Hal Foster: Acil durumlarda sanat

"Foster’ın ayrıksı yönü, sanat tarihi içinde öne çıkan birçok eğilim, avangardı salt iki dünya savaşı arasındaki dönem içinde konumlandırırken, onun avangardın farklı bir şekilde devam eden bir tavır olduğuna dair ısrarı..."

03 Mart 2022 18:30

 

‘90’lı yıllardan bugüne en dikkat çeken sanat eleştirmenlerinin başında gelen Hal Foster sanat üzerine düşüncelerini psikanalizden Marksizme geniş alanda gönderme ve çözümlemelerle destekleyen ve bunu yaparken yazdıklarını hâlâ okunaklı kılmayı başaran bir kalem. Kendi deyimiyle “1980’ler ve 1990’ların kültür savaşlarında yenilgiye uğramış ve durumu 2000’lerde daha da kötüye gitmiş” eleştirel teoriyle ilgili vurgusuyla, çağının onaylayıcı tavrından ayrılır. Benim açımdan Foster’ın ayrıksı yönü ise, sanat tarihi içinde öne çıkan birçok eğilim, avangardı salt iki dünya savaşı arasındaki dönem içinde konumlandırırken, onun avangardın farklı bir şekilde devam eden bir tavır olduğuna dair ısrarıdır.

Foster önce Zoraki Güzellik kitabında (1995), post-modern dönemle kötü bir referansa dönüştürülen gerçeküstülüğü güncel bir bakış açısıyla masaya yatırır ve onda işlevsel olan yönleri belirginleştirir. Ardından, başta Peter Bürger olmak üzere avangardın yok olduğunu ileri süren yazarlarla kapalı bir polemiğe girdiği Gerçeğin Geri Dönüşü (1996) kitabını yayınlar.

Foster minimalizm, pop sanat gibi akımların avangardın tamamlayıcısı ve devamcısı olduklarını örneklerle açıklar. Aynı zamanda bu yaklaşımını ‘50’li ve ‘60’lı yıllar ile sınırlamaz, ‘70’lerle öne çıkan feminist sanat ve temellük sanatı pratikleriyle avangard arasında bağlar kurar.

2000’lerin sanatı üzerinden okumalar yaptığı iki kitabı Yeni Kötü Günler ve Ya Farstan Sonra üzerinden Foster’ın eleştirel yaklaşımını ele alacağız. Foster da  Ya Farstan Sonra’yı diğer kitabın tamamlayıcısı olarak görür ve her iki kitabın da sanatın acil durum zamanlarındaki  konumunu ele alan, daha büyük bir projenin parçası olduğunu vurgular. Amacının yeni terimler yaratmaktan öte, terimleri ilintili oldukları pratikle sınamak olduğunu söyler. Bu aynı zamanda “bazı pratiklerde gömülü kimi kavramları çekip çıkartmak” eylemidir.

Yeni Kötü Günler merkezine 1989 sonrası sanatı alır. 1989 tarihi kilittir, çünkü o tarihteki olayların (Berlin Duvarı’nın yıkılması, Güney Afrika’da ırkçı rejimin çatırdaması, Tiananmen Meydanı’ndaki ayaklanma, vb.) ardından önce hem kısa bir dönem yeni bir Avrupa hem de Bush gibilerin tasavvur ettiğinden farklı bir dünya düzenini dile getiren bir iyimserlik eğilimi öne çıkmıştır. Fakat hemen sonrasında bu tarihin aslında küre çapında neo-liberalizmin tam tahakküm sağladığı dönemin başlangıcı olduğu anlaşılmıştır. Foster da bu dönemin önemli özelliklerini modern toplum sözleşmesine saldırı, refah devleti uygulamalarının tırpanlanması, sendikalara taarruz, sağlık hizmetlerinin Allaha havale edilmesi, gelir eşitsizliğinin tavan yapması şeklinde özetler: Batı dünyasındaki bu değişimler karşısında sanat başta neo-liberalizmin tatlı sözlerine kanmamış, fakat zaman içinde bu direnç önemli ölçüde zayıflamıştır.

Foster’ın ele aldığı konulara girmeden 1989 yılını ve onun vaatlerini hatırlatmak istiyorum. Milenyum söylemleriyle iç içe geçen ve 2000’lerin daha açık, serbest, çoğulcu ve rahat bir döneme geçeceğine dair bir söylem küresel medya üzerinden hâkim kılınmıştı. Bilgi toplumu, teknolojik gelecek, yeni dünya gibi, kapıya dayanan dönemi ifade eden birçok tanım art arda ortaya konuyordu. Avrupa Ekonomik Topluluğu’nun AB’ye dönüşme süreci bir çeşit pratik ütopya durumu olarak PR’ı yapılan bir şeye dönüşmüştü. Fakat Körfez Savaşı süreciyle başlayan, Ortadoğu’nun travmatik bir kaynayan kazana dönüştürülmesine, Bosna Savaşı ile Avrupa’nın reformist düşlerinin parçalanmasına kadar küresel birçok çatışmayla bu düşler kısa sürede çatırdamıştı.

Bu küresel dönüşüm ve kriz sürecinin en belirgin sonucu 11 Eylül saldırıları olmuştur. Saldırıların ardından Foster’ın acil durum zamanları dediği sürece girmiş olduk. Foster bu kavramı aşırı sağcı Alman hukukçu Carl Schmitt’in olağanüstü hal hakkındaki görüşleri üzerinden gündeme getirir. Schmitt’e göre egemen, olağanüstü hale karar verendir. Acil gördüğü durumlarda istisna hali ilan edip hakları devre dışı bırakabilir. Filozof Giorgio Agamben istisnanın kurala dönüştürülmesinin, burjuva devletin sürekli bir olağanüstü hal rejimine dönüşme halinin kapsamlı bir analizini sunmuştur. Foster da benzer bir biçimde, “11 Eylül’den sonra koşullar daha da aşırı hal aldı ve acil durum istisnadan ziyade norma dönüştü” der ve sanatın bu durum karşısındaki tepkileri ve dönüştüğü biçimler üzerine yoğunlaşır. Yeni Kötü Günler’de başlayan bu sorgulama Ya Farstan Sonra kitabında 11 Eylül’e karşı sanattan gelen tepkilerin çözümlenmesiyle devam eder.

Foster bu çözümlemeleri yaparken, “paradoksal bir şekilde, eski avangard fikrine hâlâ bağlı” olduğunun altını çizer. Bunu yaparken de önce okura avangardın ne olduğunu hatırlatır: Radikal bir yenilik konumundaki öncü kol ya da statükoyu katı bir biçimde reddetme konumundaki direnişçi. Ve ardından avangardın gerisinde iki saik olduğunu söyler: Verili bir simgesel düzenin ihlal edilip aşılması (sürrealizmde olduğu gibi) ya da yeni bir düzenin vazedilmesi (Rus konstrüktivizminde olduğu gibi). Ardından kendi ilgi ve vurgusunun avant (öncü) konumuyla ilgili olmadığını açıklar:

“Kahramanlığa yeltenmek şöyle dursun, eski düzenle mutlak anlamda bağlarını koparabildiğini ya da yeni bir düzen kurabildiğini bile iddia etmez; bunun yerine verili düzende zaten var olan çatlakların izini sürmeye, bunlara daha da baskı bindirmeye, hatta bunları bir şekilde harekete geçirmeye çalışır. Bu avangard ölmüş olmak şöyle dursun, bugün canlı ve sağlıklı halde karşımızdadır.”

Kuşkusuz, Foster’ın bu duruşu onu çağdaş sanatın avangardı sanat tarihi içinde anılan bir konum olarak gören hâkim yaklaşımına aykırı bir konuma getirmektedir. Claire Fontaine, Thomas Hirshhorn, Paul Chan, Jeremy Deller, Harun Farocki gibi sanatçıların çalışmalarındaki çoğulculuk, sosyal eleştiri ve direniş temalarının ayrıntılı birer çözümlemesini yapar. Bunun yanında #metoo, Black Lives Matter, Occupy Wall Street gibi hareketlerin de tartışmaya dahil edilmesini gündeme getirir.

11 Eylül ardından gelişen süreçte demode bir kavram görünen kitsch’in güçlü bir şekilde geri döndüğü, sahte semboller üzerinden yaratılmak istenen atmosferlere kitsch’in yakıt sağladığı, Foster’ın belirginleştirdiği konular arasındadır. Bu dönemde orduyu desteklemek için sarı kurdele takılmasına yönelik çağrıların, aslında İç Savaş günlerinden beridir süre giden bir Amerikan geleneği gibi sunulması örneğinde olduğu gibi, görsel semboller üzerinden sahte gerçeklik yaratılmaya çalışılmıştır. Ve yaratılmaya çalışılan atmosferle teröre karşı savaşın kendisi devasa bir terör üretme mekanizmasına evrilecektir. Sarı kurdele çağrılarından Ebu Gureyb ve Guantanamo manzaralarına giden yolu mutlaka hatırlamak gerekir.

Oğul Bush iktidarıyla ayyuka çıkan irrasyonalite, Trump dönemiyle bambaşka bir aşamaya gelir. Foster’ın en kritik sorusu, solun “kendi kültürel stratejilerini temellük etmiş bir sağ karşısında” ne yapabileceğidir. Foster bu soruyu, devleti ortadan kaldırmaya soyunmuş Trump politikaları üzerinden sorar. Bu vurgu, solun volantarist (iradeci) yani Blanqui’den Lenin’e kadar yönünün sağ tarafından temellük edilmesini içerir. Bunun yanında, solun özellikle estetik avangard hareketlere ait birçok yaratıcı ve ütopyacı yönelimi yeni tip neo-liberalizm tarafından temellük edilmiştir. Dijital kapitalizm ve onun etkilediği kültürel alan içinde şirket içi işleyişlerden, tüketiciyle kurulan ilişkiye kadar birçok alanda bu temellükün izlerini hissetmek mümkündür. Artık karşımızda farklılıklara tahammül etmeden öte, onu zenginlik sayan, ekolojik vurguları yüksek, küresel sorunlarla haşır neşir görünen bir kapitalizm vardır. Foster konuya sanat cephesinden bakarak, “Trump’a nasıl karşılık vermeli?” sorusunu ortaya atar.

Bunu yaparken de sanatın son kırk yılda küresel bir piyasaya dönüşmesini sanatçı, küratör, müze gibi farklı aktörler üzerinden ele almaya çalışır. Hans Ulrich Obrist gibi sürekli hareket ve faaliyet hızında olan yeni dönem küratörleri tartışmaya açar. Foster şöyle sorar:

“Peki, halihazırda üretilmiş ve daha da üretilmesi beklenen bütün o sergiler, sohbetler ve kitapların manası nedir? Hangi izleyici veya okur kitlesi şimdi ya da sonra tüm bunları işleyip hazmedebilecek? (Acaba tüm bu küratörlük sürecinin de bir küratöre ihtiyacı olabilir mi?)”

Obrist’in 2014 yılında New Yorker’da yayınlanan bir makaleye göre son yirmi yılda 2.000 seyahat, 2.400 saatlik kayıtlı röportaj ve 200 katalog gerçekleştirdiğini düşünürsek, Foster’ın sorduğu soruların ne denli bir haklılık zemini olduğunu görürüz. Neo-liberalizmin sanattaki izdüşümlerinden biri de kuşkusuz yıldız sanatçı mefhumudur. Foster, “Umarım eserlerin Disney’in samimiyetine sahiptir” diyen Jeff Koons’un sanatındaki mantıksızlık derecesinde iyimserliğin altını kazır. Kitsch, porno ve klasik heykeltıraşlığın, Koons’un büyülü bir etki yaratmaya soyunan ekmek teknesinin üç yapıtaşı olduğunu söyler.

Foster’ın sanatta neo-liberal hâkimiyet üzerine ele aldığı diğer konu, müzelerin yıldız mimarla işbirliğinden doğan yeni nesil küresel müzecilik mantalitesidir. Foster bu iş için genelde ekonomisi çökmüş bir şehrin ya da görmezden gelinip yok sayılmış bölgelerin seçildiğini söyler. Amaç kültür turizmiyle yeni ve güçlü ekonomik gelir kaynakları yaratmaktır. Yıldız mimarların çoğu neo-fütüristik görünümlü ikonik yapıları, yoksul mahallelerle tezat halindedir. Müzenin ardından kentsel dönüşüm planları ve soylulaştırma devreye girer. Türkiye de son 15 yılda bu sürecin canlı bir tanığı haline gelmiştir, Tarlabaşı’ndan Galata’ya ve oradan Piyalepaşa’ya değin… Bizde sanat ortamı Batıda olduğu gibi devlet desteğinden genelde mahrum, kaygan bir zeminde hareket ettiği için, bugüne dek kentsel dönüşüm hareketlerinin sanat alanıyla iç içe geçtiği örnekler gündeme getirilmedi. Sanki sağlam bir zemine dayanmayan, dar bir ekonomiyle geniş çevrenin var olmaya çalıştığı sanat ortamına (piyasasına) bir çeşit pozitif ayrımcılık yapıldı; eleştiriler genelde kamusal olmayan ortamlarda ve kısık sesle dile geldi. Şimdi daha yeni yeni AKM, Beyoğlu Yürüyüş Yolu gibi projeler üzerinden eleştirel yaklaşımların dile gelmeye başladığı görülüyor.

Foster, Yeni Kötü Günler ve Ya Farstan Sonra kitaplarında, 11 Eylül sonrası Amerika merceğinden sanatın acil durumlar karşısında aldığı konumları ustaca ortaya koyuyor. Türkiyeli okur içinse akla gelen, sürekli acil durum içinde yaşamayı kanıksamış (darbelerden düşük yoğunluklu savaşa), kitsch ve neo-liberalizmin son yirmi yıl içinde tavan yaptığı ülkemizdeki kültür ve sanat için bu tip kapsamlı çözümlemelerin ne zaman gündeme geleceğidir. Bu eleştirel sorgulama başladığında ilk gündeme geleceklerden biri, ülkeyi baştan sona saran Yeni Türkiye kamusal alan heykelciliği olacaktır.

 

KİTAPLAR:


Hal Foster, Yeni Kötü Günler, çev. Ferit Burak Aydar, Koç Üniversitesi Yayınları, 2017.

Hal Foster, Ya Farstan Sonra – Çöküş çağında Sanat ve Eleştiri, çev. Aslı Önal, Ayrıntı Yayınları, 2020.

Hal Foster, Zoraki Güzellik, çev. Şebnem Kaptan, Ayrıntı Yayınları, 2011.

Hal Foster, Gerçeğin Geri Dönüşü: Yüzyılın Sonunda Avangard, çev. Esin Hoşsucu, Ayrıntı Yayınları, 2017.