Emrah İmre: Her çevirmenin metne yaklaşımı, yorumu, özeni farklıdır. Çevirmen metni doğrudan etkilediği için kitabı okuma sebebi olduğu kadar okumama sebebidir...
18 Ağustos 2016 13:40
1975 yılında yayımlanan ilk romanı Moreira’nın ardından bugüne kadar altmışın üzerinde roman, pek çok öykü ve denemeler yazan çağdaş Arjantin edebiyatının üretken yazarı César Aira, ayrıca onlarca kitabın çevirmenliğini ve editörlüğünü de üstlendi. Eserleri İngilizcede de ancak 2000’li yıllardan sonra ilgi görmeye başlayan Aira’nın Türkçede yayımlanan ilk romanı, Flores Geceleri (2013) oldu. Onu hemen ardından Seyyah Ressamın Yaşamından Bir Kesit (2014) ve Nasıl Rahibe Oldum (2015) izledi. “Kolay okunan ama zor yorumlanan” bu önemli yazarın romanları Emrah İmre tarafından Türkçeye çevrildi ve Can Yayınları etiketiyle okurla buluştu. Auckland Üniversitesi’nde Dilbilim ve Karşılaştırmalı Edebiyat eğitimi alan çevirmen Emrah İmre, bugüne kadar İngilizceden, İspanyolcadan, Fransızcadan ve Portekizceden çeviriler yaptı. José Saramago’nun Kopyalanmış Adam, Lizbon Kuşatmasının Tarihi, Ölümlü Nesneleri’nden Gabriel García Márquez’in Mavi Köpeğin Gözleri’ne, Gilbert Adair’in Şenlikli Bir Cinayet’ine, Daniel Galera’nın Kana Bulanmış Sakal’ından Paulo Coelho’nun Aldatmak romanına, Carlos Fuentes’in Cennet’teki Adem’ine, Luis Sepulveda’nın Aşk Romanları Okuyan İhtiyar’ına kadar pek çok eseri Türkçeye kazandırdı. Halen edebi çevirmenlik ve editörlük yapan ve yaşamını Brezilya’da sürdüren Emrah İmre’yle internet üzerinden bir araya geldik ve Aira’nın Türkçede en son yayımlanmış romanı Nasıl Rahibe Oldum’un özelinde ilerleyerek yazarın üslubunu, dilini ve romanlarındaki anlatımını, Arjantin edebiyatında öne çıkan yazarları, edebiyat çevirmenliğinin zorlu taraflarını ve Arjantin edebiyatının henüz Türkçeye çevrilmemiş yazarlarını konuştuk.
César Aira’nın Türkçeye çevrilen son romanından başlayalım. Nasıl Rahibe Oldum’u ilk okuduğunuzda ne hissetmiştiniz. Bu kitabın çevirisini yapmak nasıl bir tecrübeydi?
Nasıl Rahibe Oldum’u ilk okuduğumda her César Aira kitabında olduğu gibi biraz şaşırmıştım. Aira yapısal hokkabazlıklara pek girişmiyor. Geleneksel öykü kalıplarından fazla sapmayan kalıplar üzerine yeni öyküler kuruyor. Ama bu kalıpların içinde gerçekliği öyle çok esnetiyor, unsurların yerlerini öyle çok değiştiriyor ki bir noktadan sonra nereye gideceğini tahmin etmek imkânsızlaşıyor. Her kitabı, kurallarını kendisinin de okurla birlikte keşfetmeye çalıştığı bir oyun gibi. Bu çevirdiğim üçüncü Aira kitabı olduğundan belki daha hazırlıklıydım, çeviri süreci sancılı olmadı, aklıma takılan kısımların üzerinden tekrar geçme fırsatı bulabildim.
Etrafındaki herkesin erkek sandığı ama kendisini kız hisseden bir çocuğun gözünden okuyoruz hikâyeyi. Biraz anlatır mısınız?
Kitabın anlatıcısı daha ilk paragrafta okura nasıl rahibe olduğunun hikâyesini anlatacağını vaat ediyor ve anlatmaya çocukluğundan başlıyor. Okudukça bu çocuğun isminin César Aira olduğunu, okura kız olduğunu söylese de başkaları tarafından erkek olarak görüldüğünü anlıyoruz. Yani anlatıcı olarak pek güvenilir olmadığını daha ilk başlardan belli ediyor. Babası, küçük César Aira’yı hayatında ilk kez dondurma yemeye götürüyor ve dondurma siyanürlü çıkınca olaylar beklenmedik bir biçimde gelişiyor. Kitabın her bölümü, kahramanın hastane, okul, hapishane, ev, sokak, otobüs gibi farklı ortamlarda başından (ve hayalinden) geçenleri anlattığı, olanları anlamlandırmaya çalıştığı kesitlerden oluşuyor. Bir yerlerde “dadaist masal” diye tanımlanmıştı, bildiğim kadarıyla Aira’nın da hoşuna giden bir tanım bu.
Romanda anlatıcı çocuğun cinsiyeti belli değil. Türkçedeki sözcükler, sıfatlar ya da yüklemlerde de cinsiyet belli olmuyor. Bu açıdan anlatıcının cinsiyetsiz oluşunu Türkçede anlatmak bir kolaylık mı oldu yoksa Türkçe metinde bir kayba mı sebep oldu?
Aslında fazladan bir zorluk yaratmadı çünkü anlatıcının bu durumu vurguladığı yerler kitapta sayılıydı. Belki aşırı miktarda eril/dişil zamir kullanılsa daha farklı çözümler düşünmek gerekirdi ama orijinal metinde cinsiyet belirterek kullanılan çoğu ifade Türkçeye de anlam kaybı olmadan aktarılabiliyordu.
Bu romanı çevirirken sizi zorlayan cümleler, ifadeler oldu mu?
Özellikle zorlayan cümle ya da ifadeler aklıma gelmiyor. Gerçeküstüne kayan bazı kısımları doğru anlayıp aktardığıma emin olmak için birkaç kez üstünden geçmem gerektiğini söyleyebilirim.
Yazarın Seyyah Yaşamından Bir Kesit ve Flores Geceleri romanlarını da Türkçeye siz kazandırdınız. Aynı yazarın farklı eserlerini çevirirken ne tür farklılıklara rastladınız?
César Aira’nın öne çıkan yönlerinden biri eserlerindeki konu çeşitliliği. Mesela Nasıl Rahibe Oldum’la karşılaştırınca Seyyah Ressamın Yaşamından Bir Kesit bambaşka bir kitap, keza Flores Geceleri de öyle. Seyyah Ressamın Yaşamından Bir Kesit genel anlamda sanatı ve sanatçıyı konu alan bir kitapken Flores Geceleri’nin özünde siyaset, toplum ve toplumdaki değişimler var. Nasıl Rahibe Oldum ise edebiyata, anlatıya odaklanıyor; bunu yaparken okura pasif bir izleyici rolünün ötesinde, metne anlam bahşedecek bir güç veriyor. Birçok yazarın deneyip başarılı olamadığı, ya büsbütün anlamsızlığa gömüldüğü ya da yavanlığa kaydığı bu tarzı en iyi kotaranlardan biri bence Aira.
Genel olarak César Aira’nın üslubundan bahsedelim. Nasıl bir dili ve anlatımı var?
Aira’nın üslubu fazla iddialı sayılmaz. Kolay okunan ama zor yorumlanan bir yazar olduğu söylenebilir. Okura “ana konu” olarak sunduğu konudan bolca sapıyor ve bu sapmalar anlatısının hatırı sayılır bir bölümünü meydana getiriyor. Gerçeküstü kesitlere, ani dönüşlere sıklıkla rastlanıyor. Kitapları genelde kısa, 100-150 sayfa civarında. Senede ortalama bir kitap yazıyor. Doğaçlamayı andıran bir yaklaşıma sahip; yazdıklarının içeriğini ve yapısını sonradan fazla değiştirip düzeltmiyor. Sanat, kurmaca, estetik, anlatı, karakter, süreklilik gibi konulara bolca değiniyor. Yani bir anlamda edebiyatın özüne dair söyleyecek çok şeyi var. Okurken ve çevirirken en sevdiğim taraflarından biriyse kurguladığı çarpıcı sahneler. Mesela Seyyah Ressamın Yaşamından Bir Kesit’teki yıldırım çarpma sahnesi, Nasıl Rahibe Oldum’da anlatıcının kendini eve kilitlediği sahne; parçası oldukları eserden bağımsız birer kısa film gibiler.
Romanlarında basit, kolay anlaşılır bir dil kullanıyor ve kısa cümlelere yer veriyor. Bu dili Türkçeye aktarmanın zorlukları neler?
Evet, sonu gelmez cümleler kuran bir yazar sayılmaz, daha düz bir üsluba sahip. César Aira’yı aktarmanın asıl zorluğu bence yapısaldan ziyade kavramsal. Sözcüklere yüklediği çağrışımları, yakın anlamlı sözcükler arasında kurduğu ilişkileri, mecazlarını doğru olarak yorumlayabilmek, gerçeküstüne varan kısımlarda tutarlılığı elden kaçırmamak adına hep tetikte olmak gerekiyor.
Peki, Türkçenin yetmediği, “çevrilemez” dediğiniz ifadeler, anlatımlar oldu mu hiç?
Her dilin başka diller karşısında üstünlükleri ve yetersizlikleri var. “Çevrilememe” durumu belki daha çok belli bir kültüre özel söyleyiş şekilleri, terimler, argo ifadeler söz konusuyken geçerli. Hatırladığım kadarıyla Nasıl Rahibe Oldum’da ciddi anlam kaybına yol açacak böyle ifadelerle karşılaşmadım. Belli bir mekân ve zamanda geçse de hitap ettiği kitle açısından yerel bir kitap sayılmaz.
Bir metin türünden bir başka metin türüne ani geçişleri olan bir yazar César Aira. Genre’lar arasında kalıyor hikâyeleri. Bunun çeviriye yansıması nasıl oluyor?
Geçişleri belli bir üslup çerçevesinde yaptığı için pek sorun yarattığını düşünmüyorum. Yani çevirirken farklı bir yazara geçmiş gibi hissettirmiyor.
Çevirmenlik de yapan bir yazar César Aira. Sizce çevirmenlik geçmişi diline yansıyor mu?
Çevirilerini okumadığım için bir şey söylemem zor. Çeviri yapmak son derece yakın bir okuma gerektirdiği için çevirdiği eserler zihninde iz bırakmış olabilir tabii.
Arjantin edebiyatını konuşalım biraz da...
Sağlam bir okuma ve yazma kültürüne sahip olması bence Arjantin’in edebiyat konusunda sürekli gündemde kalmasının başlıca nedenlerinden. Küçük yayınevleri ve bağımsız kitapçılar açısından zengin bir ülke. Böylece ana akım piyasanın kalıplarına uymayan birçok eser okurla buluşma şansı yakalıyor.
En çok hangi yazarlar öne çıkıyor peki?
Arjantin edebiyatı dendiğinde Arjantin’de de dünyanın geri kalanında da ilk akla gelen herhalde Jorge Luis Borges. Ardından Julio Cortázar, Adolfo Bioy Casares, Ernesto Sabato, Luisa Valenzuela, Manuel Puig gibi isimler geliyor.
Konu ve/ veya tema olarak bir ortak noktaları var diyebilir miyiz?
Bu yazarların edebiyata bakışları, felsefe, psikoloji ve metafiziğe yakınlıklarının sonraki nesil yazarlar üzerinde de etkisi büyük. Avrupa edebiyatının, özellikle Fransa, İspanya ve İngiltere’den yazar ve düşünürlerin de Arjantin yazını üzerinde bariz etkileri mevcut. Kurmaca-gerçek ilişkisi, yazarla metin arasındaki mesafe, bellek, psikanaliz, tarih-mit çekişmesi gibi konuların yanında siyaset, toplum, adalet, geçmişle hesaplaşma gibi konulara bolca rastlanıyor.
Peki, henüz Türkçeye çevrilmeyen yazarlar hangileri?
Yukarıda bahsettiğim yazarların dahi Türkçeye çevrilmemiş birçok eseri var. Rodolfo Walsh, Osvaldo Soriano, Tomás Eloy Martínez gibi yazarlarsa bildiğim kadarıyla hiç çevrilmedi.
Bu eserlerdeki dil ve üsluba gelelim. Hangi biçemsel ve biçimsel özellikler öne çıkıyor?
Çok fazla yazar ve eser söz konusu olduğundan üslup açısından ortak bir nokta bulunduğunu söylemek zor. Ama öykü ve deneme gibi türlerin oldukça önemli bir yeri olduğu, hatta bazen romanın önüne geçtiği, hemen her dönemde deneysel yaklaşıma kapının açık tutulduğu söylenebilir. Ama çeviri yaparken Arjantin İspanyolcası hakkında bilgi sahibi olmak elbette mecazları, kalıpları ve argo ifadeleri aktarabilmek açısından faydalı. Neticede dile ve dili konuşanların düşünme biçimlerine aşina olmak eserleri anlayıp yorumlayabilmek için gerekli.
Siz ne zaman çeviri yapmaya başladınız?
İlk çevirimi 2001’de aldım, basılan ilk çevirim 2002 başındaydı.
Hangi kitaptı?
6.45 yayınları için Michael Moorcock’un Elric serisinden bir kitaptı: Kara Kılıç’ın Laneti. Önceden okuyup sevdiğim bir yazar olduğundan bayıla bayıla çevirmiştim.
Peki, edebiyat çevirmeni olmanın zor taraflarından bahsedelim biraz da.
Elbette zorluklar her çevirmenin koşullarına göre değişir. İşlerini “edebiyat köleliği” diye tanımlayan çevirmenler az değil. Edebiyat çevirmenliği maaşlı bir iş olmadığı, adanmışlığa dayalı bir uğraş olarak görüldüğü için şikâyetler çoğunlukla arka plana itilir. Çevirmen olarak herhangi bir sosyal/mesleki güvencenizin bulunmaması herhalde en fenası. Kendi çalışma saatlerinizi kendiniz düzenlediğiniz için yoğun dönemlerde günde on iki saatin üstünde çalışmak olağan. Yalnız başına, belli bir disiplin içinde sıkılmadan çalışabilenlerin işi belki daha rahat.
Peki, sizi çeviri açısından en çok zorlayan roman/kitap hangisiydi?
Aslında her çeviri zor. Kötü yazılmış bir metinse, grameri dökülüyorsa, vs. kusurlarıyla aktaramayacağınız için toparlama işi üstünüze yıkılıyor, iyi yazılmış bir metinse hakkıyla aktarabilmek adına her adımınızı daha fazla sorguluyorsunuz. Ne de olsa çevirdiğiniz her ifadenin, her sözcüğün ve cümlenin ardında bir karar süreci yatıyor.
Zorlandığınız çevirilere dönelim.
Yakın zamanda çevirdiğim romanlar arasında beni en zorlayan Saramago’nun Lizbon Kuşatmasının Tarihi olsa gerek. Saramago’nun yarım sayfalık cümlelerini çevirmek maalesef alıştıkça kolaylaşan bir şey değil. Lizbon Kuşatmasının Tarihi’ni çevirirken hem önceden bilmediğim bir tarih kesiti hem de hiç gitmediğim bir şehir hakkında epey bilgi edinmem gerekti. Ayrıca geçmiş ile şimdiki zamanın anlatıda sürekli yer değiştirmesi, birçok yapısal sorunu da beraberinde getirdi. Neticede okura yansımasa da çeviri sürecini ağırlaştıran türden zorluklar bunlar.
César Aira’nın yüze yakın kitabı var ama Türkçede yeni yeni bilinmeye başlıyor. Sizce bu gecikme neden kaynaklanıyor?
Türkiye’de birçok yayıncı İspanyolca gibi nispeten az bilinen dillerden yazar ve kitap seçerken İngilizce yayın ve kaynaklardan yararlanıyor. Şayet yazarın ismi bu kaynaklarda fazla geçmemiş veya övülmemişse yayınevlerinin ilgisini çekmeyebiliyor.
Bildiğim kadarıyla İngilizceye de çok geç çevrilmiş César Aira...
César Aira’nın İngilizceye ilk çevrilmesi ‘90’lar sonunda. Ama eserleri ancak 2006’da Seyyah Ressamın Yaşamından Bir Kesit’in çevrilmesinden sonra ilgi görmeye başlıyor. Son yıllarda hayli revaçta.
Emrah İmre, çeviri editörleriyle nasıl çalışır? Editörünüzle tartıştığınız ya da ortak çözümler bulduğunuz zamanlar oluyor mu? Örnek vermeniz mümkün müdür?
Bazı yayınevlerinde editörle daha çevirinizi aldığınız andan itibaren iletişim halindesiniz, bazılarında redaksiyonun ardından haberleşiyorsunuz, bazılarındaysa sadece metne eklediğiniz notlar üzerinden konuşuyorsunuz. Editör de metne çevirmenle birlikte kafa yorduğu takdirde çevirinin kalitesi mutlaka artıyor. Metin okura ulaşana dek ne kadar çok profesyonelin göz ve zihin filtresinden geçerse o kadar iyi. Uzun uzadıya bağlam vermeden örneklendirmek kolay değil ama editörlerle ortak çözümler bulunan konular teknik de olabiliyor (örneğin bir eserde “Senyor” yerine “Bey” kullanılması), anlama ve yoruma dayalı da (örneğin başka bir eserde “Senyor” kullanımının, karakterler arasındaki sınıfsal farkı daha fazla vurguladığı için tercih edilmesi).
Peki, César Aira’nın kitaplarını çevirirken yazarla iletişime geçme ihtiyacı duydunuz mu hiç?
Orijinal metinde yazardan başka kimsenin çözemeyeceği hatalar veya muğlaklıklar olduğunu hissettiğim durumlar haricinde pek duyduğum bir ihtiyaç değil. César Aira çevirileri sırasında da duymadım. Yazarı daha iyi kavramak adına hem başka kitaplarını ve röportajlarını hem de eserleri üzerine yazılmış kimi akademik makaleleri okudum.
Geçtiğimiz yıl aralık ayında verilen Talât Sait Halman Ödülü’nün töreninde Doğan Hızlan, yayıncılardan çevirmenlerin ismini kitap kapağına yazmalarını rica etti. Sizin bu konudaki düşüncelerinizi de öğrenmek isterim.
Her çevirmenin metne yaklaşımı, yorumu, özeni farklıdır. Çevirmen metni doğrudan etkilediği için kitabı okuma sebebi olduğu kadar okumama sebebidir. Her şeyden önce bir okur olarak kitap seçerken çevirmenin ismini kapakta görmek isterim.
Sırada hangi eserler var?
Sırada birkaç Bolaño ve bir Saramago var, bir de Gabriel García Márquez hakkında bir kitap. Arada yeni kuşak Arjantinli öykücüler arasında en beğendiklerimden Samanta Schweblin’in öykülerini çevirmek istiyorum. Ardından dördüncü César Aira çevirisi gelecek.
Peki şu an Emrah İmre’nin çalışma masasında hangi kitaplar var?
Önümde kitap kulelerini yükseltmek pek hoşuma gitmediğinden masamda sadece üstünde çalışmakta olduğum kitapları tutuyorum. Şu anda, bir önceki soruda bahsettiklerime ek olarak, çevirsem de son okumasına bir türlü vakit bulamadığım bir Woolf ile yayına hazırladığım bir Fuentes var. Bir de Hulki Aktunç’un Büyük Argo Sözlüğü.