Ezgi Bakçay: “Eleştirel düşünce ancak çağın diri çatışmalarından sızabilir”

Karşı Sanat, Görülmüştür Kolektifi ve Redfotoğraf Grubu’nun hazırladığı ‘Özgürlüğün Sesi’ adlı proje sergisine ev sahipliği yapıyor. Türkiye’deki en kritik mevzulardan biri olan ‘hapsedilmeyi’ ve ‘özgürlüksüzlüğü’ ele alan sergi,  50 tutuklunun ‘özgürlük’ temalı metinleriyle 50 fotoğrafçının işlerini bir araya getirip özgürlüğe dair metinsel ve görsel bir konuşma yaratıyor.  Ayrıca Osman Kavala, Selahattin Demirtaş ve Ebru Timtik gibi isimler de bu konuşmaya dahil ediliyor.  “Dışarısı ve içerisi arasındaki politik sürekliliği göstermeyi” amaçlayan sergi üzerine, serginin küratörü Ezgi Bakçay’la içerisi, dışarısı, özgürlük, kapatılma, hak mücadelesi, estetik ve politikaya dair konuştuk. 

16 Eylül 2020 20:54

Ahmet Ergenç: Karşı Sanat'taki sergi ‘içeride’ olanların sesini bir şekilde dışarı taşıyor ve özgürlük denilen şeye dair tartışmayı mutlak bir özgürlüksüzlük içinde olanlar üzerinden yürütüyor, bu nedenle çok önemli bir şey yaptığınızı düşünüyorum, elinize sağlık öncelikle. Serginin ortaya çıkış hikâyesiyle başlayalım: fikir nasıl ortaya çıktı? Süreç nasıl ilerledi? 

Ezgi Bakçay: Bu sergiyi ortaya çıkaran süreç 2015 yılında Görülmüştür Kolektifi’nin düzenlediği "Sizin hâlâ bir mektup arkadaşınız yok mu?" kampanyasıyla başladı. Görülmüştür’den yazar Adil Okay, Redfotoğraf grubundan Özcan Yaman'la bir araya gelerek içeri ile dışarıyı buluşturan fotoğraf temelli bir proje geliştirdiler. İlk ürün "Dışarıdan İçeriye Fotoğraf" sergisi oldu. Bu sergi 2016-17 yıllarında yurt içinde ve dışında pek çok yerde sergilendi ve bir kitaba dönüştü. İkinci adımda "İçeriden Dışarıya Fotoğraf Köprüsü" adıyla düzenlenen sergi de çok gezdi ve nihayet kitaplaştırıldı. Bu sürekliliğin nedeni projenin mahpusların hayatında yarattığı olumlu etkilerdi kuşkusuz. Gelen talepler üzerine üçüncü aşamada, 2018 sonunda "özgürlük" kavramının taşıdığı anlam mahpuslara soruldu. Bu projeye "Özgürlüğün Sesi" ismi verildi. Büyük engellere rağmen inatla sürdürülen mektuplaşmalar sonucunda üretilen betimlemeler 50 fotoğrafçıya dağıtıldı ve fotoğrafçılardan bu metinleri görselleştirmeleri istendi. Bu üçüncü proje de yaklaşık iki yıl sürdü. Süreç mahpus yakınlarının da büyük gayretleriyle tamamlandı. Aylarca postanelerde beklemek, yüzlerce mahpusla iletişim kurmak, mektupların verilmemesi, tecrit ya da hücre cezaları, mahpusların yerinden edilmiş olması gibi güçlükler sabırla aşıldı. Örneğin mahpuslar muhataplarına ulaşmadan kaybolan el yazısı mektuplarını defalarca tekrar kaleme alınmak zorunda kaldılar. Yüzlerce insanın emeğinin sonucu olan bu projelerin temel amacı imkânsızlıklara rağmen dayanışma ilişkileri kurmak ve sürdürmekti. Bu süreçlerden sonra hâlâ mektuplaşan, birbirini ziyarete gidenler var. Hatta aralarında âşık olan ve nişanlanan bile oldu.

Türkiye tarihini bir anlatı olarak görürsek, hapiste ya da mahpus olmak bu anlatıdaki ‘laytmotif’lerden biri, bu kesin. Her dönemde görülen bir kötü döngü bu ama son zamanlarda sanki toplumun her kesimine sıçrayarak anlatının kendisi haline gelmeye başladı. Böyle bir dönemde bu sergiyi yapmanın, sende, sergi ekibinde ve tutuklularda bir nebze de olsa bir özgürlük hissi ya da özgür bir ifade alanı kurma hissi yarattığını söyleyebilir misin? İçeriden dışarıya böyle bir ‘kapı’ aralamanın sence nasıl bir etkisi oluyor?

Uzun tutukluluğun, şiddetin, baskı ve hukuksuzluğun yarattığı fiziki ve ruhsal tahribata rağmen yaşama tutunan insanlardan söz ediyoruz. Onlarla temas kurmak bizim için elbette dönüştürücü oldu. Buna karşın, bizim onların hayatında tek bir sergiyle değişiklik yaratmamız söz konusu olamaz. Bir serginin amacı da bu olmamalı bence. Yaptığımız işin bir değeri varsa o da şu; mahpuslarla on yıldır çalışan Görülmüştür’ün ve onlarla birlikte uğraş veren yüzlerce insanın mücadelesinin küçük bir parçası olabilmemiz. Tam da bu nedenle Özgürlüğün Sesi sergisi anlamlı ve politik. Burada “dezavantajlı kesimlerle” çalışan sivil toplumcu, politik sanatçı kimliğinin vur kaç taktiğinin çok uzağındayız. Biz sadece samimi ve uzun soluklu dayanışma ilişkilerinin sürmesine katkıda bulunmuş olduk. Şunu da unutmamak lazım; bu çalışmanın amacı içeridekilere moral vermekten çok, dışarısı ve içerisi arasındaki politik sürekliliği göstermekti. İçeridekilerin hürriyet mücadelesinin dışarıdakilere gündelik hayatlarında yaşadıkları “denetimli serbestliği” hatırlatmış olmasını umuyoruz. Bir not düşmek isterim. Şimdiye kadar sanat alanında bu kadar çok gezilen bir sergi görmedim. İnanılmaz bir izleyici ilgisi var. Galeriye gelenler metinleri tek tek okumadan ve bizimle sohbet etmeden mekândan ayrılmıyor. Bu ilgi, konunun ne kadar çok insanın hayatına dokunduğunu kanıtlıyor. İnsanlar bir duygu yoğunluğu ile, sanki sözcüklerin arasında yakınlarını arar gibi geziyorlar sergiyi. Serginin etkisinin bir çeşit kavuşma hissi olduğunu düşünüyorum.

Bu sergide yer alan mahpuslardan biri şöyle yazmış: “‘Özgür İnsan’, toplumun tutuculuklarına, egemen erkin pazar savaşlarına, demokratik olmayan baskıcı uygulamalara, sadece insanı değil doğayı da katletmesine karşı duran insandır.”Biz de duvara “düşünce, vicdan, umut, adalet, masumiyet içerdeyken biz dışarda mıyız?” diye not düştük.

Ezgi Bakçay

Sergide fotoğraf ve metinlerin bir araya gelişinin, estetik bir karşılaşmanın yanı sıra, içeriyle dışarının (böyle bir kesin ayrım varsa tabii) bir konuşması olarak gördüm ben. Bu açıdan da önemli buldum. Ne dersin bu ‘konuşmanın’ etkileri hakkında?

İçerisi ve dışarısı arasında, yaşam koşullarının farkı gözetildiğinde kaymalar ve kırılmalar olması kaçınılmaz. Bu sergide söz konusu iletişimin niteliğini sağlamak için Görülmüştür ve Redfotoğraf büyük emek verdi. Biz ise sergi tasarımında, söz ve imge arasındaki farkı “içerisi ve dışarısı” arasındaki fark olarak temsil etmemek için elimizden geleni yaptık. Geçirgen kumaşlar üzerine metinleri bastık ve fotoğraflarla üst üste bindirerek sergiledik. Onları “birlikte” okunabilir kıldık. Özgür sözün önündeki engelleri ve bu engellerin aşılması çabasını serginin ana konusu haline getirdik. Mektuplarla gelen metinleri dokunulabilir kıldık. Kırılganlık, geçirgenlik, direnç ve temas serginin dilini belirleyen kavramlar oldu. Seyircinin sahte bir duygusallıktan ziyade hakiki bir buluşmayı deneyimlemesini amaçladık. Metinlerin bu kadar tek tek okunduğu bir sergi deneyimim olmamıştı. Burada sanatın araçlarının politik etkisine dair bir deneyim yaşadık. Buna benzer bir süreci Hafıza Merkezi ile yaptığımız “Aşikâr Sır” sergisinde yaşamıştık. Sanat ve siyaset teorisinin pratikte sınandığı deneyimlerden biri oldu bu. Ebru Timtik’in imgesini hiç kullanmadan artık her yerde olan sesini dinletmeyi seçme kararı gibi. Hep şu soruları zihinde tutarak üretmek istiyoruz: Neyi göstermeli ve nasıl? Kimin kimi temsil etmeye hakkı var? Acının ve kaybın, burada olmayanların temsili mümkün mü?

Sergide Selahatttin Demirtaş ve Osman Kavala da ‘sembolik’ olarak yer alıyor. Kavala’ya dair çizimler ve Demirtaş’ın kitapları.  Türkiye’de hapsedilmenin neredeyse anıtsal sembolleri haline gelen bu isimleri de sergiye dahil etmenizin ardında nasıl bir fikir yatıyordu? 

Amacımız tutuklar arasında hiyerarşik bir ayrım yaratmaktansa, devlet şiddetinin herkesi aynı kırılganlıkta eşitlediğini gösterebilmek. Ekim 2019 rakamlarına göre 355 hapishanede 282.703 mahpus yatıyor. Adalet Bakanlığı’nın açıklamasına göre, infaz yasası değişikliğinden sonra bu sayı 230.000’e geriledi. Ama çok sık tutuklamaya başvurulduğu için sayının giderek arttığını biliyoruz. Hapishanelerin aşırı doluluk problemi, hak ihlalleri ve salgının etkileri giderek artıyor. İHD’nin sitesine bir göz atmanızı tavsiye ederim. Bu koşullarda Selahatttin Demirtaş ve Osman Kavala’yı “anıtsal semboller” olmaktan çıkarıp siyasi tutsakların özgürlük mücadelesinde yan yana olduklarını gösterebilmek istedik. Avukat Ebru Timtik’i “Yaşamaya Dair” ses kaydıyla o yüzden sergiye ekledik. Ayrıca güzel sanatlar fakültesinden öğrencim Dilan Cudi Saruhan’ın Bakırköy Kadın Cezaevi’nden gönderdiği işleri de dahil ettik. Dilan giysilerinden söktüğü ipliklerle atletler üzerine işlemeler yapmış.  Bu işlerin bize ulaşması onunla kucaklaşmak gibi oldu.

Karşı Sanat’ın ajandasını çok yakından takip ettiğimi söylemeliyim: siyasi angajmanın yerini steril bir kültür endüstrisi jestinin aldığı bugünlerde de siyasi angajmanını müthiş bir kararlılıkla sürdürüyor. Bundan sonraki sergileri sorsam?

Bu sene yapacağımız sergilerden bazılarına değineyim: Ruhi Su ve Musa Anter üzerine uzun zamandır hazırlığı süren sergilere yer vereceğiz. Ruhi Su Vakfı ile birlikte “Gomidas’tan Ruhi Su’ya Anadolu’da Ses ve Bellek” ve küratörlüğünü Mahmut Koyuncu’nun yapacağı  “Sanık, Tanık, Davacı Ape Musa 100 Yaşında.” Bu sergileri yaparken kült imgeler yaratmaktansa onları bugüne çekip, günümüzün politik atmosferinde entelektüelin siyasi sorumluğu üzerine bugüne dokunan bir tartışma açmak istiyoruz. Naomi Cohen, Gabriel Doyle ve Cemre Gürbüz’ün araştırmalarına dayanan gayrimüslim hastane vakıflarına odaklanan bir sergimiz var. Sergi, Surp Pirgiç Hastanesi, Balıklı Rum Hastanesi, Surp Agop Hastanesi, Balat Or-Ahayim Hastanesi ve Bulgar Hastanesi’nin hikâyelerinden beslenirken, bu hastanelerin toplumsal işlevleri ve yarattıkları müştereklerden yola çıkarak şifa kavramına odaklanıyor. Bunlar dışında sosyal medya ve dijital dünyada hareketli imge üretimi üzerine de bir sergi hazırlıyoruz.

 

Ve son olarak daha kişisel bir soru: Akademik araştırmalarını daha çok politik sanat ve estetik üzerine sürdürdüğünü biliyorum. Günümüzde estetik ve politika ilişkisi hakkında ne düşünüyorsun. Mesela Benjamin’in montaj tekniği ya da ‘diyalektik imge’ dediği şeyin karşılığı var mı bugünlerde?

Sanata dair tartışmayı başından beri estetik kavramı etrafında genişleterek, alan dışına çıkararak, farklı dünyaların kesişim noktalarına, gündelik yaşama taşımaya çalışıyorum. Feyyaz Yaman’ın kurduğu Karşı Sanat fikri tam da bu nedenle benim hayatımın merkezine yerleşti. Karşı Sanat’ta Tayat’lı aileler, LGBTİQ+ aktivistleri, Cumartesi Anneleri, Kazova işçileri, Tik Tok zanaatçıları ve çağdaş sanatçılar aynı zeminde yan yana gelebiliyor. Montaj tekniği ya da ‘diyalektik imge’ mi bilmiyorum ama çatışmalı karşılaşmaların içine girmeden bugünün teorik araçlarını üretemeyeceğimize inanıyorum. Geçmişte üretilen kavramların tümü bugün yeni anlam bağları içinde dönüşüme uğradı. Eleştirel düşünce ancak çağın diri çatışmalarından sızabilir. Gelmekte olanla temas kurmak, fay hattının üstünde ayakta durmak risk almayı gerektirir. Yoksa özgürlükten de söz edilemez.