"Gülşehrî, Ben bu Türkî defterin çün dürmeyem/Parisîçesiyle degşürmeyem' dizeleriyle dille kültür ve milliyet arasında bir ilişki olduğunu ifade eder. 'Türkî' sözcüğündeki 'î' nispet ekidir ve eklendiği sözcüğe aitlik anlamı katar. Yani 'Türkî' sözcüğü 'Türk ile ilgili, Türk’e ait' anlamlarına gelir. Ayrıca bu sözcük Türkçenin yerine de kullanılabilir."
05 Aralık 2020 18:10
Son dönemlerde yeniden alevlenen ve kimi kalemler tarafından tartışılan bir konu, “Türkçe edebiyat mı diyelim, Türk edebiyatı mı diyelim?” En başta hemen belirtmek gerekir ki, “Türk edebiyatı” ile “Türkçe edebiyat” söz grubunu kullanmak isteyenler ya da kullananlar konuyu etnik köken ve dil temelinde tartışıyor; kültür ve gelenek açısından değerlendirmiyor. Oysa bu tartışma yalnızca milliyetçilikle/ulusçulukla ya da milliyetçiliğe/ulusçuluğa karşı olmakla ilgili bir durum değildir; bundan da öte bir kültürel bir sorundur. Yani millet, edebiyat ve dil hakkında konuşulurken konuyu kültürle ilişkilendirmek gerekir. Ancak “Türk edebiyatı-Türkçe edebiyat” üzerine yapılan tartışmalar yalnızca milliyetçilik bağlamında sürüp gidiyor ve bundan dolayı yapıldığı dilin kültürüyle edebiyatın ilişkisi görmezden geliniyor.
Bilim âleminin mensupları ne yazık ki muhafazâkar bir anlayışla çalışmalarını sürdürüyor. Özellikle Türk dili ve edebiyatıyla uğraşan bilim adamları kalıpların dışına çıkmak istemiyor ve bu kalıpları varlık alanları olarak kabul ediyor. Bu durum elbette aldıkları eğitimden ve resmî ideolojinin (her ne kadar kimileri resmî ideolojiye muhalif bir tavırla yaklaşmış olsalar da) dar(altıcı) ölçütlerinden kaynaklanıyor. Resmî ideolojinin dar(altıcı) ölçütleri usta-çırak ilişkisi çerçevesinde bir bilim adamından diğerine aktarılıyor; bundan dolayı Türk diliyle ya da edebiyatıyla ilgilenen bilim adamları “Türkçe edebiyat” ifadesini tercih etmeyebiliyor ve bu ifadeye karşı çıkabiliyor. Ulus-devlet anlayışı etrafında şekillenen eğitim sisteminin bu tercih üzerinde çok ciddi bir etkisi bulunuyor.
Yıllardır Türk dili ve edebiyatıyla ilgili çalışmalar yapan bilim adamlarının ve bu anlayışla yetişmiş olan aydınların (özellikle entelektüel demiyorum) muhafazakâr tutumları bir yana, “Türkçe edebiyat”ı savunanların da benzer bir tutuma sahip olduğunu görmek mümkündür. Meselenin milliyetçilikle ilişkili olduğunu iddia eden “Türkçe edebiyat” savunucuları dilin etnik kökenle ilişkilendirilebildiğini ama doğrudan o etnisitenin malı olmadığını savunuyor. Özellikle de Ahmet Ergenç’in ufuk açıcı ve kapsayıcı yazısında atıfta bulunduğu Deleuze ve Guattari’nin “minör edebiyat” kavramı, sorunun bu boyutuyla çok iyi bir biçimde kavranmasını sağlıyor. Fakat “Türkçe edebiyat” terimini kullanmayı önerenler dilin ağır bir yük taşıdığını, bu yükün de kültürel bir arka plan içerdiğini dikkate almıyor.
Dil kültürel bir olgudur ve ulusal varlığın inşasında oldukça önemli yapıtaşıdır. Dilin kültürle ilişkisi hakkında Mehmet Kaplan pek çok şey söyledi. Katıldığım kimi toplantılarda da işittiğim kadarıyla, Mehmet Kaplan’ın bütün bunları milliyetçilik “saikiyle” söylediği belirtildi. Doğru olabilir; özellikle modern Türk edebiyatı/yeni Türk edebiyatı bilim dalının kurulmasında Mehmet Kaplan’ın çok önemli ve yadsınamaz katkıları vardır. Bu, tartışmayla doğrudan ilgili bir durum değil, ancak dille kültür arasındaki ilişkinin “Türkçe edebiyat”a bakan bir tarafının olduğunu belirtirken dil ve kültür konusunda pek çok yazısı olan ve bu yazıları kitaplaştırılan (Dil ve Kültür) Mehmet Kaplan’ı da burada konu bağlamında anmak gerekir.
“Türkçe edebiyat” terimindeki “Türkçe” sözcüğü, “Türk” sözcüğünden türemiştir; “Türk” ise bir ulusun ismidir. Bu yüzden “Türkçe edebiyat” terimindeki “Türkçe”yi “Türk”ten ne kadar ayırabiliriz? Aslında meseleyi tartışanların “Türk edebiyatı” terimine milliyetçilik bağlamında eleştiri getirirken biraz da “Türk” ile “Türkçe” sözcükleri arasındaki kültürel ilişkiyi görmeleri ve değerlendirmeleri gerekir. Meselenin yalnızca bir milliyet meselesi değil, daha geniş boyutuyla bir kültür meselesi olduğunu fark etmek, aynı zamanda milliyet ile dil arasında kültürel bir ilişkinin bulunduğunu da göz ardı etmemek anlamına gelir. Tabii o dili yaratanların o coğrafyada yaşayan milletin ta kendisi olduğu gerçeği bu noktada karşımıza çıkan bir başka meseledir ki, “Türkçe edebiyat” terimini tercih ettiğimizde zorunlu olarak “milliyet” ve “dil” kavramlarını ilişkilendirip meseleyi kültür bağlamında ele almamız gerekecektir.
Bu iki sözcük, dil ve millet çok farklı disiplinin inceleme alanına girer. Filoloji, edebiyat, folklor ve sosyoloji gibi disiplinler dil ve millet meselesini farklı bakış açılarıyla ve kavramlarla ele almıştır. “Türkçe edebiyat” terimini değerlendirirken bu geniş perspektifi de dikkate almak gerekir. Konuya dil ve edebiyat bağlamında baktığımızda, Türkçenin yüzyıllar öncesinde Türk milleti tarafından yaratıldığı gerçeğini bir tarafa koymak mümkün değildir. Milliyetçiliğin bir politik görüş olmadığı dönemlerde elbette Türkçe ideolojik bir tartışmanın ortasına yerleşmemişti. Her ne kadar Türkçeyle yazılması gerektiğini ifade eden Osmanlı şairleri olsa da, onlar daha “ideoloji” kavramının ortaya çıkmadığı dönemlerde, meseleyi yalnızca Türkçenin Farsçanın yerine tercih edilip edilmemesi çerçevesinde ele almıştır. Nitekim XIV. yüzyıl şairi Gülşehrî, Mantıku’t Tayr’da, “Ben bu Türkî defterin çün dürmeyem/Parisîçesiyle degşürmeyem/Kimse böyle tonlu söz söylemedi/Kimse bundan yig kitap eylemedi” diyerek Türkçeyle yazmanın ne denli önemli olduğunu belirtmiştir. Yine XIV. yüzyıl şairlerinden Âşık Paşa da Garibname’sinde “Türk diline kimesne bakmaz idi/Türklere hergiz gönül akmaz idi/Türk dahi bilmez idi bu dilleri/İnce yolu ol ulu menzilleri” dizeleriyle Türkçenin edebi metinlerde tercih edilip edilmemesini bir mesele haline getirmiştir.
Dil, millet ve kültürle ilgili az önce söylediklerimizi, Gülşehrî ile Âşık Paşa’nın dizeleri bağlamında değerlendirebiliriz: Gülşehrî, “Ben bu Türkî defterin çün dürmeyem/Parisîçesiyle degşürmeyem” dizeleriyle dille kültür ve milliyet arasında bir ilişki olduğunu ifade eder. “Türkî” sözcüğündeki “î” nispet ekidir ve eklendiği sözcüğe aitlik anlamı katar. Yani “Türkî” sözcüğü “Türk ile ilgili, Türk’e ait” anlamlarına gelir. Ayrıca bu sözcük “Türkçe”nin yerine de kullanılabilir. Gülşehrî, Feridüddin Attar’dan çevirdiği Mantıku’t Tayr’da söz konusu edilen hususların “Türkî” bir defterle, yani Türkçeyle ifade edilebileceğini belirtir. “Türkî” sözcüğünün iki anlamı da bir arada düşünülürse, “Türk” ve “Türkçe” sözcükleri arasında birbirini gerektiren bir ilişkinin bulunduğu net olarak anlaşılır. Türkçenin rağbet görmediği bir dönemde (Gülşehrî de Feleknâme isimli Farsça bir eser yazmıştır) Türkçeye bir çeviri ile rağbet gösteren Gülşehrî, Türkçenin Farsçadan geri kalmadığını ifade etmeye çalışır. Gülşehrî’nin dizelerine bakıldığında, “Türkçe edebiyat” terimi aslında Türk ile Türkçe arasındaki ilişkiye de işaret eder. Dilin o dili yaratan milletle ilişkili olduğunu ve o milletin kültürünü taşıdığını dikkate almayarak “Türkçe edebiyat” terimindeki “Türkçe”yi anlamamız imkânsızdır. Bir dil o dili yaratan milletin duygularından, düşüncelerinden ve yaşam tarzından ayrı düşünülemez. Tüm bunları “kültür” kavramı içerisinde değerlendirecek olursak, “Türkçe” dediğimizde zorunlu olarak aklımıza Türkler de gelecektir. Kabul etmek gerekir ki bu dili Türkler yarattı ve tarih boyunca Türkler şekillendirdi; bunun için “Türkçe” sözcüğünü kullanmak durumunda kaldığımızda ister istemez “Türk”leri de düşünmek zorundayız.
Kültür bir ulusun kendini idrak ettiği günden varlığını sürdürdüğü güne dek yarattığı her şeyi kapsar; dil ise kültürün yaratılmasında ve aktarılmasında oldukça önemli bir araçtır. Kültürü dilden ayrı düşünmek, kullanılan sözcüklerin anlam dünyasını o milletin kültüründen ayırmak imkânsızdır. Elbette kullandıkları dili yaratan millete mensup olmayanlar o dili kullanarak duygu ve düşüncelerini aktarabilir. Özellikle bizimki gibi farklı etnik grupların bulunduğu coğrafyalarda yaşayanlar kaçınılmaz olarak resmî ideolojinin aktarıldığı dili kullanır ve kendilerini o dil içinde ifade eder. Ancak kullandıkları dil ve o dildeki sözcüklerin anlam çerçevesi dilin ait olduğu millet tarafından belirlenmiştir. Kullanılan sözcükler (bu sözcükler her ne kadar kendi anlam yüklerinden soyutlansa ya da Ece Ayhan’daki gibi bu sözcüklere başka anlamlar verilse de) o milletin kültüründen tam olarak ayrı düşünülemez. Bunu göz ardı etmeden Âşık Paşa’nın Garibname’sindeki dizelere bakabiliriz. Âşık Paşa “Türk diline kimesne bakmaz idi/Türklere hergiz gönül akmaz idi” derken “Türk dili”yle “Türkler” arasında doğrudan bir ilişki kurar. Âşık Paşa’nın ifadesine göre XIV. yüzyılda Türk dili yani Türkçe rağbet görmediği gibi, Türklere de gönül akmazdı. Türk diline rağbet edilmemesi ile Türklere gönül akmaması arasında kurulan ilişki, Türkçenin Türkler tarafından yaratıldığını, Türkçe denince Türklerin akla geldiğini gösteren bir olgudur. Âşık Paşa tıpkı Gülşehrî’nin yaptığı gibi dil ile millet arasında ilişki kurar ve bu ilişkinin kültürel bir arka plan çerçevesinde oluştuğunu ima eder.
“Türkçe edebiyat” terimi “Türk edebiyatı” yerine tercih edilebilir ve kullanılabilir, zaten bu terimin kullanıldığı yüksek lisans ve doktora çalışmaları da yapılmıştır (“19. Yüzyılda Osmanlı Toplumu ve Basılı Türkçe Edebiyat: Etkileşimler, Değişimler, Çeşitlilik”, Günil Özlem Ayaydın Cebe; “Türkçe Edebiyatta Kolektif Belleğin Yansımaları”, Ezgi Ulusoy Aranyosi; “M. Fuad Köprülü’nün Millî Kıraat Adlı Türkçe-Edebiyat Ders Kitabının Türkçe ve Türk Dili ve Edebiyatı Öğretimi Açısından İncelenmesi”, Mesut Bulut). Dolayısıyla bilim âlemi “Türkçe edebiyat” terimine belli bir muhafazakârlıkla yaklaşmış olsa da artık aşina olmaya başlamıştır. Her iki terimin de kullanılması bir tercih meselesidir ve kullanıcılarının konuya bakış açılarını da gösterir. Ancak “Türkçe edebiyat” savunucularının dilin, dildeki sözcüklerin milletle ilişkili olduğunu fark etmeleri gerekir. Konuyu değerlendirirken dili yaratanın ve şekillendirenin millet olduğu gerçeğini görmek ve bu gerçeği dilin kültürle ilişkisi bağlamında ele almak lazımdır.
•
GİRİŞ RESMİ:
Aşık Paşa türbesinin girişi, Kırşehir.