"Belli ki Türklerin Osmanlılardan bu yana denizle bir dertleri var. Civardaki MSGSÜ İstanbul Resim ve Heykel Müzesi’ndeki Serginin Sergisi-II’de, asker ressamların buz pateni pistine benzeyen donuk su yüzeyleri ve hafif yamuk perspektifleri içimizi garip bir şefkatle dolduruyor."
11 Ocak 2022 14:26
Galataport’un iyi yanı deniz tarafına bakıp hâlâ alabildiğine uzanan su görmek ve henüz denizin betonla kapatılıp üzerine binalar inşa edilmediğini fark edip sevinmek. Başınızı kara tarafına döndüğünüzde ise kahverengi bir kütle halinde bina görüyorsunuz. Tekrar deniz tarafına dönüyoruz.
Belli ki Türklerin Osmanlılardan bu yana denizle bir dertleri var. Civardaki MSGSÜ İstanbul Resim ve Heykel Müzesi’ndeki Serginin Sergisi-II’de, asker ressamların buz pateni pistine benzeyen donuk su yüzeyleri ve hafif yamuk perspektifleri içimizi garip bir şefkatle dolduruyor. İlk olarak askerî mekteplerin müfredatına girebilen resim dersinin 1890-1900 arası ürünleri olan bu manzaralar çocuksu, ürkek ve durgun. Çağlayan Kasrı önündeki donmuş suya düştü düşecek, Kâğıthane poligonu tuvalin soluna doğru devrilecek gibi, Kolağası Ahmet Şekür’ün Lefke manzarasındaki duvarlar lego küplerinden yapılma gibiler. O kadar ki, Vidinli Osman Nuri’nin Yıldız Sarayı Bahçesi resminin boşluğu ve kıpırtısızlığı, seyredende bir sürrealist manzara hissi uyandırıyor. Gene de ‘Küçük Tesadüfler’; pofuduk bulutlar, kırlar bazen yapıştırma gibi olsa da bataklığımsı bir ormanda bir korku filmi havası vb. vb.
Derken öğrenciler Batı’nın ünlü resimlerini görsün diye şaheserlerden kopyalar; Tiziano, Rembrandt, Chardin, Hals, Brueghel, hatta Daumier. Watteau’nun Kitera’ya Yolculuk’unun mavi göklerini kaplayan sarı pus? Zamanın pası kiri olmalı. Ingres’ın Odalık’ı, yüzü istemeden kübist planlara bölünmüş ve biraz tahtamsı olarak uzanmakta. Yazılarında kopyayı asla tasvip etmeyen Avni Lifij, kendi ‘Nefi Devrinde Aşk’ tadında bir Venüs ve Mars kopyasıyla kervana katılmış. Fikret Mualla’nın El Greco’dan yaptığı serbest kopya ise bulunmaz bir şey; Dolapdere’den ya da Sanayi’den oto tamircisi bir ustayı andıran figürüyle bu küçük resim hem şakacı hem sosyal gerçekçi, hem El Greco hem Mualla.
Derken Osmanlı ressamları Osman Hamdi’nin izinden Paris’e yollanıyor, oryantalistlerden Barbizon Okulu’na uzanan etkiler altında dönüyorlar. Ama asker ressamlara özgü naiflik bazılarında –iyi ki– berdevam; Şeker Ahmet Paşa’nın ceylanı Courbet’nin ceylanı değil, bir minyatürden çıkıp bir kahve tepsisi ormanının ortasında durakalmış gibi. Osmanlı ressamları su ve onun halleriyle de barışıyorlar; mesela, gördüğümüz kadarıyla, Halil Paşa suya düşen ve hatta dalgacıklarla kırışan akislerde ustalaşıyor.
Ama sergide (figüre de pek bulaşamayan?) Osmanlı ressamlarının asıl keşifleri küçük cami ya da imaret cephelerinde buldukları gölge ve ışık ilişkileri, bu binaları çevreleyen sokak manzarasındaki sükûnet ve ıssızlık hissi. Bu kuytu köşecikler, cami girişleri şehirdeki taklit olmayan şeyleri seçip seven Loti ya da Gautier’nin edebi tasvirlerini hatırlatıyorlar. Natürmortlarına her zaman aydınlık fonlar seçen Süleyman Seyyit’in portakalları gibi dilimlenmiş kavunları da iç ve iştah açıcı. Neredeyse mutlu bir ‘ev hali’ni çağrıştırıyorlar.
Meşrutiyet’ten Cumhuriyet’e uzanan kariyerleriyle 1914 Kuşağı denen diğer Paris yolcuları, Avni Lifij, Nazmi Ziya, Namık İsmail, Çallı gibi ressamlarda ise manzaranın yanı sıra çeşitli cepheleriyle figür, hatta kalabalıklar var. Bir de güneş… Çıplaklar farklı; en azından bu sergide pozlar rahatsız, ressamlar kadın bedeni karşısında mahcup. Mahremiyet ihlal edilmiş, resimler suçlu birer işbirliği gibi. Serginin nü odasındaki tek ten duygusu çağrıştıran resimde, girişteki oval portresinde gülen Güzin Duran da öyle düşünüyor gibi.
Daha geç dönem, ‘Art Deco, yani Geç Kübizm’ ve sonrası bir dolu etkiyi gözler önüne seriyor. Deco’nun yanında Geç İzlenimcilik’ten Dışavurumculuk’a, Cezanne’dan Yeni Nesnelcilik’e, Sovyet Realizmi’ne ani geçişler, minyatürden bir çeşit ulusal gerçekçilik üslubuna atlayışlar, artan iletişim araçlarına erişimin ve daha çok yabancı sanat görmenin sonucu gibi görünen, aceleci, karışık, bazıları ilginç ama tekil denemeler, yerleşmekte olan Cumhuriyet’in kendi aceleciliklerini ve ona tepkileri içerir gibiler. Ali Avni Çelebi’nin ‘Kübistimsi Ekspresyonist’, kendinden geçmişçesine eğlenen, bugünün deyimiyle ‘partileyenler’i gösteren resmi Maskeli Balo bir ahlaki çöküşü sergiliyor mesela. Bu da Yakup Kadri’nin Pera Müzesi’ndeki güncel bir sergiyi esinlendiren ‘İstanbul’da bu ne Bizantinizm!’ feveranı ya da romanlarında durmadan hazcılıkla ahlakçılık arasında gidip gelen Peyami Safa romanlarıyla akraba gibi duruyor. Bu resim ve benzerleri Sözde Kızlar’a, Sodom ve Gomore’ye nasıl kapak olmamışlar, hayret! Herhalde kapak bulmak için sık sık röprodüksiyon kitapları karıştıran yayıncıların gözünden kaçtıkları için.
Yanı sıra, resimlerde sık sık üzerinde frak, köylülerle, gençlerle, halkla birlikte ya da portrelerinde karşımıza çıkan Atatürk imgesi, ikonografisi belirlenmiş önder kisvesiyle dekadansa alternatif gibi kullanılırken aslında yapıştırma duruyor. Serginin son resimlerinden birinin, Zeki Faik İzer’in İnkılap Yolunda’sının, Delacroix’nın Özgürlük Halka Yol Gösteriyor’unun ‘Kübist’ bir versiyonu olması, resmin orijinalinin hızlıca Cumhuriyet’e tercüme edilmiş, göğüsleri edeplice örtülmüş, Fransız bayrağı yerine Türk bayrağı dalgalandıran Özgürlük figürünün arkasında, stratejik bir yerde Atatürk’ün de duruyor olması hiç de şaşırtıcı olmayan bir özet.
Sergiyi gezerken ister istemez modernleşme ve Cumhuriyet döneminin hikâyesini izlerken türlü güzel şeyler de görüyoruz. Sami Yetik’in mavi karları, Avni Lifij’in bir kar manzarası, Nazmi Ziya’nın yeşili, Namık İsmail’in bir Orhan Peker resmi gibi yükselen, sadece kütleden ibaret Ankara Kalesi, Hale Asaf’ın dönemin eğilimleri arasında harikulade serbestlikle gezinişi, Elif Naci’nin kapının arkasına gizlenmiş meşhur küçük kızı, heykel odasındaki keşifler (ne kadar iyi büstler!) ve de bir sır… Bir kahvaltı tepsisi, ressamı bilinmiyor, 19. yüzyıl sonu ya da 20. yüzyılın başı; tamamen kendi kendine yeten, dönemini de, onun bütün o çırpınmalarını da umursamaz görünen bir ‘resim resim’. İmparatorluğun makus talihinden ayrı bir nefes alma ânı, bir aralık; Osmanlı cool’u. Acaba kimin?
•