Gülten Akın’ın yeri ve zamanı

“'Kestim Kara Saçlarımı' şiiri ve aynı addaki kitap 1960’ta yayımlanmıştı. Ben bu şiiri ‘60’ların ikinci yarısında, Mülkiye öğrenciliğim sırasında okudum. Zihnime sonsuzca kazınmış şiirlerden biridir. Gülten Akın’ın adı o yılların şiir artalanında esen, bazen büyülü bazen uzak rüzgârlardan biriydi. Uzaklığın olası nedenlerinden biri, 20. yüzyılın ilk üç çeyreğinde ‘kadın şair’ kavramının ve imgesinin hâlâ ufuk dışı kalması olabilir."

08 Nisan 2021 20:30

İlk şiiri “Çin Masalı” 20. yüzyılın tam ortasında, Nisan 1951’de Son Haber gazetesinde yayımlanıyor, kendisi on sekiz yaşındayken. Kitaplarına almadığı, pek sözü de edilmeyen bu şiiri, basit bir şey olacağı önyargısıyla yeterince merak etmemiş olmalıyım. Kitaplarına neden almadığını bir süre önce şiiri gördüğümde anladım: Bu çok güzel şiir belirgin bir biçimde Rimbaud’nun ünlü “Sarhoş Gemi”sini çağrıştırıyordu. Aslına bakılırsa, Rimbaud Türkçe şiirde o dönemler, geleceğin en iyi şairlerinin idolleri arasındadır.[1] Ve yetişme çağında Rimbaud’dan etkilenmiş olmak bir şair açısından iyi bir referans.

Kitaplarına alacağı ilk şiiri 1952 yılında, Ankara Hukuk Fakültesi’nde öğrenciyken yayımlanıyor, Mülkiye dergisinde. Aynı dergi bir yıl sonra Cemal Süreya’dan da şiir yayımlayacak. Cemal Süreya, Sezai Karakoç ve Ece Ayhan o yıllarda Mülkiye’de öğrenci. Ve Mülkiye, Hukuk Fakültesi’nin yanı başında. Gülten Akın bu şairlerden ilk ikisini ve belki Ece Ayhan’ı da o yıllardan biliyor.[2] Onlara yalnızca yer ve zaman açısından değil, şiiriyle ilgili bazı çok temel noktalarda da yakın. Yalnızlık, ölüm, tarih ve sonsuzluk izlekleriyle, son derece özgün, uçan kaçan imgeler yazıyor, söylemsele yüz vermemeye kararlı. Sonraları hakkında yazdığı şairler arasında Cemal Süreya’nın yanı sıra Edip Cansever ve Turgut Uyar da bulunacak.[3] Ayrıca kendisi epey sonra, “bende İkinci Yeni de var” diyecek.[4] Peki neden onlarla aynı grup içinde olmadı?

Bu soruyu, ille de herkes gruplaşmalı gibi bir fikirden çok, onun şiirine yaklaşma çabamızda yol açıcı olabileceği için soruyorum.

Diyelim, İkinci Yeni’nin o ilk yıllarda hemen kurulup tabelasını asmış bir ‘müessese’ olmayışı var. Akım olarak algılanmaları ve adlandırılmaları da şairlerin kendi girişimiyle değil, Muzaffer Erdost’un 1956’da yayımladığı –aleyhteki!– bir yazıyla başlıyor. O tarihte yukarıda andığım şairler zaten fakültelerinden mezun olup Cebeci’den ayrılmış durumdalar: 1954’te Cemal Süreya, ‘55’te Sezai Karakoç, ‘56’da Gülten Akın... Gülten A., mezun olduğu yıl ilk kitabını çıkarıyor, evleniyor ve ‘58’de Ankara’dan ayrılıyor. On beş yıl Anadolu’nun çeşitli yerlerinde kalacak. Ancak bu dağılma herhalde onun neden İkinci Yeni kadrosunda yer almadığı sorusunun yanıtı değil. En azından tek yanıtı değil.

Aramaya, yukarıda alıntıladığım “bende İkinci Yeni de var” sözünden devam edelim. Bu söz onun İkinci Yeni’ye yakın olsa da bir mensubiyet hissetmiş ya da bütünsel tanımlayıcılık yüklemiş olmadığını, oradaki anlayışı kendi şiirinin yalnızca bir bileşeni olarak gördüğünü anlatıyor. Gerçi yıllar sonrasına ait bir söz bu. Dolayısıyla, biz ondaki İkinci Yeni’yi ‘dışardan’ düşünebilmek için, akımın çağdaşı olan şiirlerine daha yakından bakalım. İşte 1954 yılında yazılmış “Alaca Dağlarda Sarı Çiçek” adlı şiirinin başlangıç dizeleri: [5]

Alaca dağlarda sarı çiçek
Açar kimse duymaz sabaha kadar
Alaca dağlarda sarı çiçek
Sevgisinden yalnızlığından korkar

Yinelemeleri, uyakları ve ses uyumlarıyla ilk anda İkinci Yeni’den çok Cumhuriyet dönemi halkçılığını çağrıştıracak gibi duruyor bu dörtlük. Ancak aynı anda tam uymayan bir şeyler de hissediyoruz. Yinelenen dizelerde kıtanın düzenine oranla bir hece eksik. Ölçünün tutması için, ilk ve üçüncü dizenin ‘Alaca dağlarda bir sarı çiçek’ ya da ‘o sarı çiçek’ gibi bir biçim alması beklenirdi. Şiirin (ve aslında kitabın, kitapların) bütünü dikkate alındığında, bu eksikliğin bir acemilikten değil, kararlı bir poetikadan, belirli bir uyumsuzluk politikasından kaynaklandığı anlaşılıyor. Mutlak bir uyumsuzluk politikası değil söz konusu olan; eski uyumdan esintilerin eksik olmadığı, sürekli bir uymazlık hali.

Yukarıdaki dörtlükte, dördüncü dizeyle birlikte şiirin bütün gücü ortaya çıkıyor. Adı verilerek alabildiğine somutlaştırılmış dağlarda, Alaca dağlarda, dağların yüceliğine oranla, olabilecek en zayıf türden bir varlık söz konusu, bir birey –sarı çiçek–. Zayıflığı açılmasına engel değil, açılabilecek ve sevecek kadar güçlü, ancak aynı zamanda korkutuyor sevgisi onu, yalnızlığını yok edemiyor. Bu birey enginliğin içindeki çoklu özellik ve duygu durumlarıyla kuşatılmış. Heceden çok modern(ist) şiirde görülebilecek türden bir söylem diyeceğim ama, halk edebiyatı dahil, var olan bütün edebiyatların güçlü verimlerinde karşımıza çıkabilen bir olağanüstülük sonuçta buradaki.

Aynı şiirin içinde ilerledikçe farklılaşma artıyor ve uyumsuzluk gizli olmaktan çıkıyor. Ve yine bir dörtlük olan üçüncü kıta, ilk dizesiyle bizzat anlattığı İkinci Yeni duyarlığına yaklaşıyor:

Şekil siner daha siner
Ses daha uzar yağmur içinde
Bir yük katarı geceleri
Şehri karanlığında ayırır

Burada, aynı şiir içinde önce halk edebiyatına, sonra İkinci Yeni biçimlerine yakınlık olarak ortaya çıktığını gördüğümüz çokluluk, Gülten A.’da uymazlık ilkesinin aldığı biçimlerden biri. İkinci Yeni babında daha ileri bir yakınlık örneği olarak, 1964’te yayımlanan üçüncü kitabı Sığda’daki “Bir Kayığa Biner Geceleri” adlı şiirin bitiş dizelerine bakalım:

(...)
Sığlıkta o kadın tek başına
Dua biçiminde inceltir korkuyu
Sunar içtenliksiz, tanrısına

Son dizede yoğunlaşan Ece Ayhan çağrışımı çarpıcıdır. Ece A., Gülten A.’nın yazılarında konu edindiği şairler arasında değil. Ancak Mülkiye-Hukuk çevresinde ya da sonrasında birbirlerini belirli ölçülerde biliyor olmaları beklenir. Her durumda, Gülten A.’nın 1966 yılında kendi tekniğini anlattığı şu sözler, Ece A. için de biçilmiş bir kaftan gibi:

“Bir yerde sinemanın yaptığını yapıyorum. Yer yer gerçekten birtakım noktalar alıyorum; doğruyu, o insanın doğrusunu atmıyorum da, ondan birtakım noktalar alıp kendim birleştiriyorum. Ona paralel bir doğru meydana getiriyorum.”[6]

Buradaki “gerçekten”, “doğruyu” ve “doğrusunu” sözcükleri çokanlamlı ise de, alıntının bağlamına bakılırsa, sanıyorum kastedilen ‘gerçeklikten birtakım noktalar almak ve bunları birleştirmek’tir; başka bir deyişle, ipuçlarına dayalı bir şiir. 1978 tarihli, “Yaşam Öyküsü” adlı kısa özyaşamöyküsünde[7] geçen “Hemen bütün dizelerimin temelinde birtakım olgular, gerçekler vardır benim için” cümlesi de teknik açıdan aynı yönteme işaret ediyor. Gülten A., Ece A. ile bir bilinç öğesi olarak sinema konusunda da ortaklaşıyor ve “noktalar”ın imgeselliğini destekliyor.

Bu çok genel betimlemeden biraz öteye gidildiğinde, topyekûn İkinci Yeni ile değilse de, Ece A. ile aralarında az çok belirleyici farklılıklar görüyoruz. (Zaten, tartışmasız olarak İkinci Yeni kadrosunda sayılanların tümü arasında da ikinci adımda başlayan, belirleyici farklılıklar yok mudur?) Ece A., yukarıda Gülten A.’dan alıntı dolayımıyla işaret ettiğim tekniği uygularken daha dışsal, bilinen tarih yazımlarının dışladığı, kendince seçilmiş “birtakım noktalar”ı birleştirir. Bu tür bir dışsallık Gülten A.’da daha çok Kırmızı Karanfil (1971) adlı kitabında ve ardından gelen destanlar döneminde, çokseslilikle birlikte ortaya çıkacak. O döneme kadar aynı teknik ‘içsel’ evren bağlamında kullanılıyor. İkinci bir farklılık ise, Ece A.’da söylem fazlasıyla kişiselleşmiş ve lirizme kapılarını tamamen kapatmış iken, Gülten A.’da uyumsuzluğun o ölçülere varmaması, şaşmayan lirizminin egemenliğine direnen bir karşı akıntı biçimini almasıdır. Başka bir deyişle, onda uyumsuzluk lirizmle aynı derecede vazgeçilmez bir özellik olarak boyutlanıyor. Ece A. ile karşılaştırmanın ilk üç kitap için neredeyse mutlak bir biçimde geçerli ve yine lirizmle de bağlantılı olan bir öğesi de şu: Ece A. kolay kolay ‘ben/biz’ demeyip hep onu/onları söylerken (dışsalın dilsel yönü!), Gülten A. büyük ölçüde bir ‘ben/biz’ şairi. Burada lirizmin de, ‘ben/biz’ anlatımının da, başta Cemal Süreya olmak üzere İkinci Yeni’ye büsbütün yabancı özellikler olmadığını eklemek gerekir.

Yakınlıklardan söz etmişken, Cemal Süreya’nın “Gülten Akın” adlı şiirini anmadan geçmek olmaz: Konu Gülten A., kullanılan dil Ece A., yazan ve ruh veren, Cemal Süreya. Şöyle bitiyor bu şiir:[8]

Önlüklü küçük azize
Uzağa bakma delisi
Kış gününde at kaldırır
Alçakgönüllü:
Karnesinde bir ‘İyi’ var.

Behçet Necatigil 1964 yılında yapılmış bir söyleşide, “Günümüz şairlerinden en çok kimi beğeniyorsunuz” sorusuna verdiği yanıtta kendi kuşağından beş şairi saydıktan sonra, “daha yeniler” olarak şu dört şairi söylüyor: Turgut Uyar, Edip Cansever, Cemal Süreya, Gülten Akın.[9] Bundan iki yıl sonra, 1966 yılında yapılmış bir söyleşide aynı soru sorulduğunda yine kendi kuşağından aynı beş kişiyi ve “sonrakiler” olarak aynı dört kişi ile bir de Ece Ayhan’ı sayıyor:[10] Kuşku yok, Necatigil’in gözünde Gülten A. o tarihlerde İkinci Yeni kadrosuna dahildir, hem de en ön sıralarda, “ilk beş”e dahil.

Dönemin önde gelen eleştirmenlerinden Asım Bezirci, 1971 tarihli On Şair On Şiir adlı kitabında Gülten A.’nın anlatım tekniklerinin onu “kapalılığa”, dolayısıyla İkinci Yenilere bağladığını belirtiyor.[11] Ondan önce de eleştirmen Mehmet H. Doğan, ilk baskısını 1969’da yapmış olan İkinci Yeni Şiir adlı kitabında Gülten A.’ya İkinci Yeni şairlerinin arasında yer vermiştir.[12] Ancak Doğan’ın sıralaması Necatigil’inkinden farklıdır. O, akımın asıl kadrosunu altı şairle sınırlamakta, Gülten A.’ya ise “İzleyiciler” başlıklı uzun listede yer vermektedir. Bu “izleyiciler” sıfatı ‘ardından gidenler, sonradan katılanlar’ anlamına geldiğine göre, Gülten A.’ya ve şiirine ne doğum tarihi itibariyle uygundur bence, ne de şiirinin özellikleri itibariyle. Öyle anlaşılıyor ki Mehmet H. Doğan, Gülten A.’yı İkinci Yeni’ye ön sıralardan dahil etmekte ikircime düşmüştür.

Orhan Kahyaoğlu, Gülten A.’ya “İkinci Yeni Şiir” başlığı altında yer veren ender, hatta belki de tek antoloji yazarıdır.[13] Gerçi mensuplar listesini o da uzun tutmuş (on sekiz şair) ve bölümün girişinde İkinci Yeni akımını tanıtırken metnin içine gizlediği daha kısa bir başka listede, İkinci Yeni’nin asli kurucuları olarak, aralarında Gülten A.’nın yer almadığı altı şairi işaret etmiştir.[14] Aslında özgün bir değerlendirmedir Kahyaoğlu’nunki. Şöyle başlar:

“Gülten Akın, İkinci Yeni’nin, şiirindeki enteresanlık bir yana, tek önemli kadın şairidir. Daha ilk ürünlerinden itibaren benzersiz bir lirizm dikkat çekmektedir onun şiirinde. Şair 1956-1964 yılları arasında üç şiir kitabı çıkarmıştır. Bu kitaplarda tedirgin ruh halleriyle, iç çatışkılarla dolu, imge-yoğun bir şiir serüveni dikkat çeker.”[15]

Değerlendirmesinin bütününü yeterli saymak zorsa da, Kahyaoğlu’nun kadın şair meselesine antoloji bağlamında dikkat çekmek konusunda öncülük ettiğini kabul etmek gerekir. Enver Topaloğlu’nun da 2019 tarihli bir yazısında Gülten A.’yı İkinci Yeni mensubu bir kadın öncü olarak değerlendirdiğini ekleyeyim.[16] Ve şimdi soralım: Bu son iki yazar, değinilerini Gülten A.’nın Kırmızı Karanfil ile Sevda Kalıcıdır arası –“destanlar dönemi” de denen– döneminde yazmış olsalar, “İkinci Yeni” kategorisini yine kullanırlar mıydı? Sanmıyorum. O dönem Gülten A.’nın şiirleri hem şairin kendisi hem de hakkında yazanlar tarafından daha çok “toplumcu şiir” kavramına yakın sayılıyordu. Kahyaoğlu’nun 2015, Topaloğlu’nun ise 2019 tarihini taşıyan ‘İkinci Yeni mensubu, öncü bir kadın şair’ diye özetlenebilecek değerlendirmeleri, Gülten A.’nın Sevda Kalıcıdır’dan sonraki zamanlarına denk düşüyor ve bu nedenle özel bir dikkati hak ediyor.

“Kestim Kara Saçlarımı” şiiri ve aynı addaki kitap (Gülten A.’nın ikinci kitabı) 1960’ta yayımlanmıştı. Ben bu şiiri ‘60’ların ikinci yarısında, Mülkiye öğrenciliğim sırasında okudum. Zihnime sonsuzca kazınmış şiirlerden biridir. Gülten Akın’ın adı o yılların şiir artalanında esen, bazen büyülü bazen uzak rüzgârlardan biriydi. Uzaklığın olası nedenlerinden biri, 20. yüzyılın ilk üç çeyreğinde ‘kadın şair’ kavramının ve imgesinin hâlâ ufuk dışı kalması olabilir. Böyle bir kavram ilk elde akla gelmeyecek, var mı diye bakılmayacak kadar istisnaiydi. Var olanlara da, kadınlığı görülmeksizin, harcıâlem yargılar eşliğinde, diğer şairler arasında bir şair olarak bakmakla yetinilirdi. Erdemli olan tavrın bu olduğunu kabul eden, daha doğrusu üzerinde düşünmeyen bir bilinç vardı, biz kadınlar dahil hemen herkeste. Başka bir deyişle, “sanki eşittik”. Bu noktaya aşağıda yeniden döneceğim.

Gülten A.’nın sözünü ettiğim uzaklığına bulunabilecek diğer bir neden, onunla ilgili ‘Cumhuriyet halkçılığı’ izlenimi olabilir. Bizim ‘68 kuşağının gözünde Cumhuriyet halkçılığı, devrimciliğini yitirmiş bir anlayışın adıydı.

İlk kitap Rüzgâr Saati’nin yayımlandığı 1956 yılında, Cemal Süreya ünlü ve çok tartışılan “Folklor Şiire Düşman” başlıklı yazısını yayımlamıştı.[17] Yazının dolaysız itirazı Gülten Akın’a değil, Oktay Rifat ile Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun o sıralar “halk deyimlerine, folklor temlerine” yönelmiş olmalarınadır. Ancak ortaya konan görüş ve ardından gelen bitmez tükenmez tartışmalar 1960’lardaki “Gülten Akın” imgesini etkilememiştir diyemem. Gülten A.’nın yıllar sonra, 1982 yılında yazacağı “Çağdaş Yazın ve Folklor” başlıklı yazı, Cemal Süreya’ya dolaylı bir yanıt gibidir.[18]

İkinci Yeni, Cumhuriyet dönemi ideolojisinden şiir alanındaki üçüncü ve belki nihai kopuşun adı – ilki Nâzım, ikincisi Garip olmak üzere. Gülten A.’da gerek anlatım gerekse içerik düzleminde çok temel ve güçlü bir kopuşun varlığını, ancak bu kopuşun bütünsel olmadığını, halk şiirinden belli belirsiz esintilere her zaman rastlanabildiğini yukarıda belirtmiştim. İçerik düzleminde ise mesele izlek açısından “halk”ın özellikle üçüncü kitaptan sonra, 1964-65’ten itibaren varlık göstermesi değildir aslında; başta Turgut Uyar ve Ülkü Tamer olmak üzere başka İkinci Yenilerde de aynı özelliğe rastlanır. Cumhuriyet halkçılığı dediğim halkçılık türü bu özellikle değil, bütün bir tarihsel ve siyasal simgesellik döneminin (“memleket edebiyatı”, “hece şiiri”, “Atatürkçülük” vb.) “bakış açısı”yla[19] belirlenmiştir.

İlginçtir, eleştirmen Hüseyin Cöntürk, Gülten A.’nın ilk iki kitabının ardından (demek 1960-1964 arası) yazdığı yakın plan bir yazısında, “Akın birçok şiirlerinde bize kendi kopmuşluğunun tablosunu veren bir şair” diyor.[20] Cöntürk’ün burada “kendi kopmuşluğu” derken kastettiği, söz konusu şiirlerde konuşan kişinin –öznenin– çevresiyle ve kendi kendisiyle olan ilişkisindeki “bağıntısızlık”tır. Gülten A. için kendilik meselesinde büyük ölçüde geçerli bir tespit bu. Ancak bana kalırsa, Cöntürk’ün “kopmuşluk, bağıntısızlık, objektiflik” derken kastettiği bu iç dünya özelliğine ‘mesafe alış’ ya da ‘görüngüsel bakış’ demek daha yerinde olur. Gülten A.’da anlatım, söylem ve genel olarak içerik konusundaki kopuşun mutlak olmadığını da eklemek gerekir.

Bu noktada Gülten A.’nın yukarıda andığım yazısında olumlu yükle kullandığı “süreklilik” kavramı aydınlatıcı olabilir.[21] Yazının ilk kez yayımlandığı 1966 yılı, zamanın ruhuyla birlikte Gülten A.’da da “toplumcu şiir” kavramına yönelme sürecinin başladığı döneme denk geliyor. Yönelme var, ancak düşünsel arka planında bir tür süreklilik de yatıyor: Cumhuriyet devrimciliği ile 1960’lar devrimciliği arasındaki geçişmenin kendine özgü sürekliliği. Gülten A., yaşadığı metropol dışı Anadolu’nun halkı kadar, 1960 Kuşağı devrimciliğinden de etkileniyor, ancak Cumhuriyet halkçılığını, hatta Atatürk simgeciliğini büsbütün bırakmaksızın.

İkinci Yeni’de de, 1960 Kuşağı’nda da görülmeyen bu tavrın kaynağında, Cumhuriyet dönemini kısmen yaşamış bir kadın olmanın yatabileceği fikrindeyim. Bu fikrimi güçlendiren verilerden biri, 1950’li yıllarda özellikle İkinci Yeni ve öykü yazarları çevresinde yükselen söylemsel kopuşun kadın temsilcilerinden bir diğeri olan Leylâ Erbil’in de edebiyat dışı düşünsel hayatında benzer bir “sürekliliği” yaşadığına tanık oluşumdur. Cumhuriyet dönemi kadınlarının zihninde, Cumhuriyet’le birlikte gelen hak kazanımlarının simgesine dönüşmüş bir “Atatürk” vardır. Bir tür minnete benzeyen bu duygu, bir sonraki kuşak olan biz ‘68’lilerden itibaren görülmez pek, varsa da ön planda değildir artık. Gerçi bizim kuşak da henüz toplumdaki cinsiyetçi boyutun bilincine varmış değildir. İkinci Cinsiyet devrimi[22] ancak 1980’lerin sonlarında, feminizmin katkısıyla yol almaya başlayacaktı. “Kestim Kara Saçlarımı” gibi tarihsel bir manifesto olabilecek güçteki bir yapıtın hak ettiği ölçüde ön plana çıkarıl(a)mamış olması bu açıdan özellikle belirtisel geliyor bana. Gerçi bu şiirin bir dizesi kitap boyu bir incelemeye konu oldu,[23] başka pek çok yazıda sözü edildi, ancak sözgelimi oradaki “kesmek” fiilinin bedenle ilişkisi dahil, bakılmamış daha pek çok açı bizi bekliyor. Şu kadarını söyleyeyim: Gülten A. da bu uğraktaki sesin ardına düşmüyor. Zamanın ruhu, önceden süregelen halkçılık ve ona eklemlenerek yükselen sosyalist düşünce Gülten A.’yı da hepimiz gibi uzun süre kişi olarak kendi dışına ve kadınların dışına bakmaya yöneltmiş olmalı. Şiirlerinin öznesine rağmen, cinsiyetçi zihniyete karşı cepheden bir zıtlaşma içinde olmuyor. “Kadın şair erkek şair yoktur, iyi ve kötü şair vardır” fikrine yakın daha çok. Benim “sanki eşittik” kavramıyla anlatmaya çalıştığım tarihdışılık onda da uzun sürüyor.[24]

Gülten A. temkinli farklılaşmaların şairi. Onu bugün okurken bundan çeyrek yüzyıl öncesine oranla daha az paniğe kapılıyorum, çünkü onu o zamana göre daha çok okumuş durumdayım. Burada panik derken sözünü ettiğim olgu, Gülten Akın’ın şiiri konusunda söz almayı gerektiren bir editörlük deneyimidir:

Sombahar şiir dergisinin Ocak-Şubat 1994 tarihli Kadın Şairler Özel Sayısı’nı hazırlama sürecinde birlikte konuk editörlük yaptığımız Gülseli İnal ile o yüzyıl içinde kadın şair arayan gözlerimiz, 1980’lere kadar dört kadın şairin üzerinde duruyordu: Şükûfe Nihal, Halide Nusret, Gülten Akın, Sennur Sezer. İlk ikisi “Cumhuriyet dönemi” şairleriydi, böyle denmesinde pek bir sorun yok. Peki ya Gülten Akın ile Sennur Sezer’i nasıl niteleyecek, hangi döneme dahil edecektik? İkisi de “toplumcu şiir”i savunuyordu, ancak adlarının 1960 kuşağıyla bir arada anılması zordu. Birer kadın şair olarak edebiyat çevrelerinde güçlüklerle karşılaşıp karşılaşmadıklarını da merak ettiğimizden, biraz kışkırtıcı bir hınzırlıkla, en iyisi kendilerine soralım dedik. Özel sayının iki konuk editöründen biri olarak ikisine de telefonla ulaştım. Sennur Sezer yazılı olarak yanıtlamak üzere soruları not etti. Gülten A. ile ise epey uzun bir konuşma yaptık; yazılı yanıt vermeyecekti, konuşmayı yazıya ben geçirdim.[25] O özel sayıdaki yazılar, Yücel Kayıran’ın Gülten A. yazısı dahil, cinsiyetçilik problemini değilse bile, “kadın şair” kavramına odaklanmanın örnekleri oldu. Türkçe şiirin tarihine ve günceline yepyeni bir gözle bakma işi çıkmıştı karşımıza. Çeyrek yüzyılda Gülten A. okumak konusunda biraz yol aldık, sonuçta bir arpa boyu yol gittik.

Dördüncü kitap Kırmızı Karanfil (1971) Gülten A.’yı yükselen solun seslerinden biri haline getirmeye yetecekti. Mevsimler dörtlemesinin ilk şiiri olan “Güz”de tırnak içinde yer bulan farklı sesler çoğunlukla halktan insanların sesleridir ve özne ile art arda söz alırlar. Bu tür bir çoksesliliği, ‘60 Kuşağı şairleri içinde Gülten A.’ya poetik açıdan en yakın olan Süreyya Berfe ile Halûk Aker’de de görüyoruz. Tıpkı onlardaki gibi, Gülten A.’da da yeni seslerin konuştuğu dil taşra hayatından sözcükler içermekte ve oraların hayatından haber vermektedir. O sesler de Gülten A.’nın öznelerinin sesi gibi eksiltilidir. Kitaplarda giderek bütünüyle yeni yorumlarla yaratılmış destan, türkü, ağıt gibi halk edebiyatına dahil türlere yakınlık görülecek. Bu özellikler bir zarf gibi şiirini sararak uyumsuzluğu biraz arka planlara itip hem adreslenmeye hem de damgalanmaya hazır hale getirmiş gibidir. 1970’lerin ve özellikle ‘80’lerin devrimci dalgaları onu kendi şairi olarak bağrına basarken, özellikle bestelenen şiirlerindeki ufak tefek uyumsuzlukların törpülendiği de görülebilir. 12 Eylül 1980 faşizmi onu oğlu kanalıyla Ankara Mamak Cezaevi’nin kapılarına bağlamıştır. 1984 yılının şubat ayında büyük açlık grevleri sırasında yazdıklarını daha sonra 42 Günün Şiirleri adlı kitabından okuyacaktık. Hiçbir şiir kaygısı gütmeden, sözünü en ham haliyle ortaya dökmüş gibidir o kitapta. Anna Ahmatova’yı düşünmeden edemezsiniz. Gerçi tam olarak çağdaş sayılmazlar, Gülten A. doğduğunda Ahmatova (1889-1966) kırk dört yaşındadır; yine de ömürleri kısmen örtüşür ve işkencedeki oğullarının cezaevi kapılarına mahkûm anneleri olmak gibi bir ortak yazgıları vardır. Daha önemlisi, poetikalarının ve poetik güzergâhlarının benzeşmesidir.

Gülten A.’nın şiirinde zirvelerden birinin de o uğrakta oluşmaya başlaması hiç şaşırtıcı sayılamamalı: 2007 gibi ileri bir tarihte yayımlanacak olan Celâliler Destanı. Gülten A., belki ya da besbelli, güncel faşizmin dehşetine dolayım olarak seçtiği, kendi doğum yeri olan Yozgat’ta baş vermiş o tarihsel isyanlara odaklanır burada. Açılışı insan, zaman ve mekân adlı üç büyük ve tarihsel kavramla önümüze çıkan şu iki dizelik muhteşem şiirle yapar:

Nerde İnsan
Bütün kusurları sana yükledik ey zaman
bir de mekândan münezzeh olana [26]

“Nerde insan” sorusu bir başına alındığında birkaç katmanda anlaşılabilir: 1) İnsan yeri belliyken kaybolmuştur, ortalıkta yoktur, kendini göstermemektedir; 2) ya da yeri zaten hiç belli değildir ve şiir insanın yerini aramaktadır. İki katmanın her birinden yola çıkılarak yapılabilecek yorumların haddi hesabı yok. Yalnızca ilkinin kapağını kaldırıp çağrışımlarına bakalım.

“Nerde insan” sorusunu “insan”ın ortalıkta olmamasına duyulan yakıcı sitem olarak anladığımızda, ilk çağrışım Azra Erhat’ın 1969’da yayımlanan İşte İnsan adlı kapsamlı yapıtı oluyor. Tür olarak farklıdırlar; Erhat’ınki şiir değil, “inceleme” olarak sunulmuş bir tür düşünce tarihidir. Ancak adları arasındaki güçlü çağrışımdan öte, aynı probleme işaret eden yönleri açısından “Nerde İnsan”ın daha özgül bir sorgulamayla İşte İnsan’a bir tür karşı ağırlık oluşturduğu söylenebilir.

“Nerde insan” sorusunun aynı derecede yakıcı bir çağrışımı da Nâzım’ın “Japon Balıkçısı” adlı ünlü şiirinin son iki dizesidir: “İnsanlar ey, nerdesiniz?// Nerdesiniz?” Bu şiir Hiroşima’nın hemen ardından yazılmıştır ve soru, silip süpüren bir güncel dehşetin sorusudur. Çok somut, çok doğrudan bir acıyla, dehşet içinde, çaresiz bir sitemle seslenilmektedir “insanlar”a. “Nerde İnsan” şiiri ise tarihsel bir dehşetin genellenmiş ibretidir; o dehşetin, uyarlanmış değil, en somut ayrıntılar düzleminde, ayrıntıların huysuzluğu içinde canlandırılmış bir sunumuna hazırlık –ve kapanış– seslenişidir: 1519 yılında, –Gülten Akın’ın doğum yeri olan– Yozgat’ta Bozoklu Şeyh Celâl etrafında başlayan, “zulmün ve buna karşı kalkışmanın, büyük ve uzun isyanın destanı olsun diye yazıl”mış[27] Celâliler Destanı’nın ibreti.

16. yüzyılda “nerde insan” sorusunun yanıtı ne olabilir? Elbette “önce Tanrı’ya, sonra onun yeryüzündeki temsilcisi sayılana secde etmekte”. “İnsan” zamana ve mekâna bağımlı olandır, Tanrı ise bunlardan “münezzeh” olan. Celâliler Destanı’ndaki anlatı şiirleri ise bir bütün olarak bize “hangi” sorusunu sordurmak için yazılmış gibidir: Hangi insan? Hep yakınılan “zaman” ile, “mekândan münezzeh” (yerle kayıtlı olmayan, yer dışı)” denmiş olduğu unutulup, “şimdi” zaman zaman hatırlanmakta olan Tanrı karşısındaki yeriyle insan. “Bütün kusurları yüklediğimiz” ‘zaman’ ise, ‘dönem’dir. Bir bütün olarak insanın üzerine çullanan dönem, her dönem. Şiir bütün kusurları dönemin özelliklerine ve Tanrı’nın gazabına yükleyen insanı sormaktadır asıl.

Gerçekten de destan baştan sona bize türlü insanlar gösteriyor. Tarihsel açıdan gerçek, etik açıdan türlü türlü. 16. yy. atmosferini yaratmaya ve gerekli sürekliliği sağlamaya yetecek kadar eski, bugünün insanınca yalnızca bir iki kez sözlüğe bakarak izlenebilecek kadar yeni bir dil. Gülten A. isyanı destan yapıyor, etik tavrı tarih ile güncellik arasında belirli bir uzaklığı hem sağlıyor hem de koruyor. Sık sık Nâzım’ın destanlarını çağrıştırarak…

Yeniden dönüp kendisine bakması –görüngüsel bakış– için yaşlanıp engin denizin kıyısına yerleşmesi gerekecektir. Sanki aynı zamanda, ondaki negatifliğin de kendini net olarak gösterdiği şiirler yazmak için.

Kendisi, “Dîvan’dan, Halk Şiirimizden geçip gelen uslu çizgideyiz” diyor, bazı isimler sayarak.[28] Ben ise sonuçta –ya da şimdilik– onu en çok Fazıl Hüsnü Dağlarca ile gruplaştırmak eğilimindeyim, gruplaşmayanlar grubunda.[29]

Gülten A. ile ilgili bir önceki yazım, son kitabı Beni Sorarsan ile ilgiliydi. Başlığında “Yazdıkça büyüyen” demiştim.[30] Şimdi şöyle diyorum:

Okundukça büyüyen.

 

NOTLAR:


[1] Bkz. Necmiye Alpay, “Rimbaud: Bir idol”, Milliyet Kitap, 16.8.2012.

[2] Gülten Akın, Şiir Üzerine Notlar, YKY, 2004, s. 94.

[3] Agy., s. 76 vd.

[4] “Soru-Yanıt”, Sombahar, Kadın Şairler Özel Sayısı, Ocak-Nisan 1994, no. 21-22, s. 182.

[5] Gülten Akın, Seyran: Toplu Şiirler, Adam Yay., 1992, s. 33.

[6] Kaynak: “Gülten Akın’la Bir Konuşma”, Soyut, Mayıs 1966, aktaran Asım Bezirci, Güle Dil Verenler, Çınar Yay., 1993, s. 25.

[7] Gülten Akın, “Yaşam Öyküsü”, Türkiye Yazıları, Kasım 1978; ve Şiiri Düzde Kuşatmak içinde, YKY, 1996, s. 178-185.

[8] Cemal Süreya, Folklor Şiire Düşman, Can Yay., 1992, s. 137-138.

[9] Behçet Necatigil, Düzyazılar 2: Konuşmalar Konferanslar, Cem Yay., 1983, s. 459.

[10] Agy., s. 487, 488.

[11] Asım Bezirci, On Şair On Şiir, May Yay., 1971, s. 168.

[12] Mehmet H. Doğan, İkinci Yeni Şiir, İkaros Yay., 2. baskı, 2008, s. 87.

[13] Orhan Kahyaoğlu, Modern Türkçe Şiir Antolojisi I ve II, Ayrıntı Yay., 2015.

[14] Orhan Kahyaoğlu, “1954-1960: Modern Türkçe Şiirde Temel Açılım: İkinci Yeni Şiir”, Modern Türkçe Şiir Antolojisi içinde, C. 1, agy., s. 438 ve 441.

[15] Agy., s. 444-445.

[16] Enver Topaloğlu, "Modern Türkçe Şiirin Seslileri - 9", Gazete Duvar

[17] Cemal Süreya, Agy., s. 23-27.

[18] Gülten Akın, Şiiri Düzde Kuşatmak, YKY, 1996, s. 38-40.

[19] “Bakış açısı” kavramı, Gülten A.’nın da genel olarak şiir için savunduğu ve temel önemde saydığı bir kavram. Bkz. Gülten Akın, “Bir Açıdan Bakmak”, Şiiri Düzde Kuşatmak içinde, agy., s. 17-20.

[20] Hüseyin Cöntürk, Çağının Eleştirisi, İkinci Kitap, YKY, 2006, s. 502-512.

[21] Gülten Akın, “Bir Açıdan Bakmak”, agy., s. 18.

[22] Bkz. Necmiye Alpay, “İkinci Cinsiyet devrimi”, Kitap24, 12.3.2020

[23] Zeynep Uzunbay, Aydınlığım Deliyim Rüzgârlıyım: Gülten Akın Şiirinde Temalar, yasakmeyve Yay., 2011. İlgili yazım: “Gülten Akın izlekseli”, Milliyet Kitap, 15.3.2012.

[24] Örn. bkz. 1977 yılında yayımlanmış “Kadın Yaratıcılığında, İnsanca Duyarlığa Evet” başlıklı yazı, Şiiri Düzde Kuşatmak, YKY, 1996, s. 64.

[25] Bkz. “Soru-Yanıt”, Sombahar, Ocak-Nisan 1994, no. 21-22, s. 182.

[26] Gülten Akın, Celâliler Destanı, YKY, 2007, s. 9.

[27] Agy., s. 7.

[28] Gülten Akın, Şiir Üzerine Notlar, YKY, 2004, s. 143.

[29] Bkz. Necmiye Alpay, “Türkçenin şirazesi”, Milliyet Kitap, 31.10.2008.

[30] Milliyet Kitap, 21 Kasım 2013.