Umberto Eco yedinci romanı Sıfır Sayı’da çok şey söylüyor ama bir roman çatısı kuramıyor. Romanın ağırlık noktası palas pandıras değişiyor...
03 Aralık 2015 13:30
Kuşku, özgürleştirir. Gerçekle yalan sarmalında algıları yordamıyla yol almaya mahkûm olduğundan beri, insan kuşkularına tutunuyor.
Ne var ki, kuşku dediğin de hikmetinden sual olunmaz, her derde deva bir mucize değil nihayetinde. Kararsızlık ile bütün tereddütlerin kendini doğruladığı paranoya arasında bir uzun yol; vesvese deyip geçebilir de insan, sanrılarla örülü bir tuzağın içine de düşebilir, bunu seçebilir.
Kuşkularını seçer insan zira. “Bir ömür boyu…” diye başlayan sözler verdiğinizde samimiyetinizden zerre kadar şüphe duymayan sevgili, bir cevapsız aramadan işkillenip Ölümcül Cazibe senaryoları kurabilir zihninde. Bilime körü körüne inanmayı da yeğleyebilir insan, aspirinin kâh faydalı kâh zararlı ilan edilmesini mesele edinebilir de. İnancını tazeleyebilir, yıkabilir bütün kutsallarını.
Umberto Eco’nun, bir coğrafya kitabında diyelim ki falezle tombolo arasındaki farkları anlatan bir pasajdan daha az dramatik aksiyon içeren son romanı Sıfır Sayı’daki karakterlerin ana yörüngesini de kuşku belirliyor kanımca. Kuşkuyla benliğini kuruyor karakterler ve yine kuşkunun kıskacında dağılıyor hayatları.
Sıfır Sayı, “pek de müthiş bir hayat” sürmeyen 50 yaşındaki Colonna’nın aldığı bir iş teklifiyle gelişen olayları anlatıyor. Yıl 1992. Gazetecilikle en içli dışlı olduğu anlar taşra gazetelerine “kasaba tiyatrolarının gösterileri, turne için gelmiş kumpanyaların seyirlikleri” hakkında ufak tefek eleştiriler karalamaktan ibaret Colonna, Milano’da yeni kurulan Yarın gazetesine “yazı işleri sorumlusu ya da benzeri bir şey” olacaktır.
Yarın, haber yapmayacak, haber üretecek; “yarın olabilecek şeylerden” söz edecektir. Bir yıl boyunca bu yeni gazetenin “sıfır sayı”larını, yani prova baskılarını hazırlayacak ekibi yöneten Simei’nin Colonna’dan beklentileri ise bununla sınırlı değildir. “Kaybeden” Colonna okura hiç ulaşmayacak bu gazetenin bir yıllık hazırlanma sürecini anlatan bir kitabın gölge yazarlığını üstlenecektir aynı zamanda.
Kısaca “Commendatore” olarak anılan ve Adriyatik kıyısında onlarca otelin, yerel bir iki televizyon kanalının ve yirmi kadar yayının sahibi olan Commendator Vimercate, “finansman dünyasının, bankaların ve hatta büyük gazetelerin o güzel salonuna adım atmak” için Yarın gazetesini bir şantaj aracı olarak kullanmayı tasarlamaktadır. Ne var ki, ekip çalışmaya başladığında komplo teorileri dallanır budaklanır.
Gazete çalışanlarından Braggadocio, 1945’te Loreto Alanı’nda asılan Mussolini’nin aslında ölmediğine; diktatörün yurt dışına kaçtığına ve onun yerine dublörünün öldürüldüğüne inanmaktadır. Mesnetsiz atar. Il Duce, olsa olsa Adolf Eichmann ve Erich Priebke gibi dönemin pek çok suçlusuna kapı açan Arjantin’e kaçmış olmalıdır.
Pek de acar olmayan muhabir, pek de dayanak bulma ihtiyacı duymadığı iddialarının peşini sürerken ucu Vatikan’a; CIA, NATO, P2 locası, mafya, gizli servisler, yüksek rütbeli askerler, bakanlar, cumhurbaşkanları “ve elbette içine sızılmış ve uzaktan idare edilmiş aşırı sol terör örgütleri”ne uzanan bir komplo teorisinin mimarı olur.
Geçmiş nerede biter, gelecek nerede başlar? Günahkâr devlet temize çıkabilir mi? Devlet tövbe etmez ya, “efendi insanlar”ın sorumluluğu nereye düşer?
Umberto Eco, yedinci romanının arka planına Temiz Eller operasyonunun başladığı ve “insanların geleceğe dair ilk kez umut beslediği” 1992 yılını yerleştiriyor. Romanın öne sürdüğü ender güçlü savlardan biri de bu bağlamda şekilleniyor aslında: “Mussolini’nin gölgesi 1945 yılından günümüze kadar bütün olaylara damgasını vuruyor.” Toplumdaki -neticesiz kalacak- iyimser heves doğrultusunda karakterlerin de değişime açık olması, mesuliyet alması beklenebilir. Eco’nun karakterleri ise esasında suçu ve sorumluluğu ötelemekten başka bir işlevi olmayan komplo teorilerine bel bağlamakta çareyi buluyor ve böylelikle “kalleşler”in oy almasına da katkıda bulunuyorlar. Her birimiz gibi…
İtalyanların “Professore” diye anmaktan hoşlandığı Eco, günümüze en yakın kurmacısında, “bildik sularda geziniyor” aslında: Paranoyak ve düzenbaz karakterlerin etrafında şekillenen; esrarlı göndermeler, müphem imgeler, spekülasyonlar, komplo teorileri, tarihî anekdotlar ve şifreli mesajlarla bezeli bir hikâye anlatıyor Profesör. Fakat, Foucault’nun Sarkacı, Baudolino ve Prag Mezarlığı’nda nispeten işleyen bu çatı, Sıfır Sayı’da iyiden iyiye aksıyor.
Eco da Michaël Melinard’a verdiği söyleşide, diğer pek çok söyleşisinde de tekrarlayacağı üzere, 600 sayfalık romanlarını Mahler senfonilerine benzetirken, Sıfır Sayı’nın “Charlie Parker veya Benny Goodman” tarzında bir caz eserini andırdığını söylüyor. Profesör’ün benzetmesini benimsersek, roman mahirane bir caz parçası da değil: Ritim varken melodi yok, melodi seçildiğinde ise ritim kayboluyor.
Romanın ağırlık noktası palas pandıras değişiyor. Sözde gazeteciliğin patronaj çıkarları doğrultusunda sömürülmesini anlatan metin, ansızın uluslararası bir komplonun dallanıp budaklanmasına ayırıyor bütün enerjisini. Gülün Adı ve Foucault’nun Sarkacı romanlarında büyüleyici bir zenginliğe erişen dil, ihtimal ki Eco gazete diline uyum sağlamayı tercih ettiğinden, kısır ve renksiz kalıyor. Simei’den Maia’ya, Colonna’dan Braggadocio’ya sazı eline alan her karakter didaktik, malumatfuruş, bezdirici söylevler çekiyor. Kitabın ele avuca gelmeye en yaklaşan karakteri Maia dâhil, karakterlerin olay örgüsünü sürükleyen iç dinamikleri yok. Ahı gitmiş vahı kalmış, sürekli kendileri ve birbirleri hakkında “kaybeden, eziğin biri, niteliksiz” gibi manasız yakarışlarda bulunan, mıymıntıdan hallice bir avuç insan.
Eco, karakterlerine yeni bir boyut eklemek istediği anlarda da “kör kör parmağım gözüne” inceliğinde davranıyor. Örnekse, Simei ve Colonna, “yarın olabilecek şeylerden” bahsetmek üzere kurulan bir yayının yöneticileri olarak, cep telefonlarının sadece “gayrimeşru ilişkilerde yararlı olacağını” söylüyor.
Neyin neden olduğu ise zaten belirsiz; bağlantılar sürükleyici değil, inandırıcılıktan uzak. Mesela Braggadocio belki de ölümüne sebebiyet verecek kadar tehlikeli Mussolini teorisini, sırf “biriyle paylaşmaya ihtiyacı olduğu için” henüz tanıştığı Colonna’ya ansızın anlatıveriyor. Mesela Colonna, “Muz neden ağaçta yetişir? Çünkü yerde yetişseydi timsahlar onları hemen yerdi” diyen Maia’yı çok “komik” buluyor ve ona “daha dikkatli” bakmaya başlıyor. Pardon? Tam da o yıllara rastlayan belki yüzlerce dansa davet oyununda neden hep geri çevrildiğimi anlıyorum…
Söylemek gereksiz olacak sanırım ama romanın mizahi çizgisini de en hafif tabiriyle grotesk olarak tanımlayabiliriz.
Ve zurnanın zırt dediği yer: Gazetecilik… Bence romanın ağır aksak ilerlemesinin ve tıkanmasının temel nedeni, Profesör’ün gazeteciliği işlevselleştirme biçiminde yatıyor.
1960’tan bu yana düzenli olarak çeşitli yayınlarda ve son olarak da L’Espresso’da fikir yazıları yayımlanan Eco, gazeteciliğin işleyişini hicvederken bir anlamda “içeriden” gözlemlerini de sunuyor Sıfır Sayı’da. Büyük ve ekseriya birbirinin tekrarı niteliğinde cümleler var gazetecilik üzerine: “Gazeteyi yapan haber değil, haberi yapan gazetedir, “Gazeteler insanlara nasıl düşünmeleri gerektiğini öğretir,” “İnsanlar başlangıçta nasıl eğilimlere sahip olduklarını bilmezler, biz bunu onlara söyleriz ve onlar zaten böyle bir eğilime sahip olduklarını fark ederler,” “Gazeteler haberleri yaymaya değil, örtmeye yarıyorlar…”
Bir gazete ki… Olaylarla yorumlar birbirine karıştırılıyor, imaların kurgulanmasıyla algı yönetiliyor, sürekli patronaj “referans noktası” alınarak haber yapılıyor; “entelektüellerin değil, okurun dilini” konuşuyor, okur kitap okumadığı için kültürle ilgilenmiyor ama spora geniş yer ayırıyor… Tanıdık mı?
Tabiatı itibariyle siyasîlerde görülen teflon kişilik bozukluğu, Türkiye’de kendi kültürünü yaratıp salgın gibi yayıldığından ve gazeteciler de bundan hariç olmadığından, Eco’nun medyaya dair eleştirileri içimizin yağlarını eritebilir. Gazetecilerin gazetecileri hedef gösterdiği, gazetecilerin dünyalık yapma hevesine dünyayı hepimize zindan ettiği, gazetecilerin ana misyonunun trollük yapmak olduğu bir ülkede sözlerim abes kaçabilir, farkındayım. Fakat, romanda karakterlerin iştigal ettiği işin hiçbir şekilde habercilik faaliyeti kapsamında değerlendirilemeyeceği gerçeği değişmiyor. Belki de, hem hayatta hem kurmacada, hepimizin sesimizi daha sıklıkla yükseltmemiz gerekiyor: Bunun adı gazetecilik değil…
Jean-Claude Carriére ile konuşmalarından oluşan Kitaplardan Kurtulabileceğinizi Sanmayın’da şöyle diyor Eco: “Sahteyi ona ilham veren otantik eserle karşılaştırmak mümkünse, ortada bir sahte olup olmadığını anlamanın bir yolu olur o zaman. Otantik bir eserin otantik olduğunu ispatlamak daha zordur.” Sıfır Sayı’da ise sahte üzerinden otantik olanı sorgulamayı, hicvetmeyi deniyor Profesör. Yazarın kendi hayatından izler de taşıyan bu kısımlar (Sözgelimi meraklı bir savcıya çamur atmak için Çin lokantasında yemek yediğinin vurgulanarak “şüpheli” algısı yaratılması, aslında vakti zamanında İtalyan gazetelerinde Eco hakkında çıkan bir habere dayanıyor.) yazarın daha önce yayımlanan medya eleştirilerinin roman için “dönüştürülmüş” hâlleri…
Dahası, gazeteciliği sorgulayan da işinin ehli, konuya hâkim, ne dediğini bilen ve “içeriden” konuşan isimler değil. Colonna’dan Braggadocio’ya, Simei’den Cambria’ya, Lucidi’den Palatino’ya birer gösterge olarak kurgulanan karakterlerin hemen hiçbiri meslekte başarıya ulaşmış, işin ıncığını cıncığını bilen karakterler değil. Haliyle mesleğin yapısal sorunlarını, niteliksiz işgücünün yaygınlığını betimlemede biçilmiş kaftan olacak karakterlerin habercilik üzerine uzun söylevleri de, bir kahvehanede dönen dünyayı kurtarma geyiklerinden farksız kalıyor.
Sözgelimi Colonna, “Neden hayır diyecektim ki? Bu da denemeye değerdi” gibi bir mantıkla etik açısından tartışmalı bu yayın macerasına atılıyor. Dahası, ilk cinsel deneyimini de bir şarkıcı kız hakkında “hoşgörülü bir yazı” karşılığında yaşayan bir adam Colonna. Hayattaki duruşu, tercihleri itibariyle de gazetecilik, etik, haber alma hakkı, ifade özgürlüğü üzerine ahkâm kesmesini hoş karşılayacağımız bir tip değil. Hikâye böyle “niteliksiz” karakterler üzerinden ilerleyince, romanın sonunda Eco’nun çizmek istediği iyimser hava da etkisini bütünüyle yitiriyor.
Metinlerarası ilişkilere her yapıtında özen gösteren Umberto Eco, Sıfır Sayı’da Edgar Allen Poe’dan Melville’e, Gabriele D’Annunzio’dan Thornton Wilder’a, Miki Fare’den Casablanca’ya geniş bir göndermeler skalasında kuruyor anlatıyı. Ne var ki, romanın asıl ilişkilendiği eser bir başka Eco yapıtı: Foucault’nun Sarkacı.
Sıfır Sayı, aslında biraz tıraşlansa Foucault’nun Sarkacı’ndaki yan hikâyelerden biri olabilirdi. Eco, On Literature kitabında Sıfır Sayı’yı Önceki Günün Adası’ndan sonra yazmaya başladığını ama karakterler Foucault’nun Sarkacı’nı fazlasıyla anımsattığından, romanı rafa kaldırdığını anlatıyor. Colonna’nın Casaubon’u, Yarın çalışanlarının Garamond ve Manuzio yayınevlerini akla getirmesinin yanında, olay örgüsü ve komplo teorilerinin işleyişi ile “Sadece bağlantı kur” mesajı da iki romanı birbirine bağlıyor. Hatta Eco, Marco Belpoliti’ye verdiği söyleşide, Sıfır Sayı’nın açılış sahnesini aslında Foucault’nun Sarkacı’nın açılışı olarak yazdığını ama bir dostunun uyarısı üzerine romandan çıkardığını söylüyor.
Bir anlamda Eco da romanda Colonna’nın dediğini yapıyor: “Haberleri uydurmaya gerek yoktur. Onları dönüştürmek yeterli olur.”
Ezcümle; Profesör çok şey söylüyor ama bir roman çatısı kuramıyor.
Umberto Eco, çokça alıntılanan bir sözünde “Kuramsallaştıramadığımız şeyleri, anlatmalıyız” diyor ve roman anlayışını ana hatlarıyla bu ifade etrafında şekillendirdiğini söylemekten imtina etmiyor. Wittgenstein ise Eco’ya da ilham veren aforizmasında “Üzerinde konuşamadığımız şeyleri, susarak geçmeliyiz” diyor. Eco, keşke kendi aforizmasının tınısına tutulmak yerine Wittgenstein’a kulak verseydi…