Hamdi Koç: Burası Türkiye. Yazıyı ve sözü ıslah etme tarihimiz kanla yazılmış insafsız bir tarihtir...
Hamdi Koç’un yeni romanı Yalnız Kaldınız, Peyami Bey!. Peyami Bey, bildiğimiz Peyami Safa ama onu Hamdi Koç’un düşleminden bize kalan bir roman kahramanı olarak nitelemek en doğrusu. ‘Tartışmalı’ kişiliğiyle zaman zaman hâlâ konuşulan Dokuzuncu Hariciye Koğuşu yazarı, romanın anlatıcısı da olan kahramanıyla birlikte, içinden Türkçe edebiyatın önemli figürlerinin de okura selam verdiği bir yolculuğa davet ediyor herkesi. Romanın kurgusu ise Hamdi Koç okurlarını şaşırtacak türden. Koç’la yeni romanı ve bu romanın düşündürdükleri üzerine konuştuk.
Ne zamandır zihninizde dönüp duran bir roman Yalnız Kaldınız, Peyami Bey!. Aklınıza düştüğü günden bugüne değişiklikler geçirdi mi ya da nasıl bir kavga verdiniz bu kitapla zihninizde? Bunu, bir romancının metnini nasıl kurduğunu, onunla nasıl bir yolculuk geçirdiğini öğrenmek için soruyorum...
Romanla birbirimizi yazdık. Şimdiye kadar bir romanın ruh hâlimi uzun boylu değiştirdiğini hissetmemiştim. Peyami Bey’i yazarken sık sık romanın atmosferine esir düşüyordum ve kimse beni kurtarmaya gelmiyordu. Niye böyle oldu, bilmiyorum. Ama uzun ve ağır bir tecrübe oldu. Mizah dolu elbette, ama diğer yandan da ağır bir buhran var. Değişiklik dolu bir süreç oldu aynı zamanda. Uzun bir roman planlıyordum. En başından beri daha fazlasını yazmak istiyordum ama daha çok yazdıkça daha az yazmam gerektiğini fark ettim. Netleşmek, temellerimi ortaya koymak sonradan bana bu romana kötülük olacak gibi geldi. Son bir buçuk yılım, yazdıklarımı netlik anlarından arındırmak için yeniden yazmakla, kısaltmakla, ayıklamakla geçti. Üstelik yayıncıma kitap bitti sayılır, bir iki aylık işi kaldı dedikten sonra... Aslen bütün mesele tarihti. Romanın çıkış noktası oydu. Ama tarih hikâyeleştiği zaman alelade bir şeye dönüşüyor. Böyle bir risk var. Tarih gizemini kaybetmemek zorunda.
Bu yolculuğu Peyami Safa’yla birlikte yapmak nasıldı peki? Daha doğrusu bu yolculuk için seçilen isim neden Peyami Safa? Romanda sizin de, daha doğrusu anlatıcınızın da belirttiği gibi “tartışmalı” bir isim... Yoksa tam da bu nedenle mi yol almak istediniz onunla?
Rastlantı. Tıpkı insanın aklına ansızın iyi bir fikrin gelivermesinin açıklaması olmaması gibi... Yıllar önce aklımda Peyami Safa ile mücadele ederken, ona hayran olur veya verip veriştirirken onun da bana cevap vermeye başladığını fark ettim. Benim için etten kemikten biri oldu. Onu tanıdıkça ona acımaya da başladım, öfkenin ardından şefkat duymaya da... O da bana katlanmayı başardı. Böyle bir akıl yakınlığından çıktı her şey. Hatta, bir gün bir anda, aklımdan onunla konuşurken adamcağıza ağzımdan yarı alaycı, yarı himayeci, biraz da gençlik fütursuzluğuyla bir laf çıktı. Yalnız kaldınız, Peyami Bey, dedim. Dedim ve çarpıldım. Böylece, önce kitabın adı çıkmış oldu. Beni büyüledi. Gerçekten. Yoksa onunla bu kadar içli dışlı bir hayali ilişki kuramazdım. Gerisi kendiliğinden geldi. Yani seçim değil, daha doğrusu bilinçli, maksatlı bir seçim değil demek istiyorum. Romanımda kullanacak bir yazar arıyor değildim. Oluverdi işte. Tabii bu yakınlığın öncesinde aklım onunla dopdoluydu. Dokuzuncu Hariciye Koğuşu’nu yıllar sonra bir daha okuyasım gelmişti. Okumuş, bir kez daha romana vurulmuştum. Arkasından Yalnızız’ı ve başka birkaç romanını okudum. Yalnızız müthiş bir roman. Bana insana dair çok şey öğretti. En çok da insan sahteliğine, karakter kusurlarına dair...
“İki kayıp yazarın kader ortaklığı” olarak tanımlıyor anlatıcınız hikâyeyi. Sizce çağdaş olmayan iki kalem insanını ortak bir noktada buluşturan ne?
Vicdan, her şeyden önce. Belki aynı acıları çekmiş olmak. Başarısız bir hayat yaşamış olma duygusu. İyilik yapma dürtüsü. Babalık ve oğulluk içgüdüleri. Ve belki bir sürü başka şey. Ama çağdaş veya değil, dünyanın bitmesi mümkün olmayan tek sohbeti, iki yazar arasında geçebilecek sohbettir. Birbirlerine kitaplarından parçalar okusalar; neyi, nasıl yazdıklarını anlatsalar; başka yazarları çekiştirseler yeter. Bu romanda Peyami Bey’in endişelerinin en temelinde yazma hürriyeti var, hayatın her alanına nüfuz etmiş zulme isyan var. Oysa genç yazar ona sohbet arayarak yaklaşıyor. Dolayısıyla ilişkileri en baştan bir tür uyumsuzluğa da gebe.
Romanınızdaki “o” Peyami Safa, bizim bildiğimiz Peyami Safa mı peki? Yoksa Hamdi Koç’un bir roman kahramanı olarak görmemiz yeterli mi kendisini?
Roman kahramanı olarak görmemiz yeterli. Ya da şöyle söyleyeyim: Benim gördüğüm Peyami Safa. Aksi, bir tür biyografi ya da tarih çalışması olurdu ki ona isteğim de, gücüm de yok. Peyami Safa’nın yaşadığı kendisinden daha büyük bir hayat. Cumhuriyet’in ilk kırk yılının tamamında var. Osmanlı’nın son yirmi yılının da... Ve o altmış yılın tamamını İstanbul’da geçirmiş. Muazzam bir tanıklık. Ama benim romanımdaki Peyami Safa, benim çizdiğim Peyami Safa. Karakterinde sevebileceğim ve kavga edebileceğim çizgiler gördüm, portresini de onların üzerine kurdum. Dilerim okursa bana her büyük yazar gibi hoşgörüyle bakar.
Peyami Safa’nın dünyasına girebilmek için yaptıklarınızı da merak ediyorum. Nasıl bir çalışma dönemiydi sizin için?
Yazdıklarını okudum. Romanlarının hepsi başarılı değil, bazıları düpedüz sıkıcı, kimisi açıkça fikir ispatı olsun diye yazılmış. Bir sürü makalesi -ki aşka, sekse varıncaya kadar her konuda yazmış- öğretmen ruhuyla yazılmış. Siyasî yazılarına bakıyorsunuz, bazen özgürlükçü ama sık sık eli sopalı öğretmen. Bazen devlet sözcüsü, bazen hatta cumhuriyet başsavcısı. Dolayısıyla bu karışıklık içinde zevkli bir portre aramak gayet sıkıcı bir çaba olacaktı. O sahada fazla ileri gitmedim. Sonra tabii, çok olmamakla birlikte hakkında yazılanları da okudum. Ama esas olarak yaptığım bunlardan alabileceklerim ya da bunlar içinde reddetme ihtiyacı duyacaklarım değil, adamın karakteri hakkında düşünmek, hayal kurmak oldu. Bu düşünceler, hayaller de sonuçta en sevdiğim iki kitabı Dokuzuncu Hariciye Koğuşu ve Yalnızız’daki anlatıcı üzerinden ilerledi çünkü Peyami Safa’nın en parlak, en cazibeli anları bu iki romanı. Bu romanları anlatan sesi kendime esas aldım, o sesi dinleyerek bir karakter inşa ettim diyebilirim.
“Ne içindeyim zamanın, / Ne de büsbütün dışında; / Yekpare geniş bir ânın / Parçalanmaz akışında.” Roman boyunca Tanpınar’ın bu dizeleri yankıyıp durdu kulağımda... Zaman mefhumu üzerine de epey düşünen bir roman bu bağlamda Yalnız Kaldınız, Peyami Bey. Ne dersiniz? Özellikle de romanın kurgusal zaman akışı Tanpınar’ın bu dizeleri üzerine kurulmuş gibi...
Dünyanın en güzel dörtlüklerinden biri. Bunu yazmış olmak için bütün bir hayatı feda etmeye değerdi. Neyse. Evet, elbette, zaman o zaman. Kurgu da o zaman bütünlüğü içinde geçmiş, şimdi, gelecek eksenleriyle sınırlanmıyor. Galiba ilk defa lineer olmayan bir roman yazdım. Zaman çizgisinden kurtulduğum gibi gerçekliğin çekim gücünden de kurtuldum. Zaman, bu romanda bilincin kendi sürprizlerine teslim oldu.
Rüyaların, rüyada görülen imgelerin anlatım dilinizi oluşturmanızda bir etkisi oldu mu? Yalnız Kaldınız, Peyami Bey, bir rüyalar hikâyesi gibi çünkü, aynı şekilde roman boyunca ortaya çıkan imgeler de... “Yazı gibi hareket ediyorduk” diyor ya anlatıcınız, rüyadan farksız geldi bana. Ne dersiniz?
Haklısınız. Ancak biraz daha karmaşık bir durum. Rüya teknik olarak da, küçük çözümler aracı olarak da uzak durmaya çalıştığım bir yaşantı ve anlatı formudur. Şunu demek istiyorum, bu romanı yazarken “hepsi bir rüyaymış” sonucuna düşmekten hep korktum, kaçındım. Benim açımdan kabul edilmez bir kolaycılık olurdu. Bununla beraber, rüya modu işime en çok yarayacak kurgu tekniğiydi. Ama kahramanlarıma rüya gördürerek değil. Hayat bilinçte yaşanıyorsa, içinde elbette rüyanın mekanizmaları da olacaktır. Rüyanın kendisi olmasa bile. Sonuçta hafızamız da bir tür rüya sistemiyle işliyor. Hayattan alınmış dilimler. Duyguların özetlenmiş hâlleri. Bazen sadece birkaç kelime. Ya da tek bir acı duygu, utanç, mesela. Bir eski arkadaşınızı hatırladığınızda içinizde anılardan önce apaçık bir utanç duygusunun veya vicdan azabının yükselmesi gibi.
Peyami Safa’nın romanı Yalnızız’ın kahramanı Samim’in düşlerinde taşıdığı mükemmellikler diyarı Simerenya, aynı zamanda Yalnız Kaldınız, Peyami Bey’in de roman diyarı olarak ortaya çıkmış. Sizin Simerenya’nız ve Peyami Safa’nın Simerenya’sı arasında nasıl farklılıklar var? Mekân yaratma anlamında hangi düzlemde duruyorlar?
Simeranya, Peyami Safa ile ortaklık kurmaya heveslendiğim bir konu olmadı. Mekân da olmadı. Şimdi, haddim değil ama, benim de kendime göre bir edebiyat zevkim var ve bana göre Simeranya fikri Yalnızız gibi müthiş bir romana sadece zarar veriyor. Bir fikir olarak da beni etkilemiş bir ütopya teklifi değil. Zaten oldum olası hayat projelerine pek inanmadım. Yine de tabii Simeranya’dan kaçamadım. Ama genç yazarın kendini içinde bulduğu Simeranya hâlâ olma sürecinde bir yer. Yalnız, gidişatı pek de parlak değil gibi. Bir yanıyla eski İstanbul tadı, bir yanda da bahar gelsin diye bekleyen bir sessiz, kara gömülmüş halk var.
Yalnız Kaldınız, Payami Bey için fantastik bir roman diyebilir miyiz? Bu bağlamda bugüne kadar yazdıklarınız arasında farklı bir yerde durduğu açık yeni romanın ancak adını sizin koymanızı istesem, ne dersiniz?
Yalnız Kaldınız, Peyami Bey’e fantastik bir roman diyebilmek için yeterince çabaladım, ama fantastik bir roman denememesi için daha çok çabaladım. Ya da dedektif romanı. Veya tarihî roman. Tür romanı bana pek cazip gelmeyen bir tür. Ayrı mekanizmalar üzerine kurulu bambaşka dünyalar onlar. Talep ettikleri özel açıklamalar var ki onları yapmazsanız eksik kalırlar. Bense bu yaşadığım dünyada tam olmaya inanamam. Hayata ait eksiklik, kusurluluk, belirsizlik, bulanıklık, yorgunluk, bence bunlarla uğraşmak lezzetli, heyecanlı ama sınırları belli bir hikâye okumaktan daha cazip bir deneyim. Okurken de yazarken de... Bir tek şundan eminim: Bu romanı yazarken kendimi bilincin hür olduğuna inandırmaya çalıştım. Istırapla mizahın, iyiyle kötünün, anlayışla öfkenin aynı anda aynı yerde varolabileceğine ise zaten çoktandır inanıyorum.
Fantastik mevzuundan devam edelim isterim... Gerçekliği anlatmada ne denli etkili bir araç sizce? Roman özelinden gidersek, özellikle siyasî ve toplumsal olayların farklı bir imge düzeyinde ele alınmasında önemli bir rol oynuyor gibi... Katılır mısınız?
Kendimizi formlarla sınırlamazsak her şey romanda kendine yer bulabilir. Bazen önceki bölümlerde yaptığınız bir hata, bazen çok haklı olarak ortaya çıkan ani bir ihtiyaç yazarı radikal çözümler veya değişik malzemeler aramaya götürebilir. Bunlardan biri fantastik öğeler kullanmak olabilir. Alegori veya hiciv de olabilir düpedüz. Sadece simgecilik de olabilir, serbest imalar da. Demin tarih demiştim ya, işte, buradaki değişik yazı öğeleri biraz da tarihi, geçmişi olabilecek en dolaylı yollardan anlatma, hatta sadece çağrıştırıp bırakma ihtiyacından doğdu.
“Onlar hayatta en çok kelimeden korkarlar” diyor Peyami Bey romanın bir yerinde. “Kelime korkusu büyüklerimizin en eski korkusudur. Bütün korkuların en hızlı yayılanı ve en bize has olanıdır” diye devam ediyor. Hemen öncesinde ise “Mesele yazı” diyerek uyarıyor okuru. Kim bu kelimeden korkanlar? Neden bu korku bize has? Neden meselemiz “yazı” oldu hep? Biraz açalım konuyu, kurcalayalım istiyorum...
Bu sorulara cevap aramak ve bulamamak için koca bir roman yazdım. Peyami Bey bir yerde, sadece, “Yazıdan daha önemli bir şey varsa o da yazma hürriyetidir” diyor. Mesele en uç noktasında elbette bizim kutsalcı, resmiyetçi, devletçi politikalarımıza gidip dayanıyor ama milletçe de içimizde bu politikaların canına can katan bir hürmetkârlık var. Bizim dediğimiz şeye kolay kolay dil uzattırmayız. El de, tabii, uzattırmayız. Uzanan eller kırılsın, deriz. Bu dediğim sadece devlet ve onun şemsiyesine sığınmış gururlu halk genelinde değil, daha küçük, sivil kurumlar, inançlar ve mensupları özelinde de doğrudur. Burası Türkiye, deriz. Evet, burası Türkiye. Burada ezelden beri hürriyet yasaktır. Hoşgörü yalandır. Bir yazar niye öldürülür? Basitçe, yazmasın diye. Ya da yazdığı için. Bunu bazen devlet namına halk bizzat yapar. “Onu bize verin.” Ne kadar tanıdık bir laf, değil mi? Yazıyı ve sözü ıslah etme tarihimiz kanla yazılmış insafsız bir tarihtir.
Peki, bugünler nasıl etkiliyor yazdıklarınızı? Yalnız Kaldınız, Peyami Bey, fantastik bir geçmiş zaman zeminine oturmuşsa da devlet aklı, yönetim, halk ve iktidar kavramları üzerine de -farklı bir imgelem düzeyinden de olsa- en çok konuşan romanınız gibi geldi bana. Katılır mısınız?
Roman yazmaktan daha zor bir şey varsa, o da o romanı zor bir zamanda yazmaya çalışmak. Yaşadığımız günler ortada. İnsanın bırakın sanat icra etmeyi, hayali işlerle uğraşmayı, pencereden dışarı burnunu uzatası, hatta yataktan çıkası gelmiyor… Romanımda, kabul ediyorum, fantaziyle fantazma iç içe girdi. Devlet ve iktidar deyince, halkı yönetmek, hayata şekil vermek, insanlara nasıl yaşayacaklarını söylemek söz konusu olunca, bunlardan iyi duygular çıkmasına imkân yok. Genel olarak, bunların özeti zulüm kelimesinde son bulur. Ama zulme özgürlük diyenler de çıkacaktır şüphesiz. “Asalım, asalım” diye bağıranlar da çıkacaktır ve içlerinde özledikleri hayata nihayet kavuştukları hissi olacaktır. Ne diyelim? Sonuçta kendimize neyi layık görüyorsak onu hediye etmiş bulunuyoruz.
“Keşke yazar sadece yazar olabilse” diyor ya anlatıcınız, ne denmek isteniyor bunla? Günümüzün yayın ortamına bir eleştiri mi bu, yoksa geçmişten bugüne yazarların üzerine yüklenen anlamların hepsini mi kapsıyor?
O cümlenin kendi sırrıyla baş başa kalmasını tercih ederim. Ya da hiç değilse romanın içindeki yerinde kalmasını. Yayıncılığı bir yana bırakalım. Neticede ticarettir. Piyasaya kulak vermekle yükümlüdür. Yoksa batar. Mesele daha büyük. Daha acı. Bugün topluca yaşadığımız bir garabet var ve bu garabet sadece devletin yarattığı bir sonuç değil. Bu, bugün bizim göz yumduğumuz bir sonuçtur. Keşke birazcık itiraz kültürüne sahip olsaydık. Hiç değilse birazımız. Alışkanlıklarımızı kaybetmeye hepimiz ne kadar hazırmışız. Vazgeçmeye. Sessizliği öğrenmeye. Artık içinde kendimizi seçemediğimiz bir hayat yaşamaya başladık. Etrafımıza bakınca tanıdık bir şey göremediğimiz bir mekândayız. Sadece o kaba saba sesler var havada. O sesleri duyunca, evet, bir tek zulmün hâlâ ayakta olduğunu anlıyoruz.