar egemen hale gelen her türlü akım karşısında bu derece dirençsizse, bunda devletin ve yurttaşların çoğunun ülkedeki öteki anadilleri yok saymasında, tek anadil Türkçeymiş gibi davranmasında büyük payı olmuştur. Anadilde eğitim dendiğinde yalnızca Türkçe, yabancı dilde eğitim dendiğinde ise yalnızca İngilizce anlaşılmışsa, bu ikisi aynı madalyonun iki yüzü olduğundan böyle olmuştur. Sorun karmaşık görünse de çözümü aslında basittir: yasaklama, kısıtlama, korumacılık ya da kısmi serbestlik değil, özgürlük ve eşitlik. “Bir, iki, üç, daha fazla dil,” Kürtçeye ve diğer tüm anadillerine özgürlük. Necmiye Alpay “barış” dediğinde herhalde bu sözcük onun için aynı zamanda bu eşitlik ve özgürlük ortamını, bu “çokdillilik” olanağını ifade etmenin başka bir yolu olmuştur.
2.
Bazı bilinen şeyleri kabaca yenileyelim. Dil nedir? Genel bir yanıt: Dil, bir ifade biçimidir. Doğru. Dil, bir dünyanın ifadesidir. Ama dünyanın kendisi, ifadesinden ayrı değildir. Dilin kendisi bir dünya kurar. Dil sayesinde, dünya ortak bir dünya haline gelir. Türkçe, ortak bir dünyanın adıdır. Kürtçe, başka bir ortak dünyanın adıdır. İki farklı dil, iki farklı dünya demektir.
Modern dönemden öğrendiğimiz ders: dünya, öncellikle bir biçimdir; bir görme, bir hissetme biçimidir. Dil yoluyla ilkin bu görme, hissetme biçimini ediniriz. Demek ki bu, kaçınılmaz biçimde bir değer dünyasıdır. Ne iyidir ne kötüdür, ne yüksektir ne alçaktır, hatta ne dünyamızın içindedir ne değildir, bunun gibi değerleri bu edindiğimiz biçim belirler. Bir kedi az çok dünyamızın içindedir, normal diye düşündüğümüz biri arabasıyla bir kediyi ezmişse, bir parça sarsılmış olduğunu varsayarız. Bir gece uyuyamamak? Kötü uyumak? Oysa bir sivrisinek dünyamızın o kadar da içinde değildir. Sivrisineği öldürürüm, bir daha üzerine düşünmem bile.
Hayvanlar konuşmazlar. Bu, onların bir dünyaları olmadığı anlamına mı gelir? Bu zor sorunu şimdilik bir yana bırakalım. Ama açık ki hayvanlar bizim açımızdan dilsizdir, konuşamayandır. Dünyamızın içinde saydığımız hayvanlar belki de en çok konuşma gücünden mahrummuş gibi hissettiğimiz hayvanlardır. Köpeğimiz bize öyle bir bakar ki sanki dili olsa bir şeyler söyleyecektir, ne ki dili yoktur, dilden mahrum kalmıştır. Öyleyse tersinden şunu çıkarabiliriz: dilden yoksun bir insan bizim için bir insandansa bir hayvana daha yakındır.
3.
Eğer iki farklı dil, iki farklı dünya ise bu farklılık nereden gelmektedir? Bir yanıt: tarihselliğimizden. Dil bizzat tarihselliğimizi kaydeder. Yani, tarihselliği ilk anlamıyla alırsak bizi belirler, nasıl baktığımızı, nasıl hissettiğimizi biçimlendirir. Tarihselliğin ilk anlamı öyleyse şunu söyler: Tarihten kaçamazsın. Örneğin Türkiye’de doğmak, Türkiye’de bir Türk ve Sünni olarak doğmak, erkek olmak, şöyle şöyle bir semtte, şöyle şöyle bir çevrede büyümüş olmak, bunlar seni kaçınılmaz biçimde belirlemiş, biçimlemiştir.
Ama tarihselliğin ikinci anlamına bakarsak, bu ikinci anlam, her şeyin değiştiğini, dün geçerli olanın bugün eskidiğini, bugün geçerli olanınsa yarın eskiyip gidebileceğini söyler. Tekrar ediyormuş gibi görünen olaylar bile, sadece tekrar ettiği, yani biz “bu daha önce de oldu” dediğimiz için bir fark doğurur. Dil de biliyoruz ki sürekli değişmektedir. Bir yandan yerküre boyunca, coğrafyadan coğrafyaya, bölgeden bölgeye, bazen mahalleden mahalleye değişir. Bir dolu lehçe, şive, ağız, kullanım vardır. Sanki her fark, kendini dilde ifade etmek istiyormuş gibi. Bir sözcük bir yerde başka, az ötedeki bir yerde başka söylenir. Bir harf değişimi ya da bir harfin, bir hecenin birazcık farklı söylenişi. Bu örnekte tarihselliğin işte o farklı söylenen harfte ya da hecede, o ses değişiminde dile geldiğini söyleyebiliriz. Geleneksel anlamda lehçeler, ağızlar ölüyor olabilir ama bu çeşitliliğin öldüğü anlamına gelmez. Bugün egemen dil İngilizcedir ama bir sürü topluluğun elinde adeta farklı farklı lehçelere dönüşmüştür. Dolayısıyla dil bir yandan da zaman boyunca değişir. Ölür, tanınmayacak derecede farklılaşır, çeşitlenir.
Şu soru gerçekten ilginç bir sorudur: Dil neden değişmektedir? Niçin aynı kalamamaktadır? Daha geniş bir bağlam içine yerleştirilirse benzer bir biçimde şöyle de sorulabilir: Tarih neden hareket etmektedir? Neden aynı kalamamaktadır? En güçlü iktidarlar ya da devletler bile tarihi neden durduramamış, yıkılıp gitmişlerdir?
4.
Edebiyatı azınlıklardan, azınlık dillerinden ayrı düşünmek artık mümkün olmayabilir. Aslı Erdoğan örneğinde bu edebiyat, belki de tarihin ilk anlamından kaçmak (Türk olmak, bir kadın olmak vs.) ve ikinci anlamını mümkün kılmak için kendini yabancı coğrafyalara, farklı azınlık bölgelerine, başka üçüncü dünyalara sürmek zorunda kalmış, böylece kendi dilinde, Türkçede de bir parça bir yabancılık bölgesi, bir azınlık bölgesi yaratmaya çabalamış.
Azınlık dendiğinde bu sözcük şüphesiz normun dışında kalanları, dilleri yok sayılmış ya da kısıtlanmış halklardan yerinden yurdundan edilmiş insanlara, mültecilere, sürgünlere, aynı zamanda kadınlardan çocuklara birçok insanı içine alır. Yani, herhalde dünya nüfusunun büyük bir çoğunluğunu. Ama sözcüğü konuşamayanlar anlamında düşünürsek bu nüfus iyiden iyiye kalabalıklaşır, bebeklerle hayvanları, bitkilerle nehirleri, taşlarla tohumları, başka bir deyişle tüm yeryüzünü kaplamaya başlar.
5.
Faşizm, retoriğini nasıl kurarsa kursun, tek bir dil tanır: aynılığın ve ölümün dilini. Bu da sonuçta dilin ölümüdür.