Çocuklarını bir başkasına emanet edip çalışmaya yeltenecek kadınlara iki kere düşünmelerini öğütleyen, aile kutsalını eve tıkıp kapıları sımsıkı örtmek gereğini vurgulayan, muhafazakâr bir mesel olarak: Evlerden ırak
03 Ocak 2019 14:36
“Başlarına gelebilecek şeyleri düşündükçe, gün boyu kaygıdan ölüyorum.”[1]
Çocukları tarafından “canlı canlı kemirildiğini” hisseden bir kadın, evin tüm sorumluluğunu eşine yükleyen, işine gömülmüş bir adam ve bir yabancının, eve gelen dadının dokunuşuyla önce soylu bir konuta, sonra dehşetli bir suç mahalline dönüşen bir apartman dairesi. Leïla Slimani’nin Fransa’da Goncourt kazanan romanı Hoş Nağme, kâbusa evrilen bir peri masalı… Çocuklarını dünyanın merkezinde gören, her şeyin ve herkesin doğal olarak onlara hizmet etmesi, onları yüceltmesi gerektiğini düşünen belli bir sınıfa mensup ailelerin korkulu rüyası bu sayfalarda anlatılan; cennette bir yılan, sığınakta bir düşman hikâyesi. Yayımlandığı pek çok ülkede büyük ses getiren bu roman, yaşanmış bir olaydan yola çıkıyor ve kutsal sayılan alanın yıkımını, güvenliğin yitimini konu alıyor.
Slimani’nin romanı iki epigrafla açılıyor; bunlardan biri Rudyard Kipling’e,[2]diğeri Dostoyevski’ye[3]ait. Girişte yer alan Kipling epigrafı, dadıların kendilerine ait hayatları olabileceğinin akla getirilmediğinden dem vururken, Dostoyevski alıntısı, insanın gidecek bir yeri olmamasının ne kadar korkunç bir şey olduğunu bildiriyor okura... Slimani’nin dadı kahramanı Louise, epigrafların işaret ettiği doğrultuda kurgulanıyor; dadılık ve ev idare etme meziyetleri haricinde işverenleri tarafından görünmez addedilen, gidecek yeri, sığınacak hakiki bir yuvası olmayan bir kadın… Ailenin en değerli varlıklarını, çocuklarını teslim alan ve onları banyoda, mutfak bıçağıyla canlı canlı doğrayan biri. Slimani, “Bebek öldü. Birkaç saniye yetti de arttı,” diye başlayan romanın olaya değil, sürece odaklı olduğunu söylüyor. Gidecek yeri, sevgi bağı ile bağlandığı kimsesi olmayan Louise’in bu cinayeti neden işlediği ne başta ne de sonda tam olarak anlaşılıyor ama Slimani, bunun böyle olmasını istediğini, belli gizemlerin okura kalması gerektiğini belirtiyor... Başarısının sırrı bu belki; katliamın motifi tam olarak aydınlanmadığı sürece anlatılanların yarattığı şok etkisi daha diri, daha baskın.
Çocukluğu dadılar eşliğinde[4]geçmiş, “aileden olmadıklarını, annemin ya da babamın onları gönderebileceğini biliyordum,” diyen Fas doğumlu Slimani, çocuk sahibi olduktan sonra kaleme aldığı bu romanı ilkin bir dadı anlatısı olarak yapılandırırken tıkandığını, çocuk bahçesiyle oturma odasının arasında gelişen ev yaşamının tekdüzeliğinin metne de yansıdığını belirtiyor söyleşilerinde. Slimani için kırılma ânı, gazetelerde yer alan bir olay ile, Manhattan’da çalıştığı evin iki küçük çocuğunu banyoda öldürüp kendisi de intihara teşebbüs eden dadı Yoselyn Ortega hakkındaki haber sayesinde gerçekleşmiş; kitabın katliamla başlayan girişi bu sayede yazılmış. Yazarın bu metinde hakikatten beslemesi bu vakayla sınırlı değil; söylediğine göre Hoş Nağme’nin katil dadısı Louise, ismini bir başka gerçek vakadan, ABD’de bir çocuğu sarsarak öldürmekten 15 yıl hüküm giyen İngiliz Louise Woodward’dan almış. Slimani’nin yarattığı Louise karakteri, Dominik Cumhuriyeti’nden göçmüş Latin Amerikalı Yoselyn Ortega’dan farklı olarak beyaz tenli; romandaki işvereni ve çocukların annesi Myriam, evine kendisi dışında bir başka Mağriplinin gelmesini, onunla ve çocuklarla Arapça konuşarak gereksiz bir samimiyet kurmasını ve aralarındaki kültürel paralelliği bahane ederek ona yakınlık taslamasını istemediğini belirtiyor; Myriam “kendi tabiriyle göçmen dayanışması diye adlandırdığı bu güç birliğinden her zaman sakınıyor.” Myriam’ın Hoş Nağme’de çocuklarına bakacak bir dadı ararken başvurduğu kriterler şöyle: kaçak (bir sorun olduğunda polisi ya da hastaneyi aramaktan çekinecek) (göçmen) olmayacak, çok yaşlı olmayacak, türbanlı olmayacak, sigara içmeyecek, dinç ve çalışkan olacak ve çocukları varsa eğer, bu çocuklar Fransa’da yaşamayacak. Bu ve benzeri talepleri karşılayamayacağı anlaşılan birkaç “falsolu” adaydan sonra kapı çalınıyor ve makyajlı olduğu ısrarla vurgulanan yüzü, bir çocuğa benzeyen çıtı pıtı görünümü ve küçük ayaklarıyla Louise, iki çocuklu üst-orta sınıf hayatında kendini tutsak gibi hisseden Myriam’ın evdeki yükünü devralmak üzere ailenin yaşamına adım atıyor. Çocuk bahçesi ve mutfak, banyo ile market, sofra ile ninni arasındaki yorucu ve monoton alan burası; anneyi yutacak gibi olan ve bayrağı Louise’in devraldığı, kadına ihtiyacı olan rahatlığı sağladığı etap... Bu noktada bir alışveriş gerçekleşiyor; kültürel benzerlik dolayısıyla gelişebilecek herhangi bir güç birliğinden sakınan anne, paraya ihtiyacı olan bir yabancıyla bir anlaşma yapıyor. Ve ev bir cinayet mahalline dönmeden önce, en azından bir süreliğine bu aile için bir solukluk temiz bir zemin oluşuyor.
Burası, çocuk sahibi olduktan sonra yaşamdan nispeten kopan bir çiftin yuvası; içine hapsoldukları bir fanus, dağınık ve kapalı bir sistem. Louise’le birlikte ev rahat bir ortama, Myriam’ın deyişiyle “soylu bir konuta” dönüşüyor. Myriam, Louise’in bir “peri kızı” olduğunu söylüyor arkadaşlarına, dadı konusunda şanslı olduklarını, kadının onlara lezzetli yemekler pişirdiğini, sökükleri diktiğini, değil çocukları yönetmek ve onları hizaya sokup eğlendirmek, evi de mükemmelen idare ettiğini... Myriam’ı az kalsın boğacak olan evin havasını âdeta sihirli bir değnekle değiştiriyor dadı, ama tek bir arzusu var, “onlarla bir dünya kurmak, yerini bulmak, yerleşmek, kendine bir oyuk, bir yuva, sıcak bir köşe kazmak.” Uyumak için ayaklarını sürüye sürüye gittiği kendi evi, “yorgunluğunu gidermek için geldiği bir in, bir parantez,” sadece, onun “kendine ait bir odası” olmamış hiç. Yoksulluk ve yalnızlıkla, yıkımla dolu o parantezin içine sığışmaktansa, Myriam ile Paul’ün “evinin ortasına kendi yuvasını inşa ediyor.”
Myriam, Louise’i işe aldığında bir çıkmaza düşmüş hâlde: yetersizlik duygusu ile boğuşuyor ve çabaladıkça daha da yetersiz hissediyor... İş yaşamına dönmek istiyor fakat suçluluk duyuyor, anne olarak kabullendiği rolünü nasıl sürdüreceğini bilemiyor; evinin içinde nefes alamaz hale geliyor. Karşıtı olarak konumlanan arkadaşı Emma, Kuzey Avrupa mitolojisinden çıkma isimler verdiği sarışın ve sağlıklı çocuklarının neşeli fotoğraflarını döşüyor sosyal medyasına, evini bir vitrin gibi, seyirlik bir yer gibi dekore ediyor; Myriam kendi çıkmazının, çukur misali onu içine çeken hayatının içinden bu kadını hayretle izliyor. Louise’in gelişi, yükünün bir kısmını omuzlarından alarak dilediği gibi bir anne olma fırsatı da tanıyor ona; “ideal annelik rüyasından vazgeçmeyi reddederek yarattığı dramı” sona erdiriyor.
Louise, romanda betimlendiği üzere hep makyajlı, hep bakımlı, neredeyse gerçek olamayacak kadar suni bir kadın. Bu aileyle neden yakınlık kuruyor? Onların evini neden benimsiyor? Çocukları neden vahşice katlediyor? Slimani, en can alıcı soruların yanıtlarını bulma işini okura bırakıyor. Motiflerine ikna olamadığımız bir kahraman var karşımızda; zorluklarla geçen bir yaşamın ardından bir başkasının “yuvasına” sızmaya ve sonsuza dek orada kalamayacağını anlayınca ortamı yok etmeye çalışan bir yabancı. Onu harekete geçirenler tam olarak anlaşılmasa da bir şeylerin yanlış olduğunu hissettiriyor Slimani: mesela çocuklara, yetimlere, kaybolan küçük kızlara, esir düşen prenseslere dair hüzünlü masallar anlatıyor dadı; tek bacaklı ayıların, karga burunlu kuşların kol gezdiği, iyilerin dünyayı kurtarma fırsatı bile bulamadan öldükleri karanlık ve kasvetli masallar. Myriam’ın haşarı, söz dinlemez çocukları bu masalları hiç kıpırdamadan, dikkatle dinliyor. Dadı küçük kıza makyaj yapıyor; eve gelip de onu gören babasını küplere bindiren, ucuz bir makyaj olarak betimleniyor bu; gerçi dadının makyajına, tırnak cilasına ya da göz farına dair tüm bahisler bir nevi tiksinti içerir gibi; estetik tercihleri, ev sahiplerinin gözünde evdeki yabancıyı farklılığıyla damgalayan, aileden ayıran bir unsur âdeta… Myriam’ı iğrendiren pembe tırnak cilasından, mor göz farından ödün vermeyen dadı, çocuklarla kurallardan yoksun, ürkütücü oyunlar oynuyor; hatta romanın dönüm noktası sayılabilecek bir bölümünde, çöpe atılmış bir tavuğu çıkarıp kemiklerin üzerinde kalan etleri çocuklara yedirdikten sonra iskeleti pırıl pırıl olacak şekilde temizliyor ve mutfağa bırakıyor. Her ne kadar Myriam bunu kendi müsrifliğinin altını çizen bir ders olarak alsa da bir şeylerin feci biçimde yanlış olduğunu hissettiren bir an bu; mükemmel topuzu, makyajlı yüzü ve minik ayaklarına geçirdiği babetleriyle içinde bir cani barındıran kadına uygun düşen bir tezat: Tertemiz ovulmuş bir mutfakta çöpten çıkarılıp parlatılmış, ışıl ışıl bir tavuk iskeleti.
Slimani’nin romanı, çocukların tanrılaştırıldığı bir çağda çocuk bakarken deliliğe sürüklenen bir işçinin dehşetli dramını ya da anne olan bir kadının yaşamına bu kimliği ekleyip devam ederken bocalayıp tökezlemesini değil; çocuklarını emanet ettikleri kişinin ihanetine uğrayan bir ailenin trajedisini konu alıyor. Bu açıdan, metne ilham veren ama hakkında derinlikli bir şey söylemeyen Yoselyn Ortega’ya dair gazete haberlerinden pek de uzak değil yazarın yaklaşımı. Dehşetli bir masal bu; içinde tek bacaklı ayılar, kayıp çocuklar yok belki ama dadıları tarafından doğranan iki minik var; Hoş Nağme, evden çıkıp iş yaşamına dönmeyi arzulamasının bedelini ağır bir biçimde ödeyen bir kadının öyküsünü anlatıyor. Dadı, “kendisinin noksan olduğu düşüncesine kapılmadan yaşayamayacağını” çocuk sahibi olunca idrak eden anne için boşlukları doldururken ona bir konfor alanı sunuyor; kendisinin asla sahip olmadığı bir alan, çocuğunu büyütürken mahrum olduğu bir lüks. O lüks ki, Myriam’ın çocuklarının yaşamına mal oluyor ve Hoş Nağme’yi çağdaş zamanlarda çocuk yetiştirmeye dair ürkütücü bir mesaj veren bir metne çeviriyor.
Kendisine önerilen kültür bakanlığı görevini reddeden Leïla Slimani, Emmanuel Macron’a danışmanlık yapıyor bugünlerde ve uluslararası başarısının tadını çıkarıyor; romana ilham veren Dominikli dadı Yoselyn Ortega ise, jüri üyelerini ve mahkemeyi izleyenleri göz yaşlarına boğan sarsıcı bir duruşmanın sonucunda[5]hüküm giydi. Ortega, gaipten sesler duyduğunu, etrafında dolaşan ve gölgelerden oluşan bir adam gördüğünü ve aldığı psikiyatrist randevularına bir türlü gidemediğini belirttiği savunmasında, işvereninin onu fazlaca çalıştırdığını, kimi günler saatlerce ayakta, mutfakta kaldığını belirtirken aile, dadının bu cinayeti canice duygularla işlediğini, mutlu yuvalarına kasıt güttüğünü beyan etti; jüri, kararını aileden yana verince de mahkeme Ortega’yı müebbet hapse mahkûm etti. Hikâyenin ona ait olan tarafı karanlıkta kalsa da bu, bir ibret vakası olarak duracak kolektif hafızamızda; çocuklarını bir başkasına emanet edip çalışmaya yeltenecek kadınlara iki kere düşünmelerini öğütleyen, aile kutsalını eve tıkıp kapıları sımsıkı örtmek gereğini vurgulayan, muhafazakâr bir mesel olarak: Evlerden ırak.