Gül Özlen'le kuşları, kuş sevgisini ve kuşların dostluğunu konuşurken Hollandalı yazar Eva Meijer'e, Hollandacaya, çocuk kitapları çevirisine, Hollanda kültürüne de değindik...
17 Ocak 2019 13:52
Hollanda ve Flaman Edebiyat Fonu’na kayıtlı çevirmenlerden olan Gül Özlen, 2000 yılından bu yana aralarında Henk Boom’un Büyük Türk: Muhteşem Süleyman’ın İzinden, André Aleman’ın Beyin Yaşlanır mı?, Marlies Hoenkamp-Mazgon’un İstanbul’da Hollanda Sarayı, Minka Nijhuis’in Saddam Yıkılırken: Bağdat’ta Bir Aile; Anne Frank’ın Arka Ev’den Hatıralar ve Hikâyeler’i, Arnon Grunberg’in İstanbul’dan Bağdat’a, Hastalıksız Adam ve Tirza romanları, Tomas Lieske’nin Şumanların Gelini, Nescio’nun Amsterdam Hikâyeleri olmak üzere 40’tan fazla kurmaca, kurmaca dışı ve çocuk kitabını Hollandacadan Türkçeye çevirdi. Şu sıralar Hollanda ve Belçika’daki Çevirmenler Evi’nde konaklayan Gül Özlen’le 1894 ile 1973 tarihlerinde yaşayan Gwendolen Howard’ın yaşam öyküsünü kurmacayla harmanlayan Hollandalı yazar Eva Meijer’in Nebula Kitap’tan çıkan romanı Kuş Evi özelinde Hollandacayı, romanın dilini ve yazarı konuştuk. Ayrıca Gül Özlen, çeviri fonları konusundaki sorularımı da yanıtsız bırakmadı.
Düşünüyorum da İtalyanca, İsveççe, Hollandaca, Norveççe, Japonca, Korece vs. dillerinden Türkçeye çeviri yapan çevirmenlerin, metinsel üretimin ötesinde bir hizmette bulunduklarını söylememiz yanlış olmayacak. “Çevirmeni az bulunur” olan bu dillerin çevirmenleri kimi zaman yayınevlerinde kitap önerisinde bulunan bir danışman, kimi zaman okuma raporu sunan bir lektör, bazen de çeviri bittikten sonra metni editörüyle karşılaştırmalı olarak yeniden okuyan bir yardımcı editör olarak çalışıyor; hâliyle omuzlarına yüklenen sorumluluk artarken bir nevi “kültürel planlanma” elçisi oluyorlar. (Başta İngilizce olmak üzere, Almanca ve Fransızca gibi dillerde de bu şekilde çok yönlü çalışan çevirmenler var elbette, aman yanlış anlaşılma olmasın!) Zaten genel olarak, bütün çevirmenlerin metinsel üretiminin, bu planlamanın bir parçası olduğu akılda tutulsa, çevirmenlerin yaptıkları/ürettikleri işin ehemmiyeti -yayıncılar ve okurlar başta olmak üzere bütün erek kitle tarafından- daha iyi anlaşılır kanısındayım.
Gül Özlen’in Hollanda’da ve Belçika’daki Çevirmenler Evi’ni anlatmasının ardından, bu evin bir benzerinin Türkiye’de kurulmasını ve bu vesileyle Türkçe edebiyatın başka dillerde okunmasının daha da mümkün kılınmasını hayal ettiğimi de belirtmeliyim. Sizce de çok güzel olmaz mı?
Çevirmen Gül Özlen’le kuşları, kuş sevgisini ve kuşların dostluğunu konuşurken Hollandalı yazar Eva Meijer’e, Hollandacaya, çocuk kitapları çevirisine, Hollanda kültürüne de değindik; dileriz sohbetimizden siz de keyif alırsınız.
Hollanda ve Flaman Edebiyat Fonu’na kayıtlı çevirmenler arasındasınız, önce bu konuyu konuşalım istiyorum. Çevirmenler bu listeye nasıl giriyor? Nasıl bir çalışma süreci oluyor? Biraz anlatabilir misiniz?
Hollanda ve Flaman Edebiyat Fonlarına kayıt olabilmek için yaptığınız deneme çevirisinin Fon tarafından kabul edilmiş olması gerekiyor. Çeviriye başlamak isteyen bir kişi ya kendi seçtiği kitaptan bir bölüm çevirerek ya da Fon’a başvurarak deneme çevirisi yapmak istediğini belirtip bu süreci başlatabilir.
Çeviri için fon almak çevirmeni hangi açı(lar)dan rahatlatıyor?
En önemlisi finansal açıdan rahatlatıyor. Hollanda ve Flaman Fonlarında ücretler sözcük sayısı üzerinden hesaplanıyor, Türkiye’deki bir yayıneviyle yapılan sözleşmede kitabın toplam sözcük sayısı üzerinden çevirmen ücreti belirtiliyor. Fonlar tarafından bu tutarın yüzde 70’i ya da yüzde 50’si çevirmene ödeniyor; tabii bu hem çevirmen hem de yayınevi açısından bir avantaj, geri kalan kısmını yayınevinin tamamlaması gerekiyor.
Bu durumun olumsuz yanları ya da kısıtlamaları oluyor mu?
Bu durumun hiçbir olumsuz yanı ya da kısıtlaması yok. Fonlar çevireceğiniz kitap ya da yayınevi seçimi konularına müdahil olmuyor. Onların amacı Hollanda Edebiyatı’nın yurtdışında akredite ettikleri çevirmenler vasıtasıyla daha fazla tanınmasını sağlamak. Bu nedenle de çevirmenlere ve yabancı yayınevlerine parasal destek sağlıyorlar.
Hem kurmaca dışı hem de kurmaca kitapların çevirmenliğini üstlendiniz bugüne kadar. Kurmaca dışından başlarsak hangi konular daha çok öne çıkıyor çevirilerinizde?
Kurgu dışı yaptığım -ben kurgu demeyi tercih ediyorum- ilk önemli çeviri 2002 yılında çıkan ve İstanbul’daki Hollanda Konsolosluğu binasını anlatan İstanbul’da Hollanda Sarayı: 1612’den günümüze elçilik binası ve sakinleri adlı kitaptı. Bugünlerde üçüncü baskısı yapılıyor. Sadece binanın geçmişini değil, aynı zamanda Hollanda ile Türkiye arasındaki 400 yıllık siyasî, kültürel ve ticari ilişkiler hakkında da bilgiler içeren güzel bir kitaptır. Daha sonra çevirdiğim kurgu dışı kitaplar çeşitlilik gösteriyor. Aptallık Ansiklopedisi, Büyük Türk:Muhteşem Süleyman’ın İzinden, Beyin Yaşlanır mı?, Anna Frank kitapları bunlardan bazıları.
Hollandacadan Türkçeye çeviri yapan kişi sayısı çok olmadığını düşündüğümüzde çevirilerde de seçme şansınızın bir o kadar az olduğunu söyleyebilir miyiz? Gelen çeviri tekliflerini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Ben tam tersini düşünüyorum, çevirmen sayısının az olması ve Hollanda edebiyatının fazla tanınmıyor olması nedeniyle yaptığım çevirilerin çoğunu yayınevlerine ben önerdim. Ya da yayınevleri adını duydukları bir kitap hakkında benden onu okuyup fikir vermemi istediler ve böyle bir işbirliği sonucunda çevrilecek kitap konusunda karara varıldı. Bugüne kadar sevmediğim hiçbir kitabı da çevirmedim.
Peki, kurmaca dışı metinlerde sizi zorlayan meseleler neler oldu ve oluyor peki? Araştırmanız, okumanız, referans vermeniz gereken noktalar oluyor mu? Az önce bahsettiğiniz gibi, Türkiye’ye ve İstanbul’a odaklanan metinleri çevirirken Türkçe kaynaklardan da yararlandınız mı?
Sözünü ettiğim kurgu dışı kitaplar için araştırma yapmak şarttı, özellikle Hollanda Sarayı’nın ve Büyük Türk: Muhteşem Süleyman’ın İzinden’in çevirileri epey zorlayıcıydı, bu konularla ilgili hem Türkçe hem de Hollandaca kaynaklardan bolca yararlandım.
Bu sıralar Hollanda’daki ve Belçika’daki Çevirmenler Evi’nde konaklıyorsunuz. Sizinle birlikte hangi çevirmenler bu evlerde konaklıyor?
Hollanda’nın Amsterdam, Belçika’nın da Antwerpen şehirlerinde Çevirmenler Evi bulunuyor. Her iki konaklama olanağından da Fon’a kayıtlı ve Hollandaca bir kitabın çevirisi üzerine çalışan çevirmenler yararlanabiliyor. Amsterdam’da yılda iki ay, Antwerpen’de yılda bir ay ücretsiz konaklama olanağımız var ve bu süreler için belli bir harcırah alıyoruz. Dünyanın her tarafından gelen çevirmenler oluyor, özellikle Hollandacayı Hollanda dışında öğrenmiş çevirmenler için kısa da olsa bu ülkelerde kalmak pratik yapmak ve günlük hayatı görmek açısından çok yararlı.
Şu an bu Çevirmenler Evi’nde hangi metin üzerinde çalışıyorsunuz?
Şu anda Cumartesi Kitaplığı’ndan çıkacak olan Belçikalı yazar Jonathan Robijn’in Kongo Blues adlı kitabını çeviriyorum.
Hollandacadan Türkçeye çevirdiğiniz kitapların yayıma hazırlık sürecinde editörlerle nasıl bir paslaşma içinde olduğunuzu da merak ediyorum. Hollandaca bilen editör bulmak pek kolay olmasa gerek.
Maalesef Hollandaca bilen editör bulmak kolay değil. Şayet kitabın İngilizce çevirisi mevcut ise redaksiyon onunla karşılaştırılarak yapılıyor ancak genel olarak sadece Türkçesinden yapılıyor. Bu süreçte editörle yakın bir işbirliği elbette kaçınılmaz.
Peki, İngilizceden karşılaştırmalı gitmek ne kadar sağlıklı oluyor? Editörün yanıldığı durumlar oluyor mu?
Bazen mevcut ise İngilizce çeviriyle farklılıklar ortaya çıkabiliyor ancak nihayetinde esas alınan, kitabın Hollandacası oluyor.
Sizin Hollandacayla tanışmanız nasıl oldu?
Hollandaca ile 1978 yılında Hollanda'ya ilk gittiğim zaman tanıştım ve yoğun bir dil kursundan sonra hayatımda yepyeni bir pencere açıldı. Eğitimini aldığım sosyal hizmetler alanında çalışırken Hollanda'da yaşayan ilk kuşak Türkiyeliler için tercümanlık yapmaya başladım. Sözlü tercümanlık, yerini bir süre sonra bilgilendirme kitapçıkları, broşürler gibi yazılı teknik çevirilere bıraktı.
Kitap çevirmeni olarak çalışmaya nasıl karar verdiniz peki?
Edebiyata hep ilgim vardı, Hollandaca diline iyice hâkim olduktan sonra Hollandaca kitaplar okumaya başladım ve 90'lı yıllarda ilk çeviri denemelerimi çocuk kitaplarıyla yapmaya başladım.
Başka hangi işlerle uğraşmıştınız?
Dediğim gibi Hollanda'da sosyal hizmetler görevlisi olarak çalıştım daha sonra Türkiye'ye döndüğümde ve kitap çevirisinden yeterince para kazanamadığım zamanlar turizm alanında ve Türkiye'de yaşayan Hollandalıların çeşitli yasal işlerinin takibinde ve bir süre İstanbul'daki Hollanda bankası Abnamro'da çalıştım, çeviri dışında yaptığım bütün işlerde Hollandaca hep önemli bir yer tuttu ve tutmaya da devam ediyor.
Hollandaca nasıl bir dil peki? Almancayla çok benzeştiği söylenir, dilsel ve yapısal zorlukları nelerdir?
Hollandaca Batı Cermen dillerinden, dolayısıyla Almanca ve İngilizce ile aynı familyadan. Hollandaca dilinin grameri farklı ama bence en önemli zorluğu iki artikel olması, dili öğrenirken elbette artikellerin nerelerde kullanılacağına dair kuralları ve istisnaları öğreniyorsunuz ama bana hâlâ bu dilin en büyük zorluğu buymuş gibi geliyor. Aslında çeviri yaparken değil de daha çok konuşurken insanı bezdiriyor.
Peki Hollandaca ve Türkçe dil çifti arasında çeviri yaparken en çok hangi noktalarda zorlanıyorsunuz?
Bence her dilden çeviri yaparken kültürel farklılıklar önemli rol oynuyor, sadece Hollandaca Türkçe özelinde değil. Hollandacadan çeviri yaparken (diğer birçok dil için de geçerli) şahıs zamirleri bence en önemli sorunu teşkil ediyor. Türkçede cinsiyet belirten zamirler kullanılmadığı için her defasında erkeğin ya da kadının adını kullanmak ya da metinde yer alan diğer şahıslarla ilişkisi üzerinden “annesi” ya da “babası” ya da “kızı”, “oğlu” şeklinde çevirmek zorunda kalıyoruz. Birkaç sene önce Belçikalı bir yazarın kitabını çevirirken yazarın kitabın ortasına kadar neredeyse hiç isim kullanmadan, sadece cinsiyet zamiriyle yazmış olmasından dolayı çok zorlandığımı hatırlıyorum, yazarla önce yazışıp sonra yüz yüze görüşerek bu sorunu çözmüştük.
Çocuk dünyasına girelim bir de. Hep Kitap’a, Can Yayınları’na, Çınar Yayınları’na çocuk kitapları çevirdiniz. Bu kitaplar özelinde Hollanda’daki çocuklarla Türkiye’deki çocukların ayrı düştüğü kültürel ve sosyal farklılıkların olup olmadığını öğrenmek isterim.
Bence en önemli fark Hollanda’daki çocukların Türkiye’dekilere kıyasla daha özgür olmaları. Hollanda’da çocukların çocuk olmaya, oyun oynamaya ve yaramazlık yapmaya hakları var, oysa ülkemizde yaramaz çocuk makbul değildir. Hollanda’da ilköğretim süresince çocuklara ev ödevi verilmez; her şeyin okulda öğrenilmesi istenir ve evde geçirilen zaman oyun oynama zamanıdır, çocukların oyun oynamaya, kısacası çocuk olmaya hakkı vardır. Ayrıca Hollanda’da ebeveynler çocuklarına “yetişkin” gibi davranırlar, bizdeki gibi çocuk dilinde konuşan anne babaya ben pek rastlamadım. Bana kalırsa özgür bir toplum olmanın en önemli göstergelerinden biri çocuklarla ilişki ve çocuklara yaklaşım.
Çok haklısınız. Umarım bu çevrilen kitaplarla bizdeki durum da biraz olsun değişir. Şimdi biraz da Nebula Kitap’tan çıkan Kuş Evi’ni konuşalım. Sizin yayınevine önerdiğiniz kitaplardan biri miydi?
Hayır, bu kitabı yayınevi bana önerdi. Yazarın adını duymuştum, Hollanda basını aracılığıyla kitaptan da haberdardım ama okumamıştım. Yayınevi teklif ettiğinde okudum ve çok beğendim.
Bize biraz kitabı anlatabilir misiniz?
Kitap kemancı Gwendolen, “Len” Howard’ın (1894-1973) kırk yaşına bastığında, kuşların arkadaşlığını insanlarınkine tercih ederek Londra orkestrasından ayrılıp Ditchling’e taşınması ve burada bir Kuş Evi kurarak sürdürdüğü hayatını konu ediyor. Bahçede ve evin içinde yaşayan kuşların davranışlarını inceliyor ve bu konuda makaleler yazıyor.
Açıkçası kitabın Hollanda’da ne kadar sevildiğini, nasıl alımlandığını da merak ediyorum.
Kitabın yazarı Eva Meijer, on parmağında on marifet, 1980 doğumlu genç bir kadın yazar, felsefeci, müzisyen ve şarkı sözü yazarı. Hollanda’da adından sıkça söz ediliyor. Kuş Evikitabı Hollanda’da çok beğenildi ve bugüne kadar Türkçenin yanı sıra Arapça, Almanca, İngilizce, Fransızca, Lehçe ve İsveççeye çevrildi.
Önümüzdeki metin kurmaca bir metin olsa da kullanılan malzemenin kurmaca dışı olması, yani İngiliz doğabilimci ‘Len’ Howard’ın hayatından izler taşıması hem okur hem de çevirmen olarak Gül Özlen’in bu metni yorumlamasını nasıl etkiledi?
Ben bu kitabı Gwendolen Howard’ın birebir yaşamını anlatıyor gibi okudum. Maalesef yazarın elinde fazla belge olmadığı için bazı yerlerde kurguya başvurmuş ama okurken bunların kurgu olduğunu anlamak mümkün olmuyor. Kitabın önemli bir kısmı Howard’ın gerçek hayatına dayanıyor.
Yıldan yıla ilerleyen, bir geçmişe bir şimdiye geçen bir zaman döngüsünde akan anlatıyı düşündüğümüzde (1900’den 1973’e) aslında karakterimiz bir çocuk oluyor, bir genç kız oluyor, bir olgun kadına dönüşüyor. Zaman değiştikçe bu sizce dile nasıl yansıyor? Ve siz çeviride bu dilsel farklılığı nasıl kullandınız?
Okuyunca görüleceği gibi zaman geçişlerini şimdiki zaman ve geçmiş zaman kullanarak vermeye çalıştım.
Ana hikâyeye, yani Len Howard’ın yaşam öyküsüne paralel olarak, Len’in “tanıma şansım olan en akıllı ve en derinden bağlandığım baştankara” olarak betimlediği Yıldız’ın da hikâyesine ortak oluyoruz kitapta. Yıldız’ın anlatıldığı bölümü italik olarak okuyoruz. İki yoldan akan hikâye, sona doğru birleşirken okuru tekrar başa götürüp yürekleri de buruyor. Hem müziği hem kuşları hem de Len’in hayatını aktaran bu dil, nasıl bir dil?
Kitap, kahramanın kendi ağzından hayatını anlatmasıyla başlıyor, çocukluk yıllarında müzik önemli bir yer tutsa da babası sayesinde başlayan kuşlara olan ilgisi, onları daha iyi tanıma ve inceleme merakına, hatta hayatını onlarla paylaşmasına dönüşüyor. Kitabın içinde gözlemlediği kuşlarla ilgili aldığı notlara da yer veriliyor. Yazarın yüksek ses kullanmadan etkileyici bir dili olduğunu söyleyebilirim, bu dili okura geçirebilmiş olmayı umuyorum.
Çocukluk anılarının merkezine babasıyla birlikteyken kuşlarla geçirdikleri zamanları alan Len’in büyüyüp olgun bir kadın olduğunda, müzik kariyerini bir yana bırakıp kuşlara dönüşünü, babasıyla anılarını yaşatmak isteyen bir küçük kızın mücadelesi olarak okumak da mümkün sanki. Siz ne dersiniz?
Len, ailesinin yanından müzik tutkusunun peşinden giderek Londra'da yaşamaya başladığında sokakta ya da parklarda dolaşırken gözünü kuşlardan hiç ayıramıyor ve ne zaman özel hayatında ya da diğer insanlarla ilişkisinde tökezlese gözü hep kuşları arıyor. Daha sonra yetişkin bir kadın olduğunda ve her şeyi geride bırakarak kuşlarla geçireceği bir hayatı seçmesinde bence de küçükken babasıyla ve kuşlarla geçirdiği zaman önemli bir rol oynuyor. Ama bence böyle bir hayatı aklına sık sık gelse de 'babasıyla anılarını yaşatmak' amacı taşıyarak seçmiyor. Hayatının geri kalan kısmını kuşlarla geçirme kararını tam da şehir hayatından bunaldığı bir anda eline geçen maddi imkânla gerçekleştirme fırsatı buluyor.
“Şehirden, insanlardan bunalmıştım,” (s. 202) diyerek gerekçesini de açık açık sunuyor kitapta, haklısınız. Kuş türlerinin bahsinin geçtiği kısımlarda yerelleştirdikleriniz, Türkiye’de olmayan kuş türlerini değiştirdiğiniz oldu mu?
Hayır, kuş isimlerini yerelleştirmedim ama itiraf etmeliyim ki kuş isimlerinin çoğunu bilmiyordum, bunları araştırarak buldum.
Londra sokaklarının anlatıldığı bölümlere gelmek isterim. Canlı canlı anlatılıyor buralar, haritalarda aradınız mı bilmediğiniz noktaları?
Londra’da kısa bir süre kalmışlığım var, belki de bu nedenle haritada araştırmak zorunda kalmadım.
Tüketim toplumu, pahalılaşan dünya, büyüyen dertler, kişisel ve toplumsal sorunlar, stres derken insanların bir yandan yalnızlaşmasını bir yandan da sevgisizleşmesini gözlemliyoruz. Sanırım bu sebeple de insandan uzaklaşıyor insanlar. Doğaya dönmek, ağaçlara sarılmak, hayvanlarla konuşmak, kuşlarla bakışmak bu yaralara ve sorunlara iyi geliyor galiba. Siz neler düşünüyorsunuz? Bu kitabı bu zamanın ruhunda nasıl değerlendiriyorsunuz?
Söylediklerinizin önemli bir kısmına katılıyorum. İnsanlarla ilişkiler bizleri yorarken hayvanlarla kurduğumuz ilişki ve onların sevgisi iyi geliyor. Ben doğaya, hayvanlara dönerek insanlardan uzaklaşmaktan yana değilim. Sanırım yapmamız gereken yaşadığımız dünyanın sadece bize ait olmadığının farkına varmamız, bu farkındalığa öncelikle çevremizde yaşayan hayvanlara sadece bakmak değil onları görmekle başlamamız gerekiyor. Diğer canlıların da yaşama hakkı olduğunu kabul etmemiz ve saygı duymayı öğrenmemiz gerekiyor. Bu açıdan Eva Meijer’in kitaplarını önemli buluyorum. Özellikle ülkemizde bu bilince büyük ihtiyaç var, neredeyse her gün hayvanlara yapılan eziyetler ve katledilme haberlerini okuyoruz.
Son olarak eklemek istediğim bir konu var; Eva Meijer’in hayvanların dilini incelediği kurgu dışı kitabı yeni yılda KAPLUMBaA Kitap’tan, yine benim çevirimle yayımlanacak. Bu konuya ilgi duyan okurların beğeneceğini umuyorum.