Elio Vittorini'nin Sicilya Konuşmaları, Ann Radcliffe'in Sicilya'da Bir Aşk Hikâyesi, Leonardo Sciascia'nın Sicilyalı Amcaları'ı ve Lonely Planet’ın Sicilya kitabı eşliğinde rotamız Sicilya'da geçen hikâyeler...
22 Ekim 2015 14:28
Son üç yazdır, bu yıl sonbahara denk düştü ama orada pek sonbahar değildi, bizim yazın sıcağı devam ediyordu, İtalya’da gezi şansını yakaladık yakınlarımla birlikte, daha çok bir kültür gezisi. İki yıl üst üste Toscana, üçüncü yıl Sicilya Adası.
İlk yıl Pavesa’nın kitaplarını almıştım yanıma. Çoğunlukla Torino ve çevresini betimler Pavesa; özellikle de Torino’nun kuzey batısında kalan Fransa sınırına yakın Piamonte bölgesindeki köylerde, kasabalarda geçer olaylar. Bildiğim kadarıyla Piamonte’de bir “Pavesa turu” da yapılıyor! Orayı, göremedik Torino’yu da; ancak Bologna’ya gidebildik. Torina’ya çok yakın değil ama doğa biraz fikir verebilir; tren yolculuğunun avantajları, gerçi hızlı tren de olsa izleyebiliyorsunuz.
İkinci yıl Italo Svevo’nun kitaplarıydı yanıma aldığım; o da daha çok mâlûm Trieste’yi yazar. Ne yazık ki geçen yıl Trieste’ye yaklaştık, Venedik’e kadar geldik ama yazarın şehrini göremedik. Bu yıl ise Sicilya’ya, daha önce okumadığım “Sicilya kitapları”nı alıp götürdüm.
Elio Vittorini'nin Sicilya Konuşmaları[1] çarpıcı bir roman, özellikle de son bölümleri. Romanın zamanı 1937 olmalı. Bir yerde, anlatıcının annesi, oğlunun “savaşın ilk yılında yedi yaşında” olduğunu söylüyor (Büyük Savaş kastediliyor, yâni 1914); otuz yaşında olan anlatıcı on beş yıldır da aile ocağından uzakta. Anlatıcının yaşadığı şehir belli değil ama İtalya’nın kuzeyinde (belki Venedik). Venedik’ten ya da Kuzey’den bir yerden güneye doğru trenle iniyor, çizmenin ucundaki Calabria’ya geliyor, oradan vapurla Sicilya Adası’na, Messina’ya geçiyor, tekrar trenle devam ediyor, Siracusa’ya kadar. Yolculuğu babasından bir mektup aldıktan sonra başlıyor: Annenin doğum gününde, onu git gör.
Mektup Venedik’ten postalanmış. Babası da bir süre önce annesini terk etmiş. Kardeşi ortada yok, bazı şeyler belirsiz; hatta yolculuğu da öyle, kendini rüzgârın önüne bırakmış gibi. Önce bu belirsizlik bir anlatı biçiminin (anımsamanın) doğal akışı olarak algılanıyor. Anlatıcımız, her 8 Ağustos’ta doğum günü dolayısıyla annesine kart atıyor. Ancak babasından mektup alınca birden yola düşüyor, yol boyu gözlemler, izlenimler, insan manzaraları; özellikle Sicilya’ya gelince, yoksulluk artıyor, İkinci Dünya Savaşı öncesinin atmosferi ve ülkenin egemenliğindeki kara bulutun (faşizmin) gölgesinde yaşamaya mahkûm olan, hayatta kalmaya çabalayanlar, –yol alındıkça da– insanın üzerine çöken “dünyanın yükü”, acısı vb. Yavaştan “düşsel” bir söyleme de geçiliyor. Düşsellik de sona doğru yoğunlaşırken “tüm çekilen acılar gerçek olabilir mi?” sorusu beliriyor. Anılar, köyüne geldiğinde “hafıza”sına hücüm ediyor. Babasının arkadaşlarıyla kafa çekerken, yine ortaya atılan sorun “acı çekiyorlar, kendileri için değil, başkaları için, dünya adına” gibisinden; meyhaneden çıktıktan sonra, düşsel bir söyleme de geçiyoruz, Büyük Savaş’ta yitirdiği kardeşinin görüntüsü, onun için gerçek’tir. Kardeşi asker elbisesiyle karşısında! Bunlar ayıkken gördüğü karabasan; savaş, faşizm gibi!
Annesine bir kaçamağını da itiraf ettirir; annesi ile babasının ilişkisi, dahası babasının başka kadınlarla da ilgilenmesi vb. Derken romanın sonunda yaşlı bir adam birden ortaya çıkıyor. Annesi ayaklarını yıkamaktadır, babası mıdır, yoksa annesinin ha bire anlattığı dedesi mi? Annesinin iki erkeği, kocası ile kendi babasını, iç içe anlatması, romanın sonunda “bu yaşlı adam”la metinsel bir “oyun” gibi. Öte yandan, düş ve gerçeğin iç içe geçmesi ile anıların şimdiki zamana hücum edişini de izliyoruz. Yine de o yaşlı adamın kim olduğu bellirsiz. Yoksa yıllar önceki kaçamak mı?
Anlatıcının Messina’dan Siracusa’ya yâni Ada’nın doğu kıyısının kuzeyinden güneyine trenle yolculuğunda geçen kasaba-kent adları bugün de var. Sicilya’da tren, anakıta kadar sık-yoğun olmasa da çevresini sarmış, iç kesimlerinin belli başlı yerlerine ulaşmış. Avrupa’nın öteki büyük ükelerindeki kadar olmasa bile bize göre muhteşem bir tren ağı var İtalya’da; taşımacılığın, postanın, yolcuların yükü böylece güvenli bir biçimde yüz yıl öncesinden çözülmüş. Kitaplarda da yer alıyor zaten. Sicilya’da trene binmedik ama anlatıcının yolculuğundaki tren güzergâhını gördük, yolumuz kesişti…
Güney’de, denizden biraz içeride Modica diye bir kasaba var, çok güzel şirin, barok mimârîyle yoğrulmuş Sicilya Adası’nın temel özelliği olan. (Yanı sıra Ada’da Arap, antik Yunan etkisi de var; hatta Normon etkisi de.) Anlatıcı annesinin köyünün adını söylemiyor ama trenle, Siracusa’dan aktarma yaparak Vizzini’ye geliyor; oradan da bindiği bir araçla köyüne gidiyor. Vizzini, Modica’nın biraz kuzeyinde, metinde adı geçen bir-iki kasabanın, dönüş yolumuz sırasında tabelalarını okuyor, yakınından geçiyoruz, karanlık çöktüğünden uzaktan da olsa göremiyoruz.
***
Lonely Planet’ın Sicilya kitabında, EtnaYanardağı için bir güzergâh öneriliyor. Başlangıç noktası Catania (Katanya). Biz de uçakla bu şehrin havaalanına indik. Zaten kaldığımız yer, bu kente bağlı olan Aci Castello adlı çok güzel bir sahil kasabasının tepelerinde. Evet, başlangıç noktası Catania’dan sonra beş kasaba öneriliyor. Böylece Etna’nın güneyinden başlayıp batısı ve kuzeyine doğru yukarı çıkarak kıvrılıyorsunuz. Kasabalar şöyle sıralanmış: 2. Paterro, 3. Biancavilla, 4. Adrona, 5. Bronte, 6. Randazzo. Üç ve beşinci kabasabaları es geçerek, güzergâhı takip ediyoruz. Etna’nın küllerinin yol açtığı verimli vadileri de görüyoruz. Etna’nın zirvesi bulutlar içinde, zaten kapalı da bir gündü. Daha önce Taormina’ya giderken, Etna’nın doğu yamaçlarını uzaktan da olsa görmüştük. Taormina, Ada’nın Palermo’dan sonra en “ünlü” yeri. Belki de ondan önce.
Kuşkusuz Taormina’ya gelmişken Hilmi Yavuz’un Taormina’sından da kısaca söz etmek gerek. 1990 yılında yayınlanmış, üçlemenin ilk kitabıydı. Yavuz “bir anlatı” demişti özellikle. Çok zekice yazılmış, ironik ve keyifli bir metindi. Üçlemenin ötekileri Fehmi K.’nın Acayip Serüvenleri ile Kuyu’dur. Şimdilerde üçü birlikte, tek kitap olarak yayınlandı, meraklısı için. Bu gezi sırasında iki kez günübirlik Taormina’yı görme şansım oldu. Rastlantı bu ki Uluslarası Kitap Festivali (Taobuk) vardı ve tüm kent bunun duyurusu, afişi vb. ile donatılmıştı. Başka bir rastlantı da gittiğimizin ertesi akşamı, antik tiyatroda (enfes bir yapı), Tahar Ben Jelloun ile birlikte ödül alan Orhan Pamuk da konuşmacıydı. Taormina’nın kuzeyindeki bir kasabaya, akşam yemeği için giderken, çizmedeki Calabria kentinin ışıkları görünüyordu.
***
Sicilya’da Bir Aşk Hikâyesi[2] “gotik romantik” olarak tanımlanıyor. 18. yüzyılın sonunda kaleme alınmış, romans özelliği var; Binbir Gece Masalları’nı da anımsatıyor. “Gotik” kısmı doğrusu çok fazla yer tutmuyor. Ama soru işaretleri de bırakıyor! Bugün için daha çok ilkgençlik romanı gibi. Mantığı fazlasıyla kıran ve kesintisiz bir rastlantılar zinciri. Gizemli bir şatonun (Manzini) sahibi Sicilya’nın soylularından sert-kötü baba (Marki), Napoli’de ikinci eşi ve oğluyla kalıyor; iki genç kızı da Madam Menon’un (mürebbiye) rehberliğinde Sicilya’daki bu gizemli şatoda yaşıyor. Aşk ekseninde gelişen serüven, doğaüstü gibi görünen olaylarla sürüyor. Kötülükler, engeller, sonunda mutlu son.
Yazarın Messina ve Palermo kentlerinin dışında verdiği kasaba, kent ve manastır adları bugün haritada, rehberlerde yok; ya isimler değişti –pek akla yatkın görünmüyor– ya da özellikle adları değiştirmiş. Bu ikincisi daha mantıklı. Ancak Şato’nun Ada’nın kuzeydoğu sahillerinde olduğu çok açık. Hem Messina görünüyor, ki anlaşılan yakın, hem de Palermo’nun ışıkları. Bu olanaklı mı, bilemiyorum. Elektrik yok, Palermo’nun gazlı sokak lambaları görünebilir mi? (Kuşkusuz bir romanda bu da pek önemli değil!) Kaldığımız yerden, epeyce mesafe olmasına karşın Siracusa’nın ışıkları görünüyordu.
Öte yandan bir kaçış var, babadan, babanın çıkar için küçük kızını evlendirmek istediği kötü, hükümran Dük’ten kaçış. Julia bir başkasına âşık olmuş, evlenmek istemiyor doğal olarak, erkek kardeşi de yardım ediyor, kaçış yılan öyküsü gibi uzayıp gidiyor. Kaçış sırasında yazarın betimlediği ıssız dağlık bölge, Etna’nın çevresi olmalı. Etna turumuz sırasında bu dağlık bölgeyi görebildik. Romandakiyle benzeşiyor. Özellikle de Paterro ile Adrano arasında; Randazzo’ya giderken hava karadığı için, doğa belli olmuyordu. Romanda bir de şeytanlardan söz ediliyor; Madam Menon, kızlara, ölmüş annelerinin öyküsünü anlatırken şöyle diyor:
“Kontun ana ikametgâhı, halkın şeytanlarla dolu olduğuna inandığı Etna Dağı’na yakınlığından dolayı Val di Demona diye anılan vadiye kuruluydu. Etna’nın vadiyi alevler altında bırakan korkunç patlamalarından birinde, büyükbabanızın arazisinin büyük bölümü harap oldu.” (s. 41)
Demona Vadisi’ni doğrusu bulamadım. Büyük bir olasılıkla güney yamacındaki Nicolasi kasabasının çevresi olmalı. Ancak İtalyanca’da “demone” şeytan, kötü ruh; “demonio” şeytan (iblis) anlamına geliyormuş! Etna’nın en şiddetli püskürmesi 1669’da; Nicolasi de yerle bir olmuş. Romanda (1790) büyük olasılıkla bu püskürmeden söz ediliyor. Bizim güzergâha birazcık uzaktı, yol bu kasabanın güneybatısından geçiyor, uzaktan gördük; Taormina’ya giderken de görmüştük.
***
Leonardo Sciascia'nın Sicilyalı Amcalar’da[3] ironinin egemen olduğu dört uzun hikâye yer alıyor: “Amerikancı Teyze”, “Stalin’in Ölümü”, “Kargaşalı Kırk Sekiz” ve “Antimon” (novella nerdeyse). Neyyire Gül Işık “Sunuş”ta özlü olarak hem yazarı anlatıyor hem de hikâyeleri çözümlüyor. Birinci ve ikinci hikâye İkinci Dünya Savaşı sırası ve sonrasının Soğuk Savaş atmosferinde, üçüncü Garibaldi zamanında geçiyor. Dördüncüsünde de Mussolini’nin İspanya İç Savaşı sırasında Franco kuvvetlerine yardıma gönderdiği askeri birlikteki iki askerin öyküsü var.
Birinci hikâyede “Amerikan özentisi”yle ironik bir biçimde dalga geçiliyor. Anlatıcı ilkgençlik yıllarında. Her şeye üsten bakan, paracı ve markacı teyzesi, kocası ve çocuklarıyla bir “kurtarıcı” olarak tabiî savaştan sonra New York’tan Sicilya’ya geliyor! İtalya’da, Sicilya’da filtre kahve bulmak olanaksız gibi. Daha çok espresso (çok yoğun içiliyor), americano var. Mâlûm bu americanonun yapımı espressoya bir ölçek kaynar su koymak. Bazı yerlerde özellikle Toscana’da, americano istediğinizde espressoyu büyük fincana koyup, sıcak suyu da yanında veriliyor, “sen hallet” dercesine. Americanonun ortaya çıkması gerçekten de Savaş sonrası Amerikalılar’ın uzun süre İtalya’da kalmasından dolayı. Söylentiler farklı. Sert kahve sevmediklerinden ya da kahve tüketimini azaltmaktan vb. Bana sorsarsanız, yazardan esin alarak söyleyeyim: her şeye “su” kattıklarından!
Neyyire Gül Işık, ikinci hikâye ile politik mizahın usta kalemi Giovanni Guareschi’nin Don Camillo dizisi arasında benzerlikler kuruyor. Yıllar önce okumuştum, çok keyifliydi. Komünist belediye başkanı ile soylu bir rahibin ilişkileri, çatışmaları; aklımda öyle kalmış. Adı “Stalin’in Ölümü” olan bu hikâyede kişiye tapınma, fanatik parti üyeliği vb. yine matrak ele alınıyor. İlginç bir hata var hemen hikâyenin ilk cümlesinde; şöyle: “18 Nisan 1848 gecesi, tansökümüne doğru, Calogero Schiró düşünde Stalin’i gördü.” (s. 73) 1948 olması gerekirken 1848 olmuş. Önce alegorik, fantastik bir özellik gibi düşünüyorsunuz ama anlaşılıyor ki bu basit bir dizgi hatası. Aslında bunlar olur, eleştirilecek bir şey değildir, hepimiz yaparız, ancak bir ân başka bir hava yaratıyor. Biraz talihsiz olmuş!
Üçüncü hikâyede Garibaldi dönemi ve Garibaldi de var. Toscana’yı dolaşırken de sık sık “Garibaldi”li cadde, sinema, tiyatro adlarını görmüştük. Sicilya’da da çok. Nitekim Modica’da kahve içtiğimiz kafenin yanında Garibaldi Tiyatrosu vardı, onun yanında da bir sinema, biraz ilerideki binadan da piyano sesleri geliyordu, bir müzik okulu olmalı; bir kasaba ama! Novella gibi olan dördüncü hikâyenin teması faşizmin karanlığı; ancak didaktik bir biçimde işlememiş yazar. Bu karanlığın ve nedeni olan yoksulluğun içinde savrulan, ayakta durmaya çalışan sıradan insanlar.
Hikâyelerin geçtiği yerler, kentler bugün de var. (Adları değiştirilmemiş!) Yazar birebir bir yol izlemiş. Buraları Ada’nın güneyinde, batısında, kuzeybatısında kaldığı için göremediğimiz yerler. Yazar da Recalmuto’da doğmuş, uzun yıllar yaşamış, hikâyeleri de daha çok burada geçiyor. Kasabası, Sicilya’nın güney batısında, kıyıdan biraz içeriye doğru. Metinlerin hepsi “eğlenceli”, öte yandan Sicilya sertliğini de veriyor; yoksul insanların dramlarını, hayata bakışlarını, çaresizliklerini, koşullanmışlıklarını vb. anlatıyor. Ama bir şey var Sicilya hem İtalya hem değil; o zaman Sicilyalılar için de böyle söylebiliriz…
Sicilya’da Bir Aşk Hikâyesi’nde, şürekâsıyla Napoli’den gelen Marki oğlunun on sekizinci doğum günü dolayısıyla Manzini Şatosu’nda büyük bir balo düzenler. Kızları, balo salonuna girdiğinde de şöyle betimlenir: “Sicilya’ya özgü sade bir tarzda giyinmişlerdi.” (s. 28) Yazar, iki yüz yıl önceki soylu insanlardan söz etmiş ve başka bağlamda kullanmış olsa da Sicilya’da gördüğüm gerçekten bu “sade”lik. 27 Eyül tarihli günlüğüme de şöyle not düşmüşüm:
“Toscana yalın estetik, Sicilya sade güzellik!” Kuşkusuz en keyiflisi kitapların sayfalarında yitip gitmek!