Hevesi kursağında kalanların, dertlilerin, işsizlerin, eni konu kederli insanların hikâyelerini sakin sakin anlatıyor Hatice Kocabay...
29 Ağustos 2019 10:30
K24’ün sevgili okurları, bu yazımda sizlere yepyeni bir yazarı ve o yazarın taptaze bir kitabını tanıtacak olmanın heyecanını yaşıyorum. Hatice Kocabay imzalı Halaza, Eksik Parça Yayınları tarafından okura sunuldu. Arka kapak yazısını çok değerli Ethem Baran kaleme almış: “Gün ışığına çıkmamış yerel söyleyişler, ışıltılı kelimeler, birbirinden canlı karakterlerin dilinde tüm sahiciliğiyle parlıyor. Kalbin gizli dikişlerini çıt diye attırıyor bu öyküler; bu toprakların kalbine kendinden emin bir kadın eli uzanıyor…”
Ethem Baran’dan ödünç alayım, “gün ışığına çıkmamış yerel söyleyişler” Halaza’yı okuyan herkesin dikkatini çekecektir muhtemelen. Kendi adıma, bu kelimelerin/ söyleyişlerin büyük bir kısmını duymamıştım ve tanıştığıma çok memnun oldum. Öyle kıvrak kelimeler ki bunca zaman hayatımda olmadıkları için hayıflandım. “Galgıtmak, ısmarıç, bekeşmiş, horanta, bastırık, gölük, sinit, oklangı, kömselemek” bunlardan yalnızca birkaçı. Bir o kadar nahif söyleyişler de var: “Elin ölüsü ele uyur gelir”, “El gülüncü de kıç silinci”, “Bilemedi dünyanın kolayını, bok etti işin alayını”, “Başladığım iş olsun, kanatlıca kuş olsun” vs. İnsanı düşündüren beddualar: “Deli başına develer çöksün”, “Yiğitler gibi yıkıl da söğütler gibi sökül”, “Çatımda budumda kalaydın”, “Yüzünü yuyucuyla soyucu görsün” gibi.
Bu kelime ve söyleyişlerden, beddualardan öykülerin atmosferine dair bir izlenim edinmişsinizdir. Kocabay’ın karakterlerinin büyük çoğunluğu şehir insanı değil. Hatta kelimenin ilk anlamıyla “taşra”lı. Dışarıda duran, dışarıda durması içten içe istenen, “şehirli” olmayan öyle canlı karakterler ki, incecik üslûbuyla kılcal damarlarına kadar var kılıyor Kocabay her birini. Alıntıladığım kelimeler/ söyleyişler bu karakterlerin ağzına cuk diye oturuyor; yazarın, karakterlerin varlığıyla bütünleşen üslûbuna da cuk diye oturuyor ve dinlemeye doyamadığınız bir masalcı kadın yanı başınıza gelip yerleşiyor ve dizine başınızı yaslayıp yazarın veya karakterlerin hınzırlıklarına yer yer fık fık gülerken yer yer de incecik gözyaşınız sızıyor. Oysa bir ölçüde, üstelik ilk kitapta, hele de genç bir kadınken yaşlı bir kadın üslûbu kullanmak risklidir. Sırf o kelimeleri kullanmak için hikâyeyi de, üslûbu da ziyan etme tehlikesi vardır fakat kendinden emin bir kadının kaleminden, zekâsından çıkınca işte bir edebiyat ziyafetine dönüşüyor.
On hikâyeden oluşan Halaza’nın her bir metni üzerine sayfalarca yazmamak için kendimi zor tuttuğumu söylemeliyim. Kısacık da olsa değineyim hepsine. “Dursun”un hikâyesiyle açılıyor Halaza. Ülkü Tamer’in “Hem dersini bilmiyor hem de şişman herkesten” dizesini epigraf almış. Epigrafları seviyorsanız, hele de metinle uyumlu olmasını istiyorsanız kitabı açar açmaz yüzünüz gülecek. Sonra Dursun’la “normal” algımızı, bu algının bir çocuğun dünyasında yaratacağı tahribatları, Dursun’un büyük büyük harflerle attığı çığlıklar eşliğinde içiniz ezile ezile sorgulayacaksınız.
Ferit Edgü, yanılmıyorsam, Tezer Özlü’den kalan notları Kalanlar adıyla bir araya topladığı kitaba yazdığı sunuş yazısında, Özlü’nün çilesi ile yün çilesi arasında bir ilgi kurmuştu, çok sevmiştim. Aynı imgeyi fakat bir imgeden biraz daha gerçeğe yakınsak duran “Vişneçürüğü Kazak” hikâyesi için kullanabilirim sanırım. Bir kadının vişneçürüğü bir kazak hayaliyle bütünleşen çilesini, hevesini ve o çilenin birbirine dolana dolana kursağında düğümlenişini okuyacaksınız.
Hatice Kocabay, saf bir Anadolu romantizmi kurmuyor asla. Tam aksine, o saf Anadoluluğun içine zehir gibi yerleşmiş saf kötülüğü de ince ince iğnelerle berkitiyor. “Hödük” böyle bir hikâye. “Hödük” adı verilen bir at üzerinden kötülüğün ve iyiliğin derecelerini görüyoruz.
“Delik” de Halaza’nın zor metinlerinden biri. Demir leblebi bir meselesi var. Okuyunca ejderha gibi ağzımdan ateş saçmak istedim. Evet, mevzu zor fakat bu zor mevzuyu bu kadar etkili anlatabilmek de bir o kadar zor. Didem Madak’ın “Pardon diyorum ayağıma bastığında dünya” dizesini epigraf almış. Bir hazırlık var, canımız yanacak yine, o kesin. Sonra bir “Mehmet” tasviri var. Tekinsiz bu Mehmet. Nereden mi anladım? Buyurun:
“Sıkıntıdan patladı patlayacak yine. İyice bunalınca son yudumunu aldığı çayın bardağını, bir göz bağcı çabukluğuyla ters çevirip hapsediyor yerdeki şaşkınca gezinen eşek arısını. Çayın dibiyle adamakıllı ıslanan mahpus arı, kanatlarını gere gere havasızlıktan debelenedursun bu defa da küllükte can çekişen izmariti alıp, havada çizdiği daireler camda son bulan besili sineği kanatlarından tutuşturarak yakıyor.”
Hayvanlara işkence etmekten zevk alan bu Mehmet’in en yakın arkadaşı Cambaz’ı tanıyoruz ardından. Pek iş yapamayan ve etrafa tekinsizlik salan bu iki arkadaşın eğlencesi hâline gelen gariban Üssük’le tanışıyoruz sonra. Mehmet ve Cambaz’dan ne kadar hazzetmediysek Üssük’e de o kadar içimiz ısınıyor zira Paşa Dayı’nın marketine gelen deterjancının reklam hediyesi yağmurluğu ya da meşrubatçının şapkasını başına geçirdiğinde “Önce kulakları kızarır sonra da sevinci azalana kadar ayakkabısının burnuyla toprağı eşeler durur.” Fakat ne yazık ki, “Kalbine atacak yer bırakmayacak kadar göğsünü dolduran bu sevincin eve dönüş yolu, hiç istemese de Mehmet’le Cambaz’ın dükkânlarının önünden geçer.” Ve esas gerilim bundan sonra başlar.
Bir metinde tekinsizlik ve gerilim yaratmak istiyorsanız çok az şey anlatmanız gerekir. Anlattığınız o çok az şeyde de birkaç duyuyu harekete geçirmeniz gerekir ki okurun teyakkuz hâli artsın, kan dolaşımı hızlansın. Dil hâkimiyeti gerektiren bu tekniği Hatice Kocabay çok iyi başarıyor. Bu iki tekinsiz adamın eline “öğlen yedikleri sarımsaklıların hararetini dindirecek buz gibi iki şişe soda” tutuşturuyor. Cambaz’ın zamk gibi yapışan bakışlarının yanına Mehmet’in ikide bir, “belini bir milim boşluk bırakmadan saran kemerini sanki pantolonu düşecekmiş gibi tokasından sıkıca kavrayıp yukarı çekişi”nin verdiği sinir bozuculuğu yerleştiriyor. “Kısıldığı kapandan şans eseri kurtulan avın, yaralı uzvundan ardı sıra damlayan kanı gibi çuvalından sızan pekmez kızgın toprağa karışıp kayboluyor” cümlesiyle bir sonraki aşamada nelere tanık olacağımızı sezdiriyor. Bir bakış, bir çarpık gülüş, bir kilidi bozuk oda geliyor derken. Ve sonra, Üssük’ün ceketinin cebinden teyzesinin kızı Elif’in öpülmekten yıpranmış fotoğrafı çıkarken Cambaz’ın sucukları iyi kuruyor, bol para getiriyor, Mehmet’le mangal keyfine gidiyorlar. Evet biliyoruz, ne yazık ki, hayat böyle acımasız. Neyse ki edebiyat, içimizdeki isyan ateşini körükleyebiliyor. O ateşi söndürmeyecek nefis bir isyan cümlesiyle son buluyor “Delik” adlı bu hikâye: “Meyli güneşli göğe bu insan tomurcuğunu bağrında yeniden yeşertemeyecekse karnının karanlığında da çürütmeyecek. Topraksa toprak!”
“Öç” de Bekir adındaki bir çocuğun çok çocukça hikâyesi. Bekir’in hevesini kursağında bırakan hayata mı kızmalı, Bekir’e yaptığı planlar yüzünden parmak mı sallamalı, ben bilemedim. Yüzümde bir garip gülümsemeyle okudum. “Evvel Ahir” ise Kıymet teyzem ile İfakat teyzemin ahretlik dostluklarının hikâyesi. Birbirinden ayrı düşen bu iki dost yıllar sonra, “Turistler gibi ümüğünde bir fotoğraf makinesi, kafasında şapka, gözünde kara gözlükle gezmesi gerekirken” İfakat’ın Kıymet’in ortanca kızının hemşire olduğu hastaneye sevk edilmesiyle yolları yeniden kesişiyor. “Birbirlerinin gözlerine baktıkça paslanmış sürgüleri birden açılan iç içe bir sürü kapıdan oğlakların avludaki sesleri, kaymaklı kömbelerin ocağın dumanına karılmış kokusu, kış akşamı oturmalarının gülüşleri, buz gibi kuyu suları, Kötürüm Ziya’nın çağırdığı yanık türküler, harman yerinin altındaki uykusuna doyulmayan ayın şavkı doluşuverdi içeri davetsiz” cümlesiyle yüreğimize yayılan o serinlik ve canlılık Kıymet ile İfakat’ın ayrı ayrı acılarıyla harmanlanınca başka türlü bir lezzet sunuyor. Hasret dindirmenin canlılığını, coşkusunu, birbirlerinin “böğrünü dürte dürte” gülüşlerini, ince ince gözyaşı döküşlerini okumaya doymak zor, sahiden zor.
“Yolcu”, “cüssesi hayli iri tuhaf çocuk” Eyüp ile annesinin çok nahif yol hikâyesi. “Nereye giderse gitsin daima arkada kalan öteki bir çift gözü, kendi rüyasından Eyüp’ünkine doğru telaşla yol aldı” cümlesi yeter sanırım çaresiz bırakılmışlığın ne mene bir şey olduğunu anlatmaya. Ve tabii muavin İdris’in “içinde ete kemiğe bürünmüş bir bostan korkuluğu gibi göründüğü, koltukaltı dikişleri atmış soluk lacivert ceketi sırtında” her zamanki gibi. İşini ciddiye alışını bu eski ceketin tek düğmesini ilikleyerek gösteren ve en fazla “Tatlı şafak uykularındayken ‘İdris daha çocuk’ diyen olmadı” diye kırgınlığını dile getirebilen bir çocuk muavin o. Kocabay’ın metinlerindeki çocuk hüznü epeyce yürek dağlayan türden, uyarmadı demeyin.
“Karanlık” Halaza’nın en ayrıksı öyküsü. Bir kere mevzu şehirde geçiyor ve üslûp da hemen değişiyor. Görüyoruz ki Hatice Kocabay istediğinde tekniğini de üslûbunu da pekâlâ “şehirli” kılabiliyormuş fakat istemiyor. Onun “dışarıda” kalmak isteyişine çok saygı duyuyorum. Salt yetiştiği çevrede duyup tanık olduğu deyişleri kaleme aldığını düşünmemizi çok ustaca bir dokunuşla engelliyor zira. Metnin lahana gibi katman katman ayrılan tekniğinin yanı sıra, dildeki kıvrak geçişler, görüntülerin canlılığı, ironinin dozu o kadar kıvamında ki, bir damla fazlası olsa hikâye paramparça olabilirdi.
Absürdün böyle güzel anlatılışına az şahit olmuşumdur örneğin:
“Bayram indiriminden yeni Türk kahvesi takımı almış. Atatürk’ün başında kalpak, ayağında çizme Kocatepe sırtlarında yürüdüğü resmi var fincanlarda. Manası ne şimdi bunun? Sen nurlar içinde yatadur Ata’mız, biz de hem köpüklü keyif kahvelerimizi höpürdetelim hem seni yâd edelim. Bu mu yani? Her şeyin bir usulü usturubu var canım! Bir de fal kapatmaz mı? Fincan ters çevrilince Ata’mız da bacakları arabanın cam silecekleri gibi dizden kırık, baş aşağı dikilmesin mi havaya?” Bu kadar gülünç olabilmek için gösterişten başka hiçbir değerinizin olmaması gerekir. Ya da müthiş derecede bir eğitim zayiatısınızdır. Hatice Kocabay’ın metinlerinin geneline sinen eğitim zorbalığı “Karanlık”ta çok açık bir biçimde dile getirilmiş.
Anlatıcının belediye otobüsü yolculuğu bitince vardığı evdeki bol ışıklı avize ile akademik hayatın en alt kademesinden son basamağına kadar süren o kapkara basamaklar arasındaki ilgiyi “Alnımızda bilgilerden bir çeeeeelenk! Nura doooooğru can ataan…” marşıyla kurması çok yakışmış. Hikâyenin sonunu söylemeyeyim diye çok yüzeysel geçmek zorundayım ama sonu ile de bu marş arasında çok sağlam bir bağ var.
Gözden kaçabilecek sadelikteki şu cümle ile hayatımız arasındaki ilgi nefis değil mi: “Manar, saat kaç?” “Hepsi yirmi beş lira Hadija Abilacim. Senin para kaç?”
Telaşsız ve gürültüsüz ve tok metinlerden oluşan Halaza’daki hikâyelerde çok yakından tanıdığımız, mustarip olduğumuz, çoğumuzun hayatını kökten etkileyen bu zorbalık, okuru telkin eden bir intikamla yahut öfkesini kabartıp dövüşe arka toplayan bir isyanla kendini gösteriyor, fakat illâ ki “ben tek siz hepiniz”deki “hepinizin” bu sefer iyi taraf olmasını sağlıyor.
Genellikle “şehirli” olduğu vehmine kapıldığımız “kadın yazar” imgesiyle örtüşmeyen hikâyelerden biri de “Kir”. Erkek egemen dünyanın kadınca görünüşüne dair güçlü bir metin. Sinematografik yönü çok yüksek diğer tüm metinlerde olduğu gibi. Ahmet Uluçay hayatta olsaydı filmini çekmek isteyebilirdi. “Görülmemiş Hikâye” bakışın görme ile ilişkisini düşündüren bir kara-masal sanki. Hikâyenin görülmeyişliği bakışın sıkışmışlığındandır belki, kim bilir?
Uzun lafın kısası, Halaza birbirinden nefis öykülerle dolu. Hevesi kursağında kalanların, dertlilerin, işsizlerin, eni konu kederli insanların hikâyelerini sakin sakin anlatıyor Hatice Kocabay. Hani, espri yapıp da gülmeyen insanlar vardır ya. Bu hikâyelerde o zekice tadı alıp yer yer kahkahalarınızı salıvereceksiniz. Her biri sade olduğu kadar kuvvetli bir dil ve üslûpla yazılmış bu hikâyelerin cesur yazarını selamlama şansını ıskalamayın, derim.
Bu arada, “Halaza”nın ne anlama geldiğini söylemedim, değil mi? “Ekinler biçilirken tarlaya dökülen tanelerden ertesi yıl kendiliğinden yetişen ekin” demek. Halaza’daki her bir hikâye kendi toprağını bulacak kuvvete sahip. Ve detay sevenler için ufacık bir not: “halaza” sözcüğü kitapta yalnız bir kez geçiyor. Böylesi inceliklere uzundur hasret kalmıştık. Ne şans ki Hatice Kocabay’la tanıştı Türkçe. Selamı bol olsun.