“Ayfer Tunç’un Osman’ını okuyunca, bir kadın yazarın bir erkek karakteri bu kadar derinlikli anlatmasına bir kez daha hayran kaldım. Karşı cinsi anlatmak, o olmak, onun gibi düşünmek, onun duygusunu ifade etmek gerçekten güç. Alp’i yazarken ben de bu güçlüğü yaşadım.”
16 Eylül 2021 09:17
Gazeteci, yazar Filiz Aygündüz yeni kitabı Annem Beni Görsün’de anneyle çocuk ilişkisinin hayatımızı ne denli etkilediğini vurguluyor. Zeynep ile Alp’in ilişkisi üzerinden ölüm, arkadaşlık, sevgililik, yalnızlık gibi hayata dair birçok kavramı yeniden mercek altına alan Aygündüz okuyucuyu farkındalığa ve düşünmeye davet ediyor. Zeynep karakterini ve onun hayatına birden dahil olan Alp’in aşk hikâyesini okurken öykü bir anda evrilip bambaşka bir hal alıyor. Annem Beni Görsün’ü okurken canınız bol bol portakal ve portakal reçeli çekecek, hazırlıklı olun! Filiz Aygündüz’le kitabını konuştuk.
Yazma serüveninizi merak ediyorum. Kadın-erkek, arkadaşlık ilişkileri, ölüm korkusu, ailevi travmalar gibi birçok konunun iç içe geçtiği bir kitabı yazmaya nasıl karar verdiniz?
Başlangıçta niyetim çocukluğunda annesi tarafından dikkate alınmamış, önemsenmemiş, ilgilenilmemiş, özetle ‘görülmemiş’, 50’li yaşlarında bir erkeğin hikâyesini yazmaktı. Görülmemişliği pençesinde kıvrandığı psikolojik bir rahatsızlığa neden olmuştu ve bu hastalık Türk edebiyatında işlenmemiş bir konuydu. Hikâyeyi katmanlandırırken sizin de dediğiniz gibi kadın-erkek, arkadaşlık ilişkileri, ölüm korkusu gibi yan temalar da devreye girdi. Çünkü bunlar ilk romanımdan bu yana devam ettirmeye çalıştığım psikolojik roman türünün içeriklerindendi. Benim dert edindiğim, yıllardır üstünde çalıştığım... Kendiliğinden sızdılar hikâyeye.
Kitabınızın adı Annem Beni Görsün. Sizce günümüzde çeşitli nedenlerle (iş hayatı, internet, hızlı yaşam, vs...) görülmeyen ve onay isteyen insanlar eskiye oranla daha mı fazla?
İnsanın görülme isteği kadim bir konu. Ama eskiden görülebilecekleri mecralar çok sınırlıydı. Arkadaş ve aile çevresinde, okulda, iş hayatında… Sosyal medya ile birlikte görülme alanları arttı. Ayrıca görülmeleri kolaylaştı. Şimdi herkes kendi hesapları üzerinden paylaştıkları türlü çeşit post ile mümkün olan en fazla like’ı almak, mümkün olduğunca çok görülmek istiyor. Kimi çakıltaşlı bir sahilde bacaklarını çekip koyduğu bir fotoğrafla, kimi bir arkadaşının düğününde dans ederken, kimi yediği yemek üzerinden… Ama görülmek, ille görülmek… “Ay ne şahanesin!” denmesi… Like üzerinden ifade edilen beğeniler, onaylanmalar iyi geliyor insanlara. Çünkü romanımın ilk cümlesinde olduğu gibi, ‘İnsanlar görülmek ister’. Ki sosyal medya görülmeleri normal hayatın akışı içindekilerden çok daha hızlı ve fazla oluyor. Aynı oranda da hızla tüketiliyor, yetmiyor. Hep biraz daha fazlası isteniyor. Bu yüzden aynen dediğiniz gibi, insanlar eskiye oranla daha fazla görülmek istiyor. Görülmeyi istemek psikolojik açıdan sağlıklı bir durum ama siz beni göreceksiniz diye boynuma kırmızı bir postiş sarıp göğüs dekoltemi abartırsam, çektiğim selfie’lerde türlü çeşit tehlikeyi göze alırsam, –ki birkaç ay önce uçurum kenarında selfie çekerken yuvarlanıp ölen gençlerimiz oldu– o zaman bir sorun var demektir. Ve ne yazık ki var.
Kitapta narsizm de mercek altında – ki bu aralar üzerine en çok konuşulan konulardan biri. Ailesinden beklediği ilgiyi görmeyen kişi, çevresinden ilgi bekleyip görmeye başlayınca narsist olabilir mi?
Narsisizmin temelinde yine annesi tarafından görülmemek var. Annesinin dikkatini çekemeyen çocuklar hayatta kalabilmek için büyüklenmeci bir tavır geliştiriyorlar. Kitabın adı, Annem Beni Görsün onları da kapsıyor aslında. O büyüklenmeci tavrın kökenine indiğinizde yaralı bir çocukla karşılaşıyorsunuz. Görülmemiş, anlaşılmamış… Bunu örtmek için mükemmeli oynuyorlar, beğenilmek sevilmek üzerine kodluyorlar hayatlarını. Daha da fenası, bu uğurda empati kurma yeteneğini kaybediyorlar. Kendileriyle o kadar meşgul oluyorlar ki, karşısındaki insanın duygusuyla empati kuramıyorlar. Ne kadar canınızın yandığını anlatsanız da narsist bu duruma konsantre olamıyor, sizi anlamıyor. Ve maalesef bugün çok sayıda narsistle birlikte yaşıyoruz, Biz de onlar tarafından görülemediğimiz için acı çekiyoruz. Tedavi edilmedikçe bu durum değişmez, hiçbir narsist duygularınızı anlayamaz, anlamlandıramaz, sizi göremez.
Kadın yazarları okurken kitabındaki erkek karakterlere, erkek yazarları okurken de kadın karakterlere dikkat eden biriyim okuyucu olarak. Sizin kitabınızda da Alp gibi sürprizli bir karakter var. Sizin için bir kadın yazar olarak erkek karakter yaratmanın zorluğu neydi, ya da oldu mu? Mesela kitap çıkmadan önce eleştirmesi için bir erkeğe okuttunuz mu? Görüşü ne oldu?
Ayfer Tunç’un Osman’ını okuyunca, son dönemlerde bir kadın yazarın bir erkek karakteri bu kadar derinlikli anlatmasına bir kez daha hayran kaldım. Edebiyat tarihinde benzer güzel örnekler vardır. Kadını çok iyi karakterize eden erkek yazarlara da hayranımdır. Karşı cinsi anlatmak, o olmak, onun gibi düşünmek, onun duygusunu ifade etmek gerçekten güç. Alp’i yazarken ben de bu güçlüğü yaşadım. En büyük şansım ise yayıncım, Doğan Kitap’ın yayın direktörü Cem Erciyes’ti. Cem boşluklarımı, eksikliklerimi doldurdu. Hikâyeme çok inandı, beni destekledi. İlk günden itibaren kitabı yazmak için açtığım Word dosyasının adı ych idi. Açılımı, “ya Cem haklıysa, ya bu şahane bir roman konusuysa”.
Kitaptaki Alp karakteri sevgisini gösteren, yakışıklı, kültürlü bir karakter ama okurken bir açığını arıyor okuyucu ister istemez. Aynı Zeynep’in kardeşi Mehtap gibi... Bunun nedeni ne sizce? Kötücüllüğe alışmamız mı? Bu da bize toplum tarafından öğretilmiş bir şey mi?
‘Too good to be true’ deyimi. İnanılamayacak, gerçek olamayacak kadar iyi. Böyle karakterlerde hep bir kusur, bir arıza ararız. Öyle ya, kimse mükemmel değildir ve biri bu kadar iyiyse vardır bir sorun. Kimsenin mükemmel olmadığına ben de inanıyorum ama bu evrensel inanç her zaman doğru olmayabiliyor. Bazıları inanamayacağımız kadar iyi olabiliyor. Alp de bunlardan biri. Alp o klişe öğretiyi bozuyor ve mükemmelliğin sınırlarını zorluyor. Ne var ki bir rahatsızlığı var. tedavisi de olan bir rahatsızlığı. Aslına bakarsanız bu roman bazı iyilerin gerçek olamayacak kadar iyi olabildiğine dair bir meydan okuma.
Zeynep ile Alp’in ilişkisini okurken, Zeynep karakterinden bir anda Alp’e odaklanmanızın nedeni ne? Sanki Alp karakterine biraz iltimas geçmişsiniz gibi.
Benim derdim, belki başlangıçta ben bile farkında olmasam da Alp’i anlatmaktı. Ama onu Zeynep üzerinden anlatmayı tercih ettim. Çünkü Zeynep’in söyleyeceği ve benim ifade etmek istediğim başka durumlar da vardı. Alp’e iltimas geçmedim. Ben onun hikâyesini anlatmak istedim. Ki hikâyesi hepimizin anlayabileceği bir hikâyeydi. Alp üzerinden, ‘Birine kızıyor ve kırılıyorsanız hikâyesine kulak verin, o zaman neden canınızı o kadar yaktığını anlayabilirsiniz’ demek istedim.
Size kötülük yapan, inciten insanı anlamak mümkün mü? O kişinin acısını anlamak size verdiği zararı hafifletir mi?
Bana kötülük yapan, beni inciten insanları uzun uzun izledim. Bazıları hikâyelerini anlatma ihtiyacı duydu, dinledim. Ve dinlediklerimde, onların davranışlarını açıklayan çocukluk travmalarıyla karşılaştım. Kendisinin hükmünün geçmediği. O noktada onları anlamaya başlıyorsunuz. Anlamak affetmeyi getiriyor beraberinde. Görebileceğiniz zararlar konusunda ‘anlamak’ kavramının size bir kalkan oluşturduğunu söyleyebilirim. Hayat kısa. İnsanların üstünü çizip atmak kolay ama aslolan anlamaya çalışmak. Anlamaya çalıştığınızda, daha da iyisi anladığınızda canınız o kadar çok yanmıyor. Dinlemeyi bilme öğretisini hatmetmeliyiz. Zira ona çok ihtiyacımız var.
Annem Beni Görsün’le ilgili, yazarı olarak sizin hayaliniz ne?
Bu romanın anne-çocuk ilişkisinin ne kadar kıymetli olduğuna dair bir farkındalık yaratmasını umuyorum. Bu olursa en büyük hayallerimden biri gerçekleşmiş olacak. Birileri dönüp annesiyle ilişkisini sorgulayacak. Eksikleri fark edecek. Belki tutumunu değiştirmeyi düşünecek. Anlamaya çalışacak, anlayacak, kalbi daha az kırılacak. Benim derdim bu zaten, insanlara insan olmayı anlatmak. Ne kadar çok anlayabilirsek onları, o kadar az yanar canımız.
•
FOTOĞRAFLAR: Ercan Aslan