Kentleşme sürecinin planlı ve plansız konut tipolojilerinin hepsinde; rezidansta, sitede ve gecekonduda açığa çıkan şey, mekânsal ayrışma oluyor. Bugün evimiz sınıflararası uçurumun, coğrafî eşitsizliğin mekânsal örüntüsü...
03 Ocak 2019 14:40
Türkiye 1950’lerde kente göç furyası esnasında, yap-satçı üretimin seri üretime soktuğu, evimiz dediğimiz apartmanlara kavuşur. Mekân, yaşantının üstünde aktığı nötr bir yüzey değil de insanı üreten aktif bir unsur olduğundan, insan evinin, apartmanının hangi tasarım disiplinini benimsediğini merak ediyor. O takdirde aldığı yanıt, “Bu konut arzının, bir tasarım disiplininin ilkelerine göre yapılmadığı, uygulayıcının önceden denediği, sezgileri ile geliştirdiği ve sezgileriyle doğruladığı orta sınıf bir yaşam tipi tarafından belirlendiği” oluyor. Zira uygulayıcı apartmanı yaparken her seferinde mimara lüzum görmüyor! Apartmanlar, birkaç plan şemasının arsa büyüklüğüne göre şekillendirilip tekrarlanmasıyla meydana geliyor. Bugün evimiz, nasıl yaşamalıyız sorusuna verdiğimiz kırık dökük bir yanıt.
Toplu konut mantığı, varoluşun özünde mekânsal, evin de öznel bir mekân olduğu saikleriyle şekillenmiyor. Kişiye özel çözümleri yok, bilakis kişinin ihtiyacını karşılamayan evi değiştirmesi ve böylece yeni arz oluşması bekleniyor. Konut yapımına elverişli arazi süratle tükendiğinden, yuvamız mevcut topraktan azami düzeyde rant beklentisi üstüne inşa buluyor. 1980 sonrasında özel sektör, site ve rezidanslarla “evimize” daha yüksek standartlar getiriyor, en azından konut çözümleri mimarı dışlamıyor bu kez. Bu kompleksler kent merkezine birkaç dakika mesafede şehrin kalbinde oldukları vaadiyle yükseliyorlar, fakat harita yalanlıyor. Mesafe gerçekte sorunlu olduğundan çarşı, spor alanı gibi sosyal donatılarını işaret ederek “oturanın içlerinden hiç çıkmak istemeyeceğini” vurguluyorlar. Aslında şehrin kalbi falan kalmadığından, bu yapılar şehre ve çevrelerine alabildiğine kapalı. Piyasanın arz beklentisi ve rant talebiyle ev, öznelliğini yitiriyor, çevresiyle bağı çözünmüş hâlde. Bugün şehrin kalbinden bahsedilemeyeceği gibi özel sektörün uydu kentlerinin, ve TOKİ’nin de ruhu yok. Kentleşme sürecinin planlı ve plansız konut tipolojilerinin hepsinde; rezidansta, sitede ve gecekonduda açığa çıkan şey, mekânsal ayrışma oluyor. Bugün evimiz sınıflararası uçurumun, coğrafî eşitsizliğin mekânsal örüntüsü.
Neoliberalizmin mekânsal organizasyonu sanayi, tekstil gibi emek yoğun sektörleri dar gelirli çalışanlarıyla beraber kentin çeperine sürdü. Şehrin vitrininde yabancı sermayeyi çekmek üzere finans merkezleri ve soylulaşmış mahalleler kaldılar. Geleneksel mahalledeki evden uzakta olmak, güvencesiz çalışanı, geleneksel toplumun informel ilişki ağından, akrabalık ve komşuluğun dayanışma ve güvencesinden de yoksun bırakıyor. Ev yoksunluğu; bir sosyal gruba ait olmama, tehlikeye açık olma ve kırılganlık ile ifade buluyor bugün.
Sosyal ve coğrafî eşitsizlikle bölünmemiş geleneksel toplum için ev, pembe panjuruyla basit ve mesut bir yaşam anlatısıydı, bugün, düşük gelir grubunun güvence talebi, yüksek gelir grubu için sermayenin likit kalma arzusu karşısında bir teminat mektubu. Ev anlamsal bağlamında çözündükçe, mekânda ve mekânla varlık bulan insan dünyaya yabancılaşıyor, evde hissetmiyor burada. İnsan mekânda kayıp vaziyette bugün, 2018 itibariyle 258 milyon memnuniyetsiz dünya üzerinde göç hâlinde.
İstanbul, tarihinde ilk kez bu sene, aldığı göçten fazlasını verdi dışarıya. Dışarıda da evinde konfor bulanların sayısı fazla değil. Filipinler’de kentli nüfusun yüzde 44.1’i, Hindistan’ da yüzde 55.5’i, gecekondularda ikamet etmekte. Bu oran Brezilya’da yüzde 36.6, Türkiye’de ise yüzde 45’e yakın. Paris’te, apartmanların en üst katında 1830’lardan kalma hizmetli odaları (chambre de bonne’lar) bugün devletin izin verdiği en alt sınırla -8.9 metrekareyle- düzensiz gelir sahiplerine ev oluyor. Amerika’da ortalama ikamet alanı 235 metrekare, ancak iş kaybı, sosyal devletin yokluğunda evin de kaybıyla sonuçlandığından, 550 bin evsizin ferahfeza yaşadıklarını söylemek epey güç.
Hong Konglu bir toplu konut üreticisi, insana uyuma alanı dâhil ayırdığı üç metrekare alan iki katına çıkarılsa ne olurdu sorusunu; ödeyebilecekleri kiranın iki katını vermek zorunda kalırlar olarak yanıtlıyor. Heidegger’e göre ikamet etmek, yer sahibi olmak, insanın temel davranışı oysa. “İnsan göğün altında ve dünyanın üzerinde ikamet eder. İnsan bu ikisinin arasında kendisine açtığı boşlukta yaşar.” Yine de, insanın insana bıraktığı alan gittikçe daralıyor sanki.
Globalde, sermaye likit olma arzusu ile ulus aşırı hareket ederken mekânda ortaya çıkan olağan dışı hareketlilik; göç, savaş, kriz hâli ile mekân, varlık için ev oluşturmaktan uzak bugün. Evimiz, nasıl yaşamak isteriz sorusuna veremediğimiz kırık dökük yanıt, revizyon bekliyor. Aksi takdirde “Gençler sizin eviniz yok mu” sorusu, gelecek nesiller için bir retorik olma özelliğini kaybedecek gibi görünüyor.