Eksik liste: Salgın ve anlatı

“COVID-19 günlerinde, en azından başlangıçta, bolca gürültü vardı; bilgi kirliliği. Çinlilere yönelen ırkçılık ve yorumunu analistlere bırakmamız gereken hayret verici bir tuvalet kâğıdı ihtiyacı vardı. Sorular vardı ama yanıtlar henüz yoktu. Sosyal medyada dolaşan tavsiyeler ve tecrübe anlatıları vardı ama korkular, kaygılar ve hezeyanlar daha çok yalnızlıkta, sessizlikte büyüyordu.”

26 Mart 2020 15:00

Bugünlerin hikâyesi nasıl anlatılır? Yaşamlarının doğallaşmış akışına sekte vurulmuştu ve başlangıçta bilinmezlik vardı diye söze başlasak? Sahi, en başında ne vardı, nereden başlamalı?

Bir dökümle başlayalım: İnsanların ilk defa karşılaştığı bir virüs vardı ve dünyanın hemen her köşesini sarmıştı; geç atılmış adımlar ya da erken alınmış kararlar, tedbirler, öngörüler vardı; bireysel ve toplumsal zaaflar vardı. Telkinler doğrultusunda evlerine kapananlar ve bunu yapmayan ya da yapamayanlar vardı ve sürünün kaderi birbirine bağlıydı, ama kimileri kendi gerçekliğine, kendi ihtiyaçlarına saplanıp kalmıştı. Birileri, zamanı “verimli” kullanmayı önemseyen birileri bize Shakespeare’in en muhteşem eserlerini karantina günlerinde yazdığını anımsatan twit’ler atıyor, evden çıkmayacak kadar şanslı ve ayrıcalıklı olan fakat can sıkıntısı illetinden mustarip kesim, bu zaman dilimini “en iyi” şekilde kullanarak okumadığı kitapları okumaya ya da en azından mutfağa girip kek yapmaya hevesleniyordu, veya belki de henüz yazılmamış o 21. yüzyıl klasiğini yazmaya…

COVID-19 günlerinde, en azından başlangıçta, bolca gürültü vardı; bilgi kirliliği. Çinlilere yönelen ırkçılık ve yorumunu analistlere bırakmamız gereken hayret verici bir tuvalet kâğıdı ihtiyacı vardı. Sorular vardı ama yanıtlar henüz yoktu. Sosyal medyada dolaşan tavsiyeler ve tecrübe anlatıları vardı ama korkular, kaygılar ve hezeyanlar daha çok yalnızlıkta, sessizlikte büyüyordu.

Başlangıçta bireylere dair hikâyeler vardı: Güney Kore’deki salgının en önemli aktörlerinden 31. hasta, Fransa’da kayağa gidip kaldığı şalede herkesi enfekte eden süper-bulaştırıcı ya da Wuhan’da yetkilileri uyarmaya çalışan ama sesi bastırılan ve akciğerleri iflas ederken bir video ile dünyaya veda eden kahraman doktor… Sonra sayılar arttıkça bireysel hikâyeler yerlerini istatistiklere bıraktı; bize haritalardan takip edilen küçük kırmızı noktalar, gece vakti güncellenen sayılar, eğriler ve grafik çizimler kaldı. Termal kameralar, yasaklar, ekonomik kaygılar...

Kurban olmakla kalmayıp katil de olabileceğimizi hatırlatarak kanımızı donduran, bizi uyaran mesajlar; tuzlu suyla gargara, kelle paça, türlü safsata. Kehanetlere sarılma, yalan haber yayma, düzmece olduğu gayet belli olsa da shop’lanmış sayfa görselleri paylaşıp yıllar önce yazılmış bir roman bunları öngörmüş deme ihtiyacı vardı; bize bir şey olmazcılar, ne olacaksa olsuncular, biz zaten ölmüşüzcüler, kaderde varsa olur diyenler ya da bu nasıl olur, “bu devirde,” sanki her şey mükemmelen işliyormuş gibi böyle bir şey olabilir mi diyenler…

Aynaya bakma zamanıydı ama kafa dağıtma gereksinimi daha baskındı. Başlangıcı böyleydi; tuhaf, tekinsiz. Evlerine kapanmış birileri vardı ama birileri çalışmak zorundaydı; boşalan rafların dolmasını sağlayan eller vardı. Adil olmayan bir şeyler vardı; özel jetleriyle yeraltı sığınaklarına kaçan ünlüler ve gemisini kurtaran kaptanlarla onlar kadar becerikli ya da şanslı olamayacak diğer faniler… Eşit olmayan pek çok şey vardı, bir de ucunda bir ihtimal ölüm vardı. Hastalar ve diğerleri vardı; yaşlılar diye, yeni icat edilmiş bir bağlam vardı... Kültürel farklar ve aynı illete karşı gelişen değişik yanıtlar, arayışlar, teoriler vardı. TikTok paylaşımları, yalan haberler ve eldivenlerle maskeler vardı. Listeler vardı; evdeyken okunacak filmler, kitaplar, virüsün yüzeylerdeki yaşam süresine dair tezler, el yıkarken söylenecek şarkılar… Salgınlara, hastalıklara dair yazılmış kurmaca ve kurmaca dışı metinler vardı; onlar yeni değildi, zaten oradaydı.

Carmen Maria Machado, 2017 tarihli Her Body and Other Parties’de yer alan "Inventory" (Döküm) öyküsünde beraber olduğu partnerlerin dökümünü çıkaran bir kahramana odaklanıyor ve arka plana bir salgını alıyordu; medeniyetin silinmek üzere olduğu bir kırılma anıydı bu ve kahraman, düzeni en basit unsurlarından biriyle, listeyle yeniden tesis etmeye çabalıyor, bu devasa yalnızlık anında koca bir yaşama sığmış ilişkilerin listesiyle teselli buluyordu:

“Listeler düzen sağlar. Büyük bir travma tecrübe eden birinin bu travmayı tanzime çalışması gayet akla yatkın. Listeler kontrolü yeniden ele almanın yoludur, parçaları size uygun gelecek şekilde birleştirme yöntemi. Buradaki ironi bunun kontrole dair bir yanılsamadan ibaret olması. Dünyada en son kalan insan sensen eğer, başın dertte demektir. Dünya bitmiş. Tek başınasın. Ama yine de ruhunun bir parçasını bir listeye yerleştirebiliyorsun.” [1]

Kolektif ruhumuzdan parçalar vardı.

Carmen Maria Machado'nun Her Body and Other Parties adlı çok sayıda ödül almış kitabı, Nebula Kitap tarafından yayın listesine alınmış. Machado'nun öyküleri, Özden Arıkan çevirisiyle yayımlanacak.

Gazap Üzümleri Büyük Buhran’ın sonrasında yazılmıştı, Don Quixote engizisyonun eseriydi, kolera Camus’ye Veba için ilham vermişti,[2] peki bu COVID-19 günlerini kim, nasıl yazacaktı? Sloane Crosley, bu dönemden bir roman çıkarma olasılığını ele alıyor ve yazarların, herkes gibi, hayattan sağ çıkmak için onu damıtmaya mecbur olduklarını söylüyordu. Böylesi ortak bir tecrübenin edebiyata özgün bir biçimde yansıma olasılıklarına dair pek umutlu değildi ama Crosley; herkesin malzemesi aynı olursa yazılacak şeyler birbirinden nasıl ayrışacak diye soruyordu… Crosley’e göre sorunlardan bir diğeri de, “Ben” diye cümle kurmaya alışkın kuşaklar için öznesi “Biz” olan bir hikâye kurgulamanın zorluğuydu.[3] Ben çağında biz demeyi gerektiren bir acil durum vardı.

Amerika Birleşik Devletleri’nin başkanı, salgına yol açan virüsten “yabancı virüs,” diye bahsediyordu basın açıklamalarında, daha sonrasında “Çin virüsü” de diyecekti. Susan Sontag, AIDS ve Metaforları’nda Mary Douglas’ın Saflık ve Tehlike’sine atıfta bulunarak –AIDS bağlamında– hastalığı yabancı kılmaya, dışarıdan geldiğini vurgulamaya yönelik eğilimin başlangıçlarını ele alıyordu; 15. Yüzyılda Avrupa’yı kasıp kavuran ve cinsel yolla bulaştığı için stigma taşıyan sifilis, örneğin, İngilizler tarafından Fransız hastalığı diye adlandırılmıştı, Çinliler buna Japon hastalığı derken Floransa, Napoli hastalığı demeyi seçmişti.[4] Bununla sınırlı değildi tabii, MERS’ten Zika’ya, İspanyol gribine pek çok virüs ve/veya yol açtığı hastalık, adını çıkış noktaları oldukları varsayılan yerlerden almıştı; oysa Dünya Sağlık Örgütü, COVİD-19 adı verilen hastalığı Wuhan ile bağdaştırmanın hem yanlış hem de yanıltıcı olduğunu belirtiyordu.

Hastalıklar söz konusu olduğunda kriz başlıyor, krizler sırasında husumet ortaya çıkıyor, günah keçileri aranıyor, savaş metaforları şaha kalkarken ırkçı söylemler ve yabancı düşmanlığı olağanlaşıyordu. Wuhan’da insanlar evlere kapanır, hayat dururken dünyanın geri kalanının olan bitene seyirci kalmasında, bunun her yana sıçrayacağını öngörüp anında harekete geçmemesinde belki de bunun, bu yabancılık mesafesinin de payı vardı.

2018’de yayımlanmış Ling Ma imzalı Severance, Candace Shen adlı ilk kuşak bir Amerika göçmeninin öyküsünü anlatıyordu; roman, Candace’ın New York şehrinde bir iş bulmasının akabinde Çin kökenli Shen humması adlı salgının yayılmasıyla herkesin kenti terk etmesini, medeniyetin çöküşünü konu alıyordu… Kentte eski yaşamlarına ait rutinlere saplanmış hummalı insanlar dışında kimse kalmamışken Candace işine gitmeyi ve New York Hayaleti adlı blog’unda kent fotoğrafları paylaşmayı sürdürüyordu. Hasta değildi, ama hasta olanlar, yani hummalılar nasıl hâlâ yürüyen ölüler misali sağlıklıyken yaptıkları işlere, rutinlere devam ediyorsa, Candace da kendi alışkanlıklarına ve işine sarılmıştı… Candace, bir yayınevinde İncil üretiminde koordinasyon sorumlusuydu ve üretimine katkıda bulunduğu kutsal kitaplar Çin’de üretilip ABD’de satılıyordu, salgın her şeyi silkeleyip sarsmadan önce. Candace’ın nihayet şehirden çıkıp bir grup insanla Tesis adı verilmiş bir Ortabatı AVM’sine yerleşmek ve medeniyeti yeniden kurmak üzere yola çıkış öyküsü, ailesinin ABD’ye göç öyküsüyle paralel biçimde ve beklenmedik dönemeçlerle ilerliyordu. Ling Ma, bir söyleşide, Asyalı-Amerikalı yazarların illa ki kendi çıkış noktalarına, kendi kimliklerine dair yazma konusunda baskı altında olduklarını söylemekle birlikte Severance’ın temelinde bir göçmen öyküsü olmadığını [5] vurgulamıştı; bu, bir kıyamet romanıydı ve göçmen anlatısı karakterin geri planını dokuyordu sadece, zira burada salgınla dengesini yitiren dünyada sağ kalan herkes birer göçmene dönüşüyor, yeni bir yaşama başlamak için yollara düşüyordu. Göçmenlik, salgın ile birlikte ötekiyi damgalayan bir statü olmaktan çıkıyor, ortam sağ kalanlar ve hummalılar ya da ölüler ve diriler dışındaki ayrımları geçersiz kılıyordu. Severance’da hummaya yol açan şey bir virüs değil, bir mantar enfeksiyonuydu. Hastalar, sağlıklıyken sürdürdükleri çalışma düzenlerine tutunuyorlardı; direksiyonun başında oturan hummalı bir otobüs şoförü, çalıştığı binanın önüne gelip dikilen ve içinde yaşam namına hiçbir şey barınmayan bir güvenlik görevlisi; ocakta kaynayıp duran kahvesi, kapanmayan televizyonuyla komşu kadın; eski halleri gibiydi adeta fakat hastaydı hepsi… Marazlı olan bir şey varsa eğer, rutinleri ve motifleri ile tüketim kültürünün ta kendisiydi:

“Titrek bir sesle, açıkça görebildiğini söyledi, geleceği görebildiğini. Gelecekte katlanarak artan kiralar var. Daha çok apartman dairesi, dünyadaki elit kesimin paravan şirketlerinin satın aldığı lüks evler. Gelecekte daha fazla süpermarket var, plastik kutularda satılan doğranmış meyveler. Gelecekte daha çok Urban Outfitters, daha çok Sephora, daha çok Chipotles var. Geleceğe daha çok tüketici gerek sadece (…)” [6]

Sosyal mesafelenme tavsiyeleri yankılanmaya başladığında Shakespeare’in Kral Lear’i bir salgın sırasında yazdığı iddiası yürüdü, bu iddia, evinin duvarları arasına sığmayanlar için ilham kaynağı olsa gerekti ki sosyal medyada epey dolandı, gazetelere kadar indi.[7] 2014 tarihli salgın romanı Station Eleven da bir Kral Leartemsiliyle açılıyordu ve Gürcistan gribi adlı yeni bir hastalık saatler içerisinde dünyayı sararken oyunun bir perdesinden diğerine yaşamlar kökten değişiyordu. Emily St. John Mandel’in romanı, tıpkı Ling Ma’nın Severance’ı gibi, salgını salgın öncesi dünyaya geri dönüşler eşliğinde anlatıyor, travma ve hafıza ilişkisini irdeliyordu. Severance nasıl bir son romanıysa, bildiğimiz dünyanın sonunu betimleyen Station Eleven da bir sağ kalım anlatısıydı… Shakespeare sahneleyen gezgin bir tiyatro grubuna odaklanan romanda, Kral Lear’den değil de bir Uzay Yolu referansından ilhamla, “Çünkü sağ kalmak yetmez,” sloganıyla sanatlarını icra eden insanlar çıkıyordu karşımıza, kaynakları tükenmiş bir ortamda, salgının yirmi yıl sonrasında… Sanayinin bittiği, internetin ve sosyal medyanın olmadığı bir dünyaydı bu, sunduklarıyla değil, sunamadıklarıyla tanımlanan bir dünya. Burada olmayanlar Eksik Liste başlıklı bölümde sıralanıyordu:

“Zemini yeşil ışıklarla aydınlatılmış klorlu havuzlara dalmak yok artık. Kocaman stadyum ışıklarının altında oynanan maçlar yok. Yaz gecelerinde önlerinde güvelerin uçuştuğu veranda ışıkları yok. Şehir yüzeylerinin altında, elektrik hattı üzerinde gidip gelen trenler yok. Şehirler yok. (…)” [8]

Bu romanın belkemiği bitik bir dünyada icra edilen sanattı, fakat Emily St. John Mandel de, bir söyleşide, topluca deneyimlenen COVID-19 gibi bir fenomenin yaratıcılığı nasıl tetikleyeceği sorulduğunda tıpkı Sloane Crosley gibi çekimser kalmıştı:

“Karşılaşacağımız güçlük şu, herkesin (beraberce) tecrübe ettiği bir şeye dair nasıl yazılır? Hepimiz kendi kabuğumuza çekildiğimiz hayatlar yaşıyoruz, sevdiklerimizle kendi kabuğumuza çekildiğimiz hayatlar veya, öyle umarım. Yani evet, zorlu olacaktır. Diğer coronavirüs romanlarına benzemeyecek bir coronavirüs romanı nasıl yazılır?” [9]

Biricik olma arzusu ve bu arzuyla çelişen ortak bir deneyim vardı.

Albert Camus’nun Veba’sı, Güney Kore’de, İtalya’da, İngiltere’de ve Fransa’da çoksatar olmuştu salgının Batı’da ilk şahlandığı dönemde; demek ki bugünün sorularına klasiklerde yanıt arayanlar vardı. Penguin klasikler serisinin editöryel direktörü Jess Harrison, Veba ve yeniden gündeme gelişi hakında, “Çoğu zaman İkinci Dünya Savaşı sırasında Fransa’nın Naziler tarafından işgalini konu alan bir alegori olarak değerlendirilse de, içinde olduğumuz kültürel ânı daha iyi anlatan bir başka kitap olamaz,”[10] diyordu.

İçinde olduğumuz bir an vardı, hikâyesi yarımdı henüz, sonrası vardı.


[1] Bergman, Rebekah. “Alone and At The Edge of Everything: A Conversation with Carmen Maria Machado.” Electric Literature, 22 Ekim 2015.  

[2] Crosley, Sloane. “Someday We Will Look Back On All Of This And Write a Novel.” The New York Times, 17 Mart 2020.

[3] Crosley, Sloane. “Someday We Will Look Back On All Of This And Write a Novel.” The New York Times, 17 Mart 2020.

[4] Sontag, Susan. Illness as Metaphor and AIDS and its Metaphors. Picador, 2001,  s. 121.

[5] Day, Madeline. “Apocalyptic Office Novel: An Interview with Ling Ma,”  Paris Review, 22 Ağustos 2018.

[6] Ma, Ling. Severance. s. 13.

[7] Dickinson, Andrew. “Shakespeare in Lockdown: Did He Write King Lear in Plague Quarantine?” The Guardian, 22 Mart 2020.

[8] St. John Mandel, Emily. Station Eleven. s. 41.

[9] St. John Mandel, Emily. “In The Glass Hotel, Emily St. John Mandel Asks: How Many Chances Do We Get?” Scott Simon ile NPR söyleşisi. 21 Mart 2020. 

[10] Flood, Alison. “Publishers Report Sales Boom in Books about Fictional Epidemics,” The Guardian, 5 Mart 2020.

 

GİRİŞ RESMİ:

 

Corona virus salgınının başlarında, enfekte olmuş yolcuların bulunduğu Diamond Princess adlı gemiden tahliye edilerek karantinaya götürülen ABD vatandaşları.