Kitapları ve yazarları birtakım yasalarda yer alan “Genel Ahlaka Aykırı Suçlar” başlığı altındaki suçlara göre değil; okur gözüyle iyi veya kötü yazıldığına göre değerlendirmek istiyoruz
05 Mayıs 2016 17:22
Denilen doğruysa, Stendhal, üslubunun yalınlığı ve duruluğundan etkilenmek için her gün, Code Napoléon olarak da bilinen Fransız Medeni Kanunu’nu okurmuş. Mevcut yasaların dilleri düşünüldüğünde Türkiye’deki hukukçular ve edebiyatçıların kıskanacakları bir durum. Ama acaba hukukla edebiyatın kesişim noktaları bu topraklarda da yok mu? Sözgelimi Cemal Bâli Akal ve Yalçın Tosun’un hazırladıkları ve geçtiğimiz günlerde ikinci basımını yapan Edebiyat, Hukuk ve Sair Tuhaflıklar adlı kitapta edebiyat ve hukuk ilişkisi farklı yazarlarca değişik boyutlarıyla ele alınmakta. Benim de bu kitapta bir yazım yer alıyor. Fakat şunu söylemek gerek ki müstehcenlik gerekçesiyle yargılanan ve/veya yasaklanan edebiyat yapıtlarıyla ilgilenen biri olarak böylesi bir kitapta benim ele aldığım şey, bir ilişkiden ziyade bir çatışmadan, edebiyat ile hukukun çatışmasından ibaret (ki belirtmem gerek ki bu gerekçeyle yargılanmak için kitabın tamamının erotik bir yapıt olmasına bile gerek yok). Aslında düşününce, Code Napoléon’dan yoksun hukukçuların ve edebiyatçıların ülkesinde herhalde edebiyat-hukuk konusundaki muhtemel en verimli inceleme alanı hukukun edebiyata, yasa kitabının romana, şiir ya da öykü derlemesine karşı olduğu, edebiyatla hukukun çatıştığı alanın içinde olacaktır.
Kitaptaki yazıyı hazırladığım dönemde Türk Ceza Kanunu’nda (TCK) edebiyat sözcüğünün hiç geçip geçmediğini merak etmiştim. TCK’yı ihtiva eden bir PDF dosyasında yaptığım iki saniyelik bir otomatik tarama işlemi sonucunda edebiyat sözcüğünün geçmediğini gördüm. Fakat ikinci bir taramada ortaya çıktı ki “edebî” sıfatı tek bir yerde, müstehcenlik suçunun düzenlendiği 226. maddede geçmekteydi. Tombala! (Demek edebiyat ve hukukla aynı anda ilgilenen birisi daha iyi bir inceleme alanı seçemezmiş.) Eski TCK’da 426. maddede düzenlenen bu müstehcenlik suçu, 2005 yılında yürürlüğe giren yeni Türk Ceza Kanunu’nda da kendine yer buldu. Yeni kanunun “Genel Ahlaka Karşı Suçlar” başlığı altındaki 226. maddesine göre –tanımı ne eski kanunda ne de yeni kanunda yapılmış olan- müstehcenlik suçuna ilişkin hükümler bilimsel yapıtlarla, (çocuklara ulaşmamak koşuluyla) edebî ve sanatsal yapıtlara uygulanmayacaktır. Ama mesele gerçekten bu kadar basit mi? Yani, edebî yapıtlar bu madde kapsamı dışındadır, demekle gerçekten edebiyat dünyası derin bir oh çekebilir mi?
Şu zamana kadar müstehcenlik gerekçesiyle yargılanmış olan onlarca kitaptan bihaber olduğunuzu varsaysak bile, Türkiye’de hukuk sisteminin nasıl işlediği hakkında birazcık bilgilendirilmiş olan bir kişi işlerin bu kadar basit olmayacağını tahmin edebilecektir. Her şeyden önce neyin edebî, neyin edebî olmadığı gibi bir tespit yapmak gerekecektir. (Sanki müstehcenin ne olduğunun tanımını yapmayı başarabilmişiz gibi!) Türkiye’deki yargı sisteminde, bir şeyin varlığını yokluğunu tespit etmek gerektiğinde biz o “şey”i hemen bilirkişiye göndeririz. Biz, bu ülkede işleri böyle yürütürüz. Dolayısıyla gerek eski TCK döneminde gerekse yeni TCK döneminde yargının önüne bir kitap geldiğinde, savcı da bu kitabın “müstehcen” olduğunu söylediğinde, yargıç tarafından yapılan iş o kitabı incelenmek üzere bilirkişilere göndermektir. Tabii, kimi durumlarda devletin kendi resmî bilirkişilik kurumları da mevcuttur. Müstehcenlik söz konusu olduğunda bu kurumun adı Küçükleri Muzır Neşriyattan Koruma Kurulu’dur. Aşağıda, verdikleri raporlardan birinden aldığım bir kesitte ne kadar “yetkin” kimselerden oluştuğu görülecek olan bu kurul, neyin müstehcen olup olmadığına karar verdiği gibi neyin edebî olup olmadığına da karar verir. (Tabii şunu da söylemek gerek ki bu kurulda Diyanet İşleri Başkanlığı’ndan bir üye bulunmasına karşın edebiyat uzmanı bir üye yoktur.) Mikro düzeydeki bu örnekten bahsedecek olursak, verilen kararın sonunda, Kurul’un önüne gelen romanın müstehcen olduğuna ilişkin gerekçeler tek tek açıklandıktan sonra, şöyle denmiştir: “... Ayrıca kitabın estetik yapıdan uzak olduğu; [. . .] bayağı ve ustalıksız anlatım tarzlarına başvurul[duğu] müşahade edilmektedir.”
Bir kitabın edebî değerinin olup olmadığı konusunda –yargısal zorunluluklar bunu gerektirdiği için- herhangi bir bilirkişi heyetinin yahut birtakım savcıların, yargıçların, avukatların karar verebilmesiyle ilgili herhangi bir sorununuz yoksa, bir yere kadar bu kararı doğal karşılayabilirsiniz. Belki… Tabii, şunu da ifade etmekte yarar var: Muzır Kurul bu raporu hazırladıktan yalnızca iki yıl sonra hakkında rapor hazırlanan (hani şu bayağı ve ustalıksız dille yazılmış, estetik yapıdan uzak olduğu tespit edilen) Piyanist romanının yazarı Elfriede Jelinek Nobel Edebiyat Ödülü’ne layık görülmüştür.
Gerçi benim yukarıda “sansürleyerek” aktardığım Muzır Kurul raporunun ilgili paragrafının tamamını okursak, daha çok fikir vereceğini söyleyebiliriz: “Ayrıca kitabın estetik yapıdan uzak olduğu; zaman zaman argo ve amiyane tabirlere rastlandığı, bayağı ve ustalıksız anlatım tarzlarına başvurularak; bu tür eserler[d]e rastlanmayacak ölçülerde, tarihin belli bir dönemine medeniyeti ve ahlakıyla damgasını vuran Türk Milletinin kimliğinin aşağılandığı, şehvet düşkünü varlıklar olarak gösterilmeye çalışıldığı müşahade edilmektedir.” Görünen o ki yazarlar ve kitaplar yargılandıkları zaman iş dönüp dolaşıp yine aynı konulara çıkıyor. İster yargılanan 301. maddeden Orhan Pamuk olsun, isterse 226. maddeden Elfriede Jelinek’in Piyanist romanı…
Piyanist, müstehcenlikten yargılanan ne ilk romandır ne de son. Bugün okul müfredatında yer alan pek çok yazar bu sebeple yargılanmış, kitapları toplatılmıştır. Sözgelimi Hüseyin Rahmi Gürpınar’a, kendisinin yazdığı Mürebbiye romanı yüzünden dava açılır. Melih Cevdet Anday, Murat Tek adıyla yaptığı tefrika yüzünden müstehcenlik gerekçesiyle savcılığa ifade verir. Pınar Kür, Duygu Asena, Ahmet Altan, Rıfat Ilgaz, Can Yücel, Nedim Gürsel bir kalemde sayılabilecek, kitapları toplatılmış yazarlardır. Tek tek bu davaların hepsi farklı hikâyeler barındırmaktadır. Ama özellikle anmak istediğim davalardan biri, Henry Miller’ın Can Yayınları’ndan yayımlanan Oğlak Dönencesi romanına ilişkin. Kitap üç yıl süren bir yargılama sonucunda müstehcen bulunur. Ama burada yayıncılık dünyasının yaratıcılığı kendisini gösterir. 1985’te 39 yayınevi bir araya gelir ve romanın müstehcen bulunan bölümlerini boş bırakarak yayımlarlar. Fakat bunda bir hinlik vardır. Kitabın başına Muzır Kurul’un bilirkişi mütalaası, iddianame ve Can Yayınları’nın sahibi Erdal Öz’ün savunma metni eklenir. Dava dosyasının içinde de bulunan bu metinler, kitabın içindeki müstehcen bulunan kısımları ihtiva etmektedir. Dolayısıyla kitabın içinde yer alan sansürlenmiş kısmı, okurlar kitabın başına bakarak okuyabilmektedir. Mahkeme kararlarının aleniliği gereği buna karşı hukuken bir şey yapılamamaktadır. Nitekim 39 yayınevinin yeniden yayımladığı kitapla ilgili olarak açılan davada yayıncılar ilk celsede beraat ederler. Edebiyatın yaratıcılığı hukuk sistemini heklemiştir.
Daha yakın zamana geldiğimizde ise Sel Yayıncılık’tan çıkan William Burroughs’un Yumuşak Makine, Ayrıntı Yayınları’ndan çıkan Chuck Palahniuk’un Ölüm Pornosu adlı kitaplarının çevirmenleri Süha Sertabiboğlu ve Funda Uncu ile kitapların yayıncıları İrfan Sancı ve Hasan Basri Çıplak yargılanır. Burada önemle değinilmesi gereken bir husus Ölüm Pornosu’nun çevirmeni Funda Uncu’nun ifadesi alınması sırasında yaşadıklarıdır. “Ahlaksız” kitabın çevirmeni de ahlaksız olsa gerektir ve bu çevirmen bir de kadınsa eğer, dilde, tavırda da ona göre davranılması gerektiği düşünülür, çevirmen polisin sözlü ve imalı tacizlerine uğrar.
Tabii şunu da söylemek gerekir ki Türkiye’deki yayıncılarda hiç akıl yoktur! Sanki bunca olay olmamış gibi kimi yayınevleri erotik edebiyatla ilgili özel diziler hazırlar. Sel Yayıncılık’ın CinSel Kitaplar dizisi böyledir ve daha dizinin adından dolayı hemen savcıların dikkatini çeken yayınevinin pek çok kitabı hakkında soruşturma açılır, daha sonra bu soruşturmalardan bir kısmı davaya dönüşür. CinSel Kitaplar dizisinden çıkan başka diğer kitapların yanında İsmail Yerguz’un çevirdiği Guillaume Apollinaire’in Genç Bir Don Juan’ın Maceraları hakkında önce beraat kararı verilir ancak daha sonra Yargıtay bu kararı bozar. Bozma gerekçesi oldukça ilginçtir. TCK’nın 226. maddesi gereğince edebî eserler bu madde hükümleri dışındadır, doğru, ancak bu durum müstehcen materyalin üretiminde çocuk kullanılmaması şartıyladır. Genç Bir Don Juan’ın Maceraları’ndaysa anlatıcı karakter 18 yaşından küçük, yani çocuktur! Yargıtay’a göre romanın içinde etten kemikten değil de sözcüklerden ibaret kurmaca bir karakterin olması o kitabın üretiminde çocuğun kullanıldığını göstermektedir. Gerçekte öyle bir çocuğun olmadığı, yalnızca yazarın zihninde olduğu ve böylesi bir gerekçeyle çevirmene ve yayıncıya ceza vermenin, Raskolnikov’un işlediği cinayetler yüzünden Suç ve Ceza’nın çevirmeni ile yayıncısına insan öldürmeye azmettirmekten ceza vermekten farksız olacağı yönündeki savunmalar dikkate alınmaz.
Aslında bu davadan daha önce Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, Apollinaire’in bir başka kitabı olan On Bir Bin Kırbaç Darbesi romanı gerekçesiyle Akdaş v. Türkiye kararında, Türkiye’nin, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin ifade özgürlüğü hakkına ilişkin 10. maddesini ihlal ettiğine karar verir. Bu kararda dikkat çeken şey şudur ki mahkeme, kararını, söz konusu eserin Avrupa’nın edebiyat mirasının bir parçası olduğuna, yazılmasının üstünden yüz yılı aşkın bir süre geçtiğine ve demokratik bir toplumda böyle bir cezanın verilmesine gerek olmadığına dayandırır. Burada AİHM’in kararına da bir şerh koymak gerek. Acaba söz konusu kitap, Avrupa’nın edebiyat mirasının bir parçası olmuş yüz küsur senelik bir yapıt değil de günümüzde yazılmış ve kötü edebiyat yapıtı diyeceğimiz türden bir kitap olsaydı, ifade özgürlüğü hakkından yararlanamayacak mıydı?
Bütün bu yukarıda adı anılanlar, TCK’nın 226. maddesi yüzünden yargılanan onlarca kitaptan –ki bir kısmı artık erotik yazının klasikleşmiş yapıtlarıdır; bir kısmının içeriğiyse bugün artık son derece masum kabul edilir- yazar, yayıncı ve çevirmenden yalnızca bir kısmına ilişkin bir özetten ibaret. Bütün bu kitaplar, yargılama aşamasında başta Küçükleri Muzır Neşriyattan Koruma Kurulu olmak üzere çeşitli hukukçu ve akademisyen bilirkişilerce incelenir. Kendisine başvurulanlar içinde edebiyat fakültesinde akademisyen olanların da olduğu kimi bilirkişiler “Bu kitap ailecek okunacak nitelikte bir kitap değildir,” türünden raporlar hazırlar. Tabii bu sayede edebiyat uzmanı söz konusu akademisyenlerin kitap okuma eylemini ailecek kolektif bir biçimde icra ettiklerini öğrenince benim gibi pek çok kişinin zihninin aydınlandığını da ilave etmeliyim. Ancak bütün bu bilirkişilerin ve yargının düştüğü hal bir yana konursa meselenin şu boyutuyla hemen hiç tartışılmadığı bir vakıadır: Bizim böyle bir yasa hükmüne gerçekten ihtiyacımız var mı? Zamanında Hüseyin Rahmi Gürpınar ve Melih Cevdet Anday gibi bugün ders kitaplarında yer etmiş yazar ve şairlerin bile, artık klasik olmuş yazarlarımızın bile paçalarını kurtaramadığı bir suçtan söz ediyoruz. “Müstehcen”in yasa metninde herhangi bir tanımı yapılmamıştır. Yargıtay’ın bu konudaki içtihatlarında “Cezalandırılması gereken pornografi[k]tir, erotik olansa cinsel seviye ilişkin estetik bir kavramdır” türünden ifadeler geçiyor. Ancak neyin erotik, neyin pornografik olduğu da meçhul. Hem sonra bir kitabın ya da bir videonun, bir internet sitesinin sadece pornografik olması, o kitabın, videonun, sitenin cezalandırılması için yeterli midir? Peki ya bir sanatçı yahut o sanatçının izleyicisi, eleştirmeni, okuru, sanatçının yapıtını pornografik olarak tanımlayıp aynı zamanda onu bir sanat yapıtı olarak takdir edemez mi? Pornografik sanat olamaz mı yahut bırakın sanat yapıtı olmayı, salt cinsel tatminden başka hiçbir işe yaramayan bir videonun -hiçbir cinsel saldırı, istismar vb. unsur barındırmadığını varsayarsak- sadece bu sebeple cezalandırılması ne kadar gereklidir?
Çocukları cinsel istismardan koruyamayan, çocukların cinsel ve psikolojik gelişimlerini, fiziksel ve ruhsal bütünlüklerini koruyamayan devlet, çocukların ahlakını korumaya soyunuyor. Bir başka deyişle devlet, çocukları, çocukların okumadıkları kitaplardan korumaya çalışıyor. Bunu yaparken de yetişkinlerin özel hayatlarına, neyi izleyip izleyemeyeceklerine, neyi okuyup okuyamayacaklarına, neye bakıp bakamayacaklarına, neyi yazıp yazamayacaklarına müdahale ediyor. Çoğu kere Mark Twain’e atfedilen ama asıl kaynağı bilinmeyen bir söz vardır: “Sansür, yetişkin birine sırf bebekler çiğneyemiyor diye biftek yiyemeyeceğini söylemektir.” Şu halde bir çocuk Marquis de Sade veya Apollinaire yahut Enderunlu Fazıl okuyamaz diye bir yetişkini bunlardan alıkoymak da aynı derecede abes değil mi? Söz konusu olan erotik edebiyat, müstehcenlik, sansür, yasaklar gibi konular olduğunda çoğu kere edebiyatçıların özdeyişlerine sığınıyorum. Yapıtları müstehcen bulunup kınanan, yasaklanan, mahkûm edilen pek çok yazar olduğu için bu tür özdeyişler de aynı derecede bir zenginlik içeriyor. Kendisi de müstehcenlik suçlamasından nasibini alan Oscar Wilde şöyle der: “Ahlaka uygun ya da ahlaksız kitap diye bir şey yoktur. Bir kitap ya iyi yazılmıştır ya kötü, hepsi bu.” Erotik edebiyatı değerlendirken de istediğimiz tam olarak bu. Kitapları ve yazarları birtakım yasalarda yer alan “Genel Ahlaka Aykırı Suçlar” başlığı altındaki suçlara göre değil; okur gözüyle iyi veya kötü yazıldığına göre değerlendirmek istiyoruz. Kötü yazılmış bir kitabı da yargılayacak olanın yine birtakım yargıçlar, savcılar, bilirkişiler, kurullar olmadığını akılda tutarak...