Kurtlarla Koşan Kadınlar’dan kurtlar sofrasına: Güzel Süreyya!

"Batı’nın tekniğine evet, medeniyetine hayır" cümlesinde hayat bulan İslamcı, sağ-muhafazakâr düşün insanlarının ve oraya yaslanan iktidarların sahiplendiği bakış, dizilerdeki kadınlar arasındaki çatışmanın fonunu oluşturuyor

02 Mayıs 2019 10:30

Kültürel iktidar kavramı bize hangi kültürün hegemonik olduğuna veya hangi formun yaygın bir kabul olarak dolaşıma girdiğine dair fikir verir. Georg Simmel’in hayat ve form diye tanımlayıp ikiye ayırdığı şey arasındaki farkta gizlidir biraz da kavramın yüklendikleri. Hayat, salt biyolojik düzeyin ötesine geçip tin düzeyine geliştiğinde, der Simmel, tin de kültür düzeyine yükseldiğinden bir iç çatışma ortaya çıkar. İnsanın biyolojik yaşamına dair her şey iken hayat, form, onun yaratıcı hareketinden türeyen ifade biçimlerine, yani kültüre denk gelir.[1]

Meyvesi kültür olan bu çatışma öyle bir kez olup bitmez, aksine hayat forma hep tehdittir; form hayatı bir kalıpta tutmaya çalışırken, hayat da kendi akışı içinde formu dağıtmaya adaydır. İşte, dönüşüm veya devinim dediğimiz şey tam da bu minvalde çıkar ortaya, bu minvalde işin içine ideoloji karışır, kültür politikaları girer, siyasal iktidarların hayata dair tahayyülleri bulaşır.

Kültürel iktidarın bir mücadele alanı olarak kadınlık ve aile

Bilindiği üzere, siyasal iktidarların kültüre dair bir tahayyülü, başka bir ifadeyle hegemonik hâle getirmeyi amaçladıkları kültür anlayışları vardır. Her nasıl Cumhuriyet kurulduğu ilk andan itibaren gazetelerden dergilere, okul kitaplarından radyoya ve sonra da televizyona uzanan mecralarda kendi meşrebine uygun bir gündelik hayat inşa etmeye çalıştıysa, Yeni Türkiye mottosuna sahip AKP de teknolojinin sağladığı geniş olanakları arkasına alarak bir nevi toplum mühendisliğine girişti.

Cumhuriyet ideolojisinin ötekisi bir dizi “gelenek ve görenek” AKP iktidarının üzerinde yükseldiği zemin oldu. Kültürün “yerlileştirilmesi ve millîleştirilmesi" çabası, "bizim kültürümüzde bu var şu yok" ya da "bunlar hep Batı icadı" söylemleri ile kendini gösterdi. Eski Türkiye ile verilen bu savaşın en önemli cephelerinden biri elbette ki kadın ve aile oldu. Nasıl ki “Batılı” Cumhuriyet’in bir yeni aile ve ona uygun yeni kadınlık biçimleri vardıysa, kendini “muhafazakâr-demokrat” olarak tanımlayan AKP’nin de yerli ve millî değerlere uygun bir aile ve kadınlık tahayyülü vardı. Ancak kültürel alanın, Yeni Türkiye’nin ötekileri olarak işaret edilen “beyaz Türkler, Kemalistler ve solculardan” oluşan homojen bir blokun elinde olduğu varsayılıyordu.

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın bir vakfın genel kurulunda yaptığı açılış konuşmasında “Biliyorsunuz, siyasal iktidar olmak başka bir şeydir. Sosyal ve kültürel iktidar ise başka bir şeydir. Biz 14 yıldır kesintisiz siyasî iktidarız. Ama hâlâ sosyal ve kültürel iktidarımız konusunda sıkıntılarımız var” deyişi ondandı. Böylesi bir serzeniş, esasında Yeni Türkiye mottosuyla yola çıkan bir iktidarın Eski Türkiye’nin kültürel yapısını istediği kadar dönüştüremediğini de göstermekteydi.

Buna göre, “beyaz Türkler, Kemalistler ve solculardan” oluşan bu homojen topluluk, yerli olana inat, Batı kültürünün imitasyonuyla varlığını sürdürmekte; bu süreçte yerli ve millî olanı ayaklar altına almakta veya görmezden gelmekteydi. [2]

Elitler olarak tanımlanan bu blokun üyeleri kendi yerli ve millî değerlerine tümüyle sırtını dönmüş, birer Batı özentisi olarak görülüyor, dahası ellerinde tuttukları kültürel alanla toplumun geri kalanını da adına Batıcılık denen bu illet ile zehirlemekten geri kalmadıkları düşünülüyordu. Bu sebeptendir ki kültürel alanın tez elden zaptedilmesi gerekmekteydi.

Mesela Yeni Şafak gazetesi yazarı İsmail Kılıçarslan, Cins’in yayın hayatına başlama amacını şöyle ifade etmişti: "Bizim en büyük kavga alanımız ve derginin başat fikirlerinden biri kültürel iktidarla, Türkiye'de Kemalist beyazların oluşturduğu bu kültürel iktidarla mücadele etmek." [3]

Kültürün taşıyıcıları ve bizim kültürümüzün diğer kültürlerle farkını imleyen sınırlar olarak görülen kadınların bu kavgadan nasibini almaması mümkün değildi elbette. İçeri ve ev olarak okunan kadının, yabancı kültürlerin istilasından kurtarılması bir nevi kültürün kurtuluşu gibi okunmakta bu dilde.

Zira kültür üzerinde verilen mücadele, en çok dışarıda kalanların, istenmeyenlerin, hafif tabirle hoş görülmeyerek yeğlenmeyenlerin kararlaştırılmasında açığa çıkar. İçeri’yi kuran bu kararlaştırma, anlam üzerinden verilen bir mücadeledir de aynı zamanda. Anlam meselesinin tanımlayıcı gücünü ortaya koyan önemli başlıklardan biri hiç kuşkusuz ki bir içeri olarak aile ve hâliyle de kadınlık hâlleridir.

Aile belki de en güçlü kültürel formdur, ama ailenin içine yerleştirilen makbulkadın bile fıtratınedeniyle en büyük tehdittiraileye ve tabii ki hemcinslerine. Bu yüzden de hangi kadınlık hâllerinin makbul sayılacağı, anlamın akışkanlığı içinde sürekli müzakere edilir, ve bu müzakere iktidarın sabitlemeye çalıştığı bir anlam çerçevesi içinde salınır.

Türkiye’nin siyasal atmosferine uygun olarak makbul kadınlığın, hâliyle içerinin tanımlanmasında yerlillik ve millîlik vurgularının ağır bastığı bir dönemden geçiyoruz. Bu vurgular eşliğinde makbul kadınlığın tanımları yapılıyor: Bedeniyle olduğu gibi ruhu ve de aklıyla da evde, kocasında ve çocuğunda olan, dönemin koşullarına uygun eğitimi ve hayat görgüsüyle geleneği ve millî değerleri yorumlayan, düşman olarak addedilmiş öteki kadınlara karşı hep teyakkuzda kalan bir kadınlık. Yerlilik ve millîlik, varlığına tehdit olarak gördüğü öteki kadınlığı, Batı kültürünün bir müsvettesi olarak tasvir ediyor. Bu iki kadın tipinin karşılaşma anlarında ortaya çıkan gerilim ve düşmanlık, Doğu-Batı ikiliğine yaslanan bir medeniyetler savaşına dönüşüyor.

Yabancı tehdidi

AKP dönemindeki siyasal söylemlere baktığımızda, tehdit vurgusunu oldukça yoğun hissederiz. Özellikle son dönemlerde ivme kazanan ve hatta son seçim döneminin temel retoriklerinden biri olan beka sorunu buna örnektir. Devletin, ulusun ve de ailenin birliğini ve dirliğini korumada başvurulan başlıca retorikleden biri olan iç ve dış düşmanlar, Türkiye açısından ne yeni ne de sadece Türkiye’ye özgüdür. Aksine “Eski Türkiye”de olduğu gibi İslam toplumlarının tümünde de yaygındır. Dahası, yaygın olan bu söylemin kurucu dinamiğini kadınlara ilişkin bakış oluşturur.

Fatima Mernissi[4], İslam toplumlarının iki düşman vurgusu ve söylemi üzerinden yönetildiğini söyler: Dışarıdaki ve içerideki yabancı. Dışarıdaki düşman Müslüman olmayan yabancıdır: hedefinde İslam dini, hâliyle de toplumu vardır; içerideki yabancı ise kadındır. Rasyonel akıldan yoksun kadın, kontrolsüz ve doyumsuz hazzı ve doğası, özetle fıtratı nedeniyle aileyi ve toplumu tehdit eder.

Kadının denetim altında tutulması gereken bir içerideki yabancı olarak işaret edilmesi, AKP dönemine has değildir fakat “kültürde Batı karşıtlığı” söyleminin giderek güçlendiği günümüz siyasî atmosferinde kadınlar açısından oldukça tehlikeli bir hâl aldığı açıktır. Adamın birinin hiç tanımadığı bir kadını kamusal alanda şort giydiği gerekçesiyle tekmeleme hakkını ve meşruluğunu kendinde bulması, veya kadın cinayetlerinin son yıllarda artan oranı durumu açıklar niteliktedir. Üstelik, bu türden bir anlatının yaygınlaştırılarak hegemonik kılınması için popüler kültürün oldukça etkin bir şekilde kullanımı, durumu daha da tehlikeli hâle getirmektedir.

Kadınların, kadının olduğu kadar ailenin de kurdu olarak resmedildiği bu mecralarda yine kadınların nasıl bir tehditolduğunu görmek istiyorsak son dönem televizyon dizilerine mekân olan konakların, villaların salonlarına ve sofralarına bakmamız yeterli.

Hani, genelde birden fazla kuşağın konak veya villa çatılarının altında birlikte yaşadığı; yakışıklı, güçlü ve sert adamların aile şirketlerini yönettiği; lüks arabalarla vızır vızır gezdiği; güzel bakımlı kadınlarınsa evde, kapalı kapılar ardında gözde olmak veya kalmak için hain planlar yaptığı malûm diziler. Cinayet, aldatma, kandırma, entrika hepsi diz boyu, ama en yorucusu salonlardaki karşılaşmalar, kadınların birbirine meydan okuduğu düşmanca temaslar.

Belediyeler ve dernekler yürümeyen evliliklerin oranından ürkerek evlilik okulları açmadan, en az üç çocuk telkinleri yükselmeden, devlet çeyiz hesapları ile evliliği özendirmeden, Kadın ve Aileden Sorumlu Sosyal Politikalar Bakanlığı’nın adı Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı olmadan… yani, hükmeden cinsiyetçi yüzünü bunca göstermeden önce de diziler böyle miydi sorusunu sormadan geçemiyor insan.

Elbette, o zaman da durum pek iç açıcı değildi. Kan ve/veya evlilik bağı ile oluşan aile ve akrabalık birlikteliklerinin sivil alanın üzerini kapattığı sosyolojisi ile Türkiye açısından ailecilik gibi içerideki düşman olarak yıkıcı kadınlık da verili kabul edildi hep. Yardımlaşma ağları, dayanışma veya hayatta kalma stratejileri hep dışarıdan gelen tehlikelere, yabancının tehdidine karşı kuruldu. Ailenin dışarıdaki ötekisi yabancı, bu ötekinin ete kemiğe bürünmüş hâli ise içerideki yabancı, kadınlar olageldi.

Hâliyle 2000’lerin başında da öncesinde de ailenin veya mahallenin bir nevi cemaat gibi kurulduğu ve bu cemaatin nasıl da güvenli, ideal bir alan yarattığı varsayılırdı dizilerde. Aynı dizilerin yıkıcı dinamiği hep fettan, fitneci, iş bilen kadınlar oldu. Hegemonik olan hep ataerkil dildi, kabul; ancak 2000’lerin başına kadar bu dilin kıyısından köşesinden dolanan, hatta bazen delip geçen diziler de vardı, yani başka türlü hayat tahayyüllerine kapı aralayarak biraz olsun içimize su serpen örnekler de yok değildi. Ve bu örneklerin beslendiği, hegemonik ataerkil söylemin karşısına dikilen karşıt bir politik alan mevcuttu.

Geçişken hayatlar

Seksenler Türkiye'sinde yükselen ve yaygınlaşan feminist hareket Cumhuriyet ideolojisinin ataerkil yanını, yani kadın bedeni üzerinden ürettiği denetleyici politikaları, cinsellik gibi tabu sayılan meseleleri merkezine alarak tartışmaya başladı. 1960’larda Batılı kadınların kullandığı  “özel olan politiktir sloganı 1980’lerin Türkiye'sinde etkisini göstermiş, aile içi şiddet gibi meseleler tartışılabilir hâle gelmişti. Benzer bir biçimde, 1980’lerin sonunda cinsel tacize hayır kampanyası ve “Bedenimiz bizimdir kampanyası ile genel ahlak sorgulanmıştı. Sonuç olarak, 80'lerden 90'lara feminist politikanın konusu olan dayak, tecavüz, taciz gibi kadına yönelik şiddet türleri ile toplumun hâkim ahlakî yapısı tartışmaya açılmıştı. Bu eylemlilik biçimleri hâliyle farklı yaşam tahayyüllerinin popüler kültüre sızmasına da zemin hazırlamıştı. Duygu Asena’nın daha sonra aynı isimle filmleştirilecek olan Kadının Adı Yok (1987) romanı ve başrollerinde Zuhal Olcay’ın oynadığı Dünden Sonra Yarından Önce (1989) filmi gibi kadın özgürleşmesini konu edinen popüler kültür örnekleri tam da böylesi bir toplumsal hareketliliğin içinden doğdu. Cinsel özgürlük veya boşanma gibi mahrem ve tabu sayılan konularda konuşmaya olanak tanıyan bu tarzda popüler kültür ögeleri varlığını 2000'li yılların başına kadar sürdürdü.


Mesela bunlardan biri 2001 yılında TRT’de yayınlanan Yeditepe İstanbul dizisiydi. Dizi, kocasının iflası ve kaybını arka arkaya yaşamış Olcay (Zuhal Olcay) ve kızının (Özgü Namal) yeni bir hayat kurma çabasını konu alıyordu. Olcay, son derece zengin ve rahat hayatına veda etmek zorunda kalıp İstanbul’un arka sokaklarında yükselen eski ahşap bir evin üst katını kiralıyordu kızıyla. Her bir katında başka bir kiracının yaşadığı, orta veya üst sınıfın steril çekirdek ailesine inat, hayatların geçişken olduğu bir ev. Biraz yoksulluktan ama daha çok mahalleli olmaktan kaynaklı yakın temas bir yaşantı ve bu yaşantı içinde erkekler hiç de kahraman değiller. Aksine, kadınların sırtladığı bir yaşamda figüran olmakla sınırlı rolleri. Bir kurtarıcıya ihtiyaç duymayan mahallenin kadınları, yaşamı emekleri ve kendi aralarında kurdukları dayanışma ağlarıyla örgütlüyor. Olcay, ev sahibesi Havva Ana (Meral Okay) ve öteki kadınlarla bu evin salonunda karşılaşacak, ilk bu salonda birbirlerinin yaralarını göreceklerdir. Bu karşılaşmada ne kadınlar arası rekabetten, ne güçlü ve yakışıklı erkekler için birbirinin gözünü oyan hemcinslerden, ne de hırstan ve entrika yüklü bakışmalardan iz vardır; aksine, kadınlar kendi kayıplarına ve acılarına bakarak ortak olmasalar da, birbirlerini didiklemeden, yormadan hayat akışında sakin bir ritim tutturacaktır.

Perran Kutman’ın başrolde oynadığı, 90’ların başında Show TV’de yayınlanan Şehnaz Tango veya “kızlı erkekli” yaşayan üniversite öğrencilerini konu alan ve bir TRT dizisi olan Yedi Numara da benzer bir ritme sahipti.

Ellilerinden sonra uçarı kocasından boşanarak iki kızıyla yeni bir hayata başlayan Şehnaz’ın (Perran Kutman) özgürleşme mücadelesini anlatan Şehnaz Tango gibi, taşradan gelmiş öğrencilerin kiraladıkları eski ve büyük bir ahşap evde dostluklarıyla örerek kurdukları yaşamı konu edinen Yedi Numara da içine kapanmayan, aksine dışarıya açılan başka bir hayatın olanaklarını tartışıyordu.

Özgürlüğün olanakları ve kaygılarıyla birlikte tüm bunlara eşlik eden kendini var etme mücadelesi ve bu mücadelenin baş kahramanı olarak işaret edilen kadınlık biçimleri bu üç dizinin de kurucu anlatısıydı.

Gelin-kaynana rekabeti

Oysa şimdilerin çok izlenen dizilerindeki yaygın hikâye, taktik ve stratejileri ile bir savaş meydanını anımsatan aile ve bu türden bir aile içinde yeşeren kadın kadına düşmanlık. Tonu gittikçe koyulaşan bu düşmanlığın bize söylediği yeni bir şeyler var esasında: gelenek ve göreneklerine bağlı, iyi eğitilmiş ve eğitimini çocuklarını yetiştirmek için kullanan evdeki makbul kadınlarla dışarıdan gelen kadınların savaşı. Bu savaş dönemin politik ruhuna, siyasal iktidarın kadınlık ve aile tahayyülüne çok uygun.

Batı’nın tekniğine evet, medeniyetine hayır cümlesinde hayat bulan ve Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren İslamcı, sağ-muhafazakâr düşün insanlarının ve oraya yaslanan iktidarların sahiplendiği bu bakış, dizilerdeki kadınlar arasındaki çatışmanın arka fonunu oluşturuyor.

Geleneklerine sıkı sıkıya bağlı, ailenin bütünlüğünü korumak için her türlü fedakârlığa hazır kadınlar ile gözü dışarıdaki hayatta, kariyerde, sokakta olan kadınlar arasında bir mücadeleye tanık oluyoruz. Bu mücadeleyi siyasal iktidarın aile ve kadın tahayyüllerinden bağımsız düşünmek olanaksız.

Parti programında yer alan şu cümleyi tam da bu bağlamda okumak zihin açıcı: “Kadınlar sadece toplumumuzun yarısını oluşturdukları için değil, her şeyden önce birey ve sağlıklı nesillerin yetiştirilmesinde birinci derecede etkin oldukları için, yılların ihmali sonucu biriken her türlü sorunlarıyla ilgilenilmesi, partimizin öncelik verdiği bir konudur”.  

Bu ifadelerlerden de anlaşılacağı üzere AKP, kadınlara aile bütünlüğünün korunması için yatırım yapmayı uygun görüyor. 

Meselenin esasında kadın değil aile olduğunu 2011 yılında Kadın ve Aileden Sorumlu Devlet Bakanlığı’nın kapatılarak, yerine Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı’nın kurulması da gösteriyor. Daha sonra bu bakanlığın, kadın örgütlerinin tüm itirazlarına rağmen, Sosyal Güvenlik Bakanlığı ile birleştirilerek (6 Haziran 2018) Çalışma, Sosyal Hizmetler ve Aile Bakanlığı ismini alması da hükümetin toplumsal cinsiyet eşitliğinden ne anladığını gösteriyor. Bu zihniyet, kadın meselesini toplumsal cinsiyet eşitliği veya kadının özgürleşmesi gibi noktalardan hareketle değil de sosyal hizmetlerin bir parçası, aile ve evlilik kurumunun salahiyeti adına işlevsel olarak kullanılan bir başlık olarak ele alıyor.

Mesele koyu bir ailecilik içine hapsediliverdiği içindir ki, yürümeyen evlilikleri düzene sokmak, ya da evlenecek olan çiftleri öncesinde evlilik kurumuna hazırlamak için evlilik okulları açıyor veya yürürlüğe koymayı planladıkları boşanma davalarında arabuluculuk düzenlemesi ile boşanmayı zorlaştırmaya çalışıyorlar.

Durum böyle olunca, diziler de yolunu buluyor, her biri bir sarayı çağrıştıran geniş hane yapıları içinde sürüp giden entrikalar, bu entrikaların baş aktörleri olan fettan kadınlar ve onlar arasında sürüp giden savaşlar… Dışarıdan gelerek aile bütünlüğünü tehdit eden yabancı kadınlarla bu kadınları bir kalıba sokmaya çalışan içerideki kadınlar arasındaki bitimsiz mücadele…

Mesela, İstanbullu Gelin; konusu bildik mevzu, gelin-kaynana rekabeti. Dizideki kaynana, Esma Sultan (İpek Bilgin), “Ama siz kadınlar da katil erkekler yetiştiriyorsunuz.”, “…birbirinizin gözünüzü oyuyorsunuz...” diye başlayan cümlelerin meşrulaştırıcı varlığı Aliye Rona’yı hatırlatıyor. E biz bu bilgiye vâkıfız, kadınların erkeklerle yaptığı bu iş birliğinin adı bile var literatürde: ataerkil pazarlık. İşte, İstanbullu Gelin’de de bu türden bir pazarlığın tam ortasında buluyoruz kendimizi ve tabii ki dizi bize pazarı kuranın, mübadelenin değer ve kurallarını belirleyenin kim olduğunu sorgulatan bir anlatı kurmuyor.

İstanbullu Gelin’de kurulan pazarın görünen sahibi, eli maşalı kaynana Esma Sultan’ın ailenin adını, soyunu sopunu, gelenek ve göreneklerini korumak için yapmayacağı şey yok. Hâliyle, soyun sopun garantisi olarak gördüğü en büyük oğlu Faruk’un (Özcan Deniz) aşk hayatı da Esma Sultan’ın en önemli meselesi. 

Faruk’un büyük şehrin keşmekeşi içinde kaybolmuş ama kirlenmemiş, dobra, güçlü, kendi ayakları üzerinde duran, sahici bir kadına, Süreyya’ya (Aslı Enver) âşık olması ile ideal aile çatırdamaya başlıyor! Dizinin ilk bölümünde, metroda giderken Kurtlarla Koşan Kadınlar’ı okuyan kahramanımız, fazla değil iki bölüm sonra, kendini geniş ailenin kurtlar sofrasında buluveriyor. Öğreniyoruz ki Süreyya, esasında kendi ayakları üzerinde durmaktan çok yorulmuş, prensini arayan bir prensesmiş. Neyse ki Faruk, zaman zaman zor ve cebire de başvurarak çekip kurtarıyor onu sokaklardan, pek de muteber olmayan tekinsiz hayatından. Süreyya, bir anda kendini ailenin ihtişamlı konağının salonunda, Esma Sultan’ın karşısında buluyor.

Yeditepe İstanbul’un aksine, evin salonu bu kez pek de dostluk kokmuyor bu ilk karşılaşmada. Zaten Yeditepe İstanbul’daki ev de ev değildi hani; salonu, mahremi olmayan herkesin doluştuğu bir yerdi ne de olsa. Oysa İstanbullu Gelin’de salon, steril, yalıtılmış ve de aile gibi bir ailenin mekânı oluveriyor; tek sorun Faruk’un sokağı, yani Süreyya’yı eve taşımış olması. Esma Sultan, yabancıların eve böyle çat kapı getirilemeyeceğini gözlerinden saçılan ateşlerle oğluna söylüyor, oğlu ise Süreyya’nın artık yabancı olmadığını. Bundan sonrası malûm, Süreyya içerideki yabancı oluveriyor, yılana benzetilen sinsi ve yıkıcı yabancı! Batı’nın değerlerini alarak gelenek, görenek, ahlak denen şeyleri unutmuş bir tehdit. Yani hem içerideki hem dışarıdaki yabancının tek bedende vücut bulmuş hâli.

Pasta yenilen savaşlar

Benzer bir anlatıyı Ufak Tefek Cinayetler dizisinde de görüyoruz. Dizide boy gösteren kadınlar, Sarmaşık Sitesi’ni saran yılanlar gibi resmediliyor. Lise yıllarından beri “arkadaş” olan bu kadınları birbirine bağlayan şey, sevgilerinden ziyade düşmanlıkları. E, halk dilinde kadın kadına dostluk tam da böyle bir şey değil mi? 

Oya (Gökçe Bahadır), Merve (Aslıhan Gürbüz), Arzu (Tülin Özen), Pelin (Bade İşcil) etrafında dönen hikâye erkekler için verilen zor bir savaşı konu alıyor. Oya dışında her biri kendi ailesini kurmuş ve ailesini öteki kadınlardan korumaya çalışan birer kahraman! Bu kahramanlar tıpkı savaş alanındaki komutanlar gibi düşmanı alt edecek stratejilerle hareket ediyor, yıllanmış düşmanlarının hakkından türlü taktiklerle geliyorlar. Her birinin diğerinin yarasını deştiği buluşmalara Merve’nin şık paketlerle taşıdığı pastalar eşlik ediyor. Bu pastaların kibarca yendiği salonlar, meydan muharebelerinin mekânlarını anımsatıyor, kadınlar âdeta birbirinin ciğerini söküyor.

Bu iki dizi esasında evlerin salonlarında yaşanan karşılaşmalar üzerinden kadınlar arası ilişkiler etrafında örülen aile anlatısının popüler kültür temsilleri açısından geldiği noktayı özetler gibi. Eskinin geniş ailesinin özlemle çağırıldığı, kadınların harem benzeri bir mekânda entrikalar içinde resmedildiği İstanbullu Gelin gibi Sarmaşık adlı lüks bir sitede geçen Ufak Tefek Cinayetler de toplumsal cinsiyet rejimlerinde ortaya çıkan dönüşümlerin türlü veçhelerini gösteren birer anlatı olarak hem kendini hem de toplumu yeniden örüyor.

2000'li yılların başlarına kadar varlık gösteren dizilerin aksine, buradaki kadınların aldıkları eğitime ve sahip oldukları olanaklara rağmen çalışma, kariyer yapma, hayatı dönüştürme, dostluk kurma gibi bir dertleri yok. Karşımıza çıkan bu kadın figürler, bir taraftan aile ve hâliyle toplumun dinamiği olarak gösterilirken, diğer taraftan ailenin ve toplumun köküne yerleştirilmiş bir dinamit olarak resmediliyorlar.

Yeni Türkiye yeni kadın

Fakat bu dinamiti eski çalışmaların bize önerdiği kategorilerden birine kolayca yerleştiremiyoruz. Zira önceki çalışmalar popüler kültürdeki toplumsal cinsiyete dayalı ayrımcılık türlerinin belli stereotipler üzerinden işlediğini söylüyordu. Bunlar sırasıyla, kadınların geleneksel roller içinde sunulması, geleneksel rolleri aşan veya zorlayan kadınların cinsel bir obje olarak sunumu, son olarak kadınların şiddet nesnesi olarak sunumu biçiminde kategorize ediliyordu.

Oysa şimdilerde İslamcı ideoloji ile Cumhuriyet ideolojisinin meşru kadın kimliğinde, başka bir ifadeyle kadınların kamusal alanda bulunma koşulunun meşru zeminlerinde zaman zaman uzlaşarak zaman zaman da ayrışarak kurdukları bir kadın tipi yükseliyor. Bu kadın, ne sadece Cumhuriyet ideolojisinin namus zırhını giymesi koşulu ile çalışmak ve üretmek üzere kamusal alana çağırdığı kadın tipine ne de İslamcı ideolojinin tümüyle çocuk, eş veya yaşlı bakımı için hane içinde konumlandırdığı kadın tipine uyuyor. Şimdilerde popüler kültürde özellikle de dizilerde hâkim olan stereotip, geleneğin yeniden icadı ile eskinin geri çağırılarak çağın koşullarına uydurulduğu bir kadın. Bu kadından beklenen, anne ve eş rolünü aklında tutması koşuluyla eğitim alması, eğitiminin amacının bu rollerini en iyi şekilde gerçekleştirmek olduğunu unutmamasıdır.

“Bir kadının en büyük kariyeri anneliktir” cümlesinde ses bulan bu tahayyülde, kadından beklenen, iyi bir evlilik yaptıktan sonra kariyer peşinde koşmamasıdır mesela. Zira her ne kadar bu kadın çalışmasının koşullarını sağlayacak kadar iyi bir eğitim almış olsa da çalışması bir zorunluluk değildir, onun birincil görevi aile içinde eş ve anne, gelin rollerini hakkıyla yerine getirmektir. Sokağın kirinden pasından, kaosundan uzak, temiz kalmak, sokakta kalmaya direnen kadınları ise bir öteki olarak işaret etmek bu kadından beklenendir.

Belki de bu yüzden toplumsal muhalefetin daraldığı, eyleme geçmenin gittikçe zorlaştığı, her türlü örgütlülüğün terör olarak tanımlandığı bir siyasal atmosferde, sokağa akan kadınlar bunca korkuttu iktidarı. Dünya Kadınlar Günü kutlaması için İstanbul'da düzenlenen 8 Mart Feminist Gece Yürüyüşü'nde, polisin sert müdahalesine rağmen, binlerce kadının Dünya yerinden oynar kadınlar özgür olsa, Susmuyoruz, korkmuyoruz, itaat etmiyoruz, Gelsin baba, gelsin koca, gelsin devlet, gelsin cop, inadına isyan, inadına özgürlük sloganları atması en çok siyasal iktidarı ve onun yaslandığı zihniyeti rahatsız etti. Ama neyse ki bazı kadınlar verdikleri bu rahatsızlıktan memnun ve  hâlâ sokakta kurtlarla koşmaya devam ediyorlar...

  


[1]Georg Simmel (2017). Modern Kültürlerde Çatışma

[2] http://www.birikimdergisi.com/haftalik/8174/kulturel-hegemonya#.XLmr8OszbEo

[3]https://t24.com.tr/haber/cins-dergisinin-ilk-sayisi-cikti-kulturel-iktidara-kafa-tutmaya-geldik,311751

[4]Fatıma Mernissi, İslam’da Aktif Kadın Cinselliği Anlayışı