Ece Ayhan ile tarih ve İdris Küçükömer

Kendi kişisel tarihini, “bentarih” okumasını ve tezini kuvvetlendirmek için ortaya bir tür “mağdurlar/madunlar” toplamı (belki de bandosu kuruyor demek daha doğru) oluşturur... Ece Ayhan bir tarih toplayıcısı aslında

Ece Ayhan’ın bir tarih tezi var mıydı?

Bir şairden, bir tarih tezi ortaya koyması beklenemez. Şiir ile tarih ilişkisinin yoğunluğundan öte, bitişik olarak kurgulandığı, Ece Ayhan gibi “başka” bir şair bulmaksa kolay değil. Belki Nâzım Hikmet? Orhan Kahyaoğlu, dilin ayrıcalıklı olmasını Kınar Hanım’ın “masalsı” yönüyle açıklıyordu.[1] Belki şöyle söylenebilir; Nâzım Hikmet ve Ece Ayhan şiirinde, tarih, destan ve masal biçim değiştirmiş, moderne uyarlanmış ve aşama göstermiştir.

Ece Ayhan’ın, Annales Okulu’nun takipçisi olduğunu iddia edebilir miyiz? Ömer Lütfi Barkan’ı sürekli anmasına bakarsak, böyle bir bağ kurabilmek mümkün mü? Yoksa Caudwellci bir bakış mıydı, Ece Ayhan’ın tarih bakışımı? İkisi de değildi. Ancak tarihe bakışım önemli, en azından bir şair/ yazar açısından. Özellikle son 30 yılda yapılmış büyük “T”li, küçük “t”li tarih tartışmasını gözlerden ırak tutmadan… Özellikle burjuva modernliği içinde tarihin bir malzeme olarak neye odaklandığını (sınıf, ırk, cinsiyet, kimlik, ulus) ya da neyin daha ağır bastığı, author’ün (yazarın) tarihe bakışımını belirlememize olanak sağlar. Peki, Ece Ayhan tarihselci miydi? Ece Ayhan’ın “tarihselci” olduğunu söylemek zor. Orhan Koçak’a göre, onun şiirlerindeki tarih bağlamı için “tarihimsi” sıfatı daha uygundur. Yani dekoratif bir biçimde tarihin şiire sızdığını mı iddia ediyordu, Koçak? Olabilir. Necmiye Alpay ise, Ece Ayhan’ın “tarihin içine girmek” gibi bir sorunsalı olmadığını “tarih, bugündür de” tezinin geçerli olduğunu ileri sürüyordu. Alpay’a göre, Ece Ayhan’ın tarihi bir tür uzayzamanıydı.[2]

Kınar Hanım Denizleri, Ece Ayhan, Yapı Kredi YayınlarıEce Ayhan’ın şiirlerinde ortaya koyduğu dil-üslûp inşasına bakarsak, sadece dekoratif değil, tarihin “işlevsel” yönüyle de hemhâl olduğunu görürüz. Ama bu işlevsellik, şairin “özel tarih” anlatısını çağrıştırmaz. Diğer bir yandan, şiirin biçemi açısından, Ece Ayhan şiirinin sözcesinde yer alan kelimelerin, kelimelerin gramerleriyle oynanması bir yana, tarihsel adlandırmaların bakışımsız sesler çıkarmak için seçilmiş olduğunu unutmamak gerek. Elbette sözcenin maksadının, tarihe veya tarihsel birtakım anıştırmalara başvurduğu söylenebilir (“Hero”, “Mdytos” vs…). Elbette işlevleri bununla sınırlı değil, en azından bu türden cins kelimeler rastgele bir biçimde seçilmiş değiller. Ama şiirde rastgele anlam türetmeyi besleyen, çağrışımlarla zenginleşmiş birtakım tarihî olgular ve olaylar silsilesinden söz edilebilir. Bu biçimde kurgulanmayanlara ise verilecek örnek, Michael Kohlhaas’tır, bir Macar isyancısıdır, Heinrich von Kleist’ın romanının baş karakteridir. Kafka’yı da duygulandıran bu roman, Kohlhaas’ın küçük bir toprak sahibi ve at çiftliği sahibi olmasına rağmen, bütün servetini kaybetmek pahasına, krala karşı başkaldırmış biri olmasını anlatır. Ve tuhaftır, Ece Ayhan şiirinde genelde yoksulların imha edilmesine ve ötekileştirilmesine odaklanılırken (aslında şair yoksulları anlatmaz, yoksulları kodlar ve onların adına konuşur), Michael Kohlhaas bu bağlamda ters bir açıda durur. Varsıl bir isyancı ve sonunda katledilen biri olarak. “Katledilen” kısmı şair açısından isabetli olsa da, varsıl ve mevki sahibi olması şaşırtıcı. Demek ki şair açısından otorite tarafından, hangi sınıfa mensup olursa olsun, imha edilmek, erk tarafından gadre uğratılmak öncelikli bir neden. Ece Ayhan bir tarih toplayıcısı aslında. 

O, tarihî bilimsel bağlamda kullanmaz, daha çok tarihin içinden çekilecek “mesel”e veya modern destansı yöne odaklanır. Ama şair en çok da kendi safını tutacağı isimler üzerinden tarihin “acımasızlığına” ve “gaddar”lığına vurgu yapmayı tercih eder. Aslında şairin meselesi, sadece mülksüzlerin meselesi üzerinden ilerlemez. Kendi kişisel tarihini, “bentarih” okumasını ve tezini kuvvetlendirmek için ortaya bir tür “mağdurlar/madunlar” toplamı (belki de bandosu kuruyor demek daha doğru) oluşturur. Kınar Hanım, Kantocu Peruz, Fikriye Hanım ya da Çanakkaleli Melâhat; hepsi toplumun “öteki” yüzüdür. Bu anlamda, şair aslında minimal bir kurgu peşindedir. Majör bir kurguya ya da tarihselciliğin özü olan sınıflar tarihi meselesine tam anlamıyla girmez. Girmediği gibi, hasmane bir tutum da sergilemez tarihselciliğe karşı. Sadece “mesafeli”dir. Bu yüzden, Ermeni veya Rum olmak, onun için toplumdan dışlanmışlıkla bir tutulmanın şiire dâhil olması için yeterli bir sebeptir, ama bu tavır aynı zamanda şairin Türk tarih tezine karşıt durmasıyla da örtüşür.

Son döneminde ise, bu tavrı daha da derinleşiyordu şairin. “Bir Sivil Şairin Ölümü” şiiri önemli bir kanıttır aslında, şairin tarihselliği ıskalamasına ve ideolojik kesit(ler)e ve konumlanışlara mesafeli olmasına.

“Sözgelimi: Mehmet Ali Ağca ile Yılmaz Güney arasında. İkisinin de çocuklukları, yeniyetmelikleri ve gençlikleri kıpkızıl aç geçmiştir ve yapayalnızdırlar.”[3]

“Kıpkızıl” aç gezmenin, şair açısından bir “ortak”laşma kıstası olduğu açık. Kınar Hanım’ın Denizleri, Ece Ayhan şiirinin belki de yoksulluğun anlatımını değip geçtiği tek eserdir. Diğer kitaplarda da birtakım kesitler bulunabilir, ancak Kınar Hanım yoksulluk ve yoksunluk karşısında duyulan öfke açık bir biçimde hissedilir. Aynı şekilde öykülerinde de “açlık” teması belirgin bir yer kaplar. Ama “Sivil Şairin Ölümü” bunu karşılamıyor. İki figür; bir katil ile devrimci bir sinemacıyı belirgin ve dönemine göre moda olan bir jeste kurban ediyor. Eğer tüm kötülükleri aç kalmış olmakla eşitlemiyorsak, o hâlde bu iki ismi neden bir arada görüyoruz? Şairin özellikle son döneminde, bu türden jestlerin oldukça yoğun olduğunu görürüz.

Kınar Hanım Tarihi

Ece Ayhan şiirinin bütününe bakıldığında, tarih bakışımı yönünden ciddi farklılıklar vardır. İlk üç kitabında (özellikle Kınar Hanım’da) yoksulluk, İstanbul’un işçi semtleri, grevler sıklıkla işlenen temalardır. Bakışsız ile Ortodoksluklar’da tarihsel hesaplaşmayı örtükleştirilen kişisel tarihte aramak gerekir. Eşcinselliğin gizlenmesi, bu iki kitabın ortak kaderidir bir bakıma. Ama tarih en çok bir hikâyenin, şiirlerde gizil olan hikâyenin içini doldurmaya yarıyordur. Çağrışımlar ve anlamsal rastlantılar daha yoğundur tarihin odak noktası olduğu şiirlerde. Rastlantının yoğunluğu, gözlemle imgeselliğin harmanlanması, şairin ilk üç kitabında kurduğu dizge dışı antilirik şiirinin anahtarıdır. Seçilen mekân isimleri, özel veya cins isimlerin sıklığı ya da grameriyle oynanmış deyimlerin, söz öbeklerinin çokluğu esasen şiirde ses uyumsuzluğu yaratmak için şiire sızarlar. Böylece tarih ve tarihi çağrıştıracak her adlandırma, Ece Ayhan şiirinde kakafoniyi oluşturmak için sıraya girerler: “Benares’in ölünmüş kadınları”, İvan Milinski’ye (Beyoğlu’nda çiçekçilik yapan bir zattır, İvan Milinski), art tatum, léon blum, harmonie, Hacivat, “fikret mualla digan”… Elbette çağrışımsal olarak bir karşılıkları var çoğunun, ama bazılarının şiire “özel” bir ses tonu eklenmesine de önemli bir katkısının olduğu bir gerçek. Biraz süsleme sanatı, ama daha çok bir Kandinsky portresi gibi. Temsilin yok olduğu, tuvalin içine düşen bir atom bombasının etkisiyle tuvale dağılan tüm nesneler ayrı ayrı bir imgeye dönüşmüştür. Ahmet Soysal, bu dağılmışlığı, cümledeki öbeklerle, yani parçalarla oynanmasına bağlıyordu.

“Aralarında bir birlik oluşturmayan imgeler geziniyor./…/ Ve parçalarla oynayıp, onları yer değiştirip, düzgün sentaksı kurma olanağı da elimizden alınmış durumda./…/ Şiirin tamamında bölük pörçük anlamlar ve imgeler “gezinmekte” ama şiirin bir anlam ve imge tutarlılığı yok. Şiirin uzamında bölük pörçük anlamların gezinmesi, bu uzamda aynı zamanda anlam-dışı’nın da var olması demektir.”[4]

Ece Ayhan şiirinin teknik boyutu bir yana, ilk üç kitapta şairin, sınırlarını ve safını daha geniş bir çerçevede tanımladığı rahatlıkla gözlemlenir. Tarihi ezilenlerden, toplum dışı olanlardan yana saf tutmanın (orospuların, genelev patroniçelerin, işçilerin, devlet şiddetinin gadrine uğrayanların, kovulmuşların yani gayrimüslimlerin, idam edilenlerin) ortaklaştığı bir yerden kurgular. Tüm öteki kimliklerin antropolojisini dökmeye çalışır şiirlerinde. Burada tarih fikri, Ece Ayhan’ın açlığının ve yalnızlığının öfkesine tutulan bir ışık hüzmesinin şiirlere girip çıkmasına olanak sağlar. Ne zamana kadar, Devlet ve Tabiat’a değin… 

Devlet ve Tabiat: Başkalaşan tarih

Devlet ve Tabiat ile birlikte kanımca Ece Ayhan’ın tarih fikri bir başkalaşıma uğruyor. Kendine adres arayan öfke, yavaş yavaş dönemin popülerleşen (ama ciddi tartışmalar da doğuran) anti-Kemalist tezlerine tutunmaya çalışıyor. Elbette bunca yoksullukla geçen çocukluğun yanına devlet görevinden, kaymakamlıktan atılmayı da eklemeliyiz. Bu “atılma” için siyasî bir bağlam edindi demek fazla iddialı olur belki. Ama Devlet ve Tabiat ile, artık şairin savaşını tek cepheye indirgediği gözlemlenir. Şair, Tanzimat- Modernleşme- Türkiye Cumhuriyeti Modernleşmesine karşı, nihai bir “kurucu” Kemalizme karşı eleştirilere dönmüştür yüzünü yoğunlukla. İlk üç kitabında da vardır bu tür eleştiriler. Ama yoğunlukla örtüktür ve teknikten kaynaklanan “kapalı” bir imgesellikle örülmüştür. Devlet ve Tabiat, bu bağlamda “açık” bir savaşı andırıyor. Dönem olarak da anti-Kemalizmin yavaş yavaş görünürlük kazandığı yıllar. Bunun için adres bellidir. İdris Küçükömer ve Şerif Mardin.[5]

Bütün Yort Savul'lar!, Ece Ayhan, Yapı Kredi YayınlarıŞairin ilk döneminin en meşhur şiirlerinden biri olan “Fayton”da da benzer bir Cumhuriyet eleştirisi göze çarpıyordu, ama ilk kitaplardaki “karmaşık tema- sarmal dil” eleştiri tezinin çoklu yapısının bir parçası kılabiliyordu, Kemalizm eleştirisini. Daha önceden de değinmiştim, ilk kitapta anti-kapitalist birçok argüman bulunacağı gibi, toplumsal üretimin dışında olmanın övüntüsü de yabana atılmayacak cinsten. Aynı biçimde, toplum içinde yerleşikleşmiş bir din eleştirisi olduğunu da unutmamak gerek. Görüldüğü gibi, ilk kitapta tarihe bakışım çokludur. Ama Devlet ve Tabiat, “açık” bir biçimde Türk tarih tezine karşıtlığı ve Kemalizme muhalefeti billurlaştırır. Akif Kurtuluş, bu mesafe almayı ve karşıt durmayı, şair açısından “kötülük toplumu” şemsiyesi altında “Sünnî Türk” cemaati olarak adlandırıyordu.[6] 

“Sivil ölümden konuşuyoruz dağılan neftilikler

Arkadaşlar Makedonyalı kalın usta marangozlar”[7]

Neredeyse mottolaşmış bir şiir, “Orta İkiden Ayrılan Çocuklar İçin Şiirler”in ilk iki dizesi. Devlet ve Tabiat’ın nasıl “yeni” bir argümanı rafineleştirdiğini gözler önüne seren bir “yeni” dil âdeta. “Sivil ölüm”, Ece Ayhan’ın bu şiiri yazdığı dönemde, en son 40 yıl önce, 38 Dersim’inde devletin biyoiktidar tahakkümünde gerçekleşmişti. Öncesinde 1909, 1915’in Büyük Felaket’lerini de atlamamak lazım. Yani şairin kastettiği, “sivil ölüm” eğer bu değilse, nedir o zaman? Giorgio Agamben’in “çıplak hayat”ı zorunlu göç haritasına uymuyorsa, “sivil ölüm” olsa olsa tek tek veya münferit bir biçimde katledilen kimseler için geçerlidir herhalde. Ya da İdris Küçükömer’in “Sivil Toplum Yazıları”na ya da “sivillik” vurgusuna dönük bağıntısız bir gönderme olsa gerek. Şairin, Kürdistan’dan da bahsetmediğinden eminiz neredeyse. 25’ten ya da 38’ten bahsetmiyorsa, bu şiirin yazıldığı sırada, o coğrafyada da “henüz” büyük katliamlara girişilmiş değil. Velhasıl, bu “sivil ölüm” bahsi, dönemin tartışmaları içinde Ece Ayhan’ın kendi şiirini konumlandırmak ve algılanmak istediği bir açı sunuyor bizlere: Anti-Kemalizm.

Makedonyalı dediği kalın usta marangozlar, bir tür İttihatçılık göndermesi âdeta. Kalın ustalık, kalın kafalılık mı, bilinmez ama son dönem Ece Ayhan şiirinde sıklıkla görülen şey, Resneli Niyazi’den, İttihatçıların örgütlendikleri Makedonya veya Selanik’e dönük anıştırmaların oldukça sıklaşması. Buna döneceğiz. Ama öncelikle şairin modernleşme eleştirisinin ilk artçılarına bakalım.

“Bel Kanto: İkinci Meşrutiyet” şiiri, ilk kitabının derlemesine giren şiirlerden biriydi. Derleme diyorum, çünkü Kınar Hanım’a dâhil değildir bu şiir. Yeditepe Dergisi’nde yayımlanmıştır. Bir de 1956’da yayımlanan “Bel Kanto” şiiri vardır. Her iki şiirin ortak noktası, “ilk tramvay işçileri grevi kalıpçılarda” dizesidir. Her iki şiirde de İkinci Meşrutiyet’e dair somut ya da soyutlama işlevi edinmiş bir öbek yok. Daha doğrusu imâ yoluyla var. Her iki şiirde de “Salı günü geçiyor”. Birinde, “üç recep salılarda bir ikinci meşrutiyet” dizesi, şiirin ikinci versiyonu izlenimi edindiğimiz “Bel Kanto: İkinci Meşrutiyet” şiirinde, “İlk tramvay işçileri grevi kalıpçıda bir İkinci Meşrutiyet” dizesine dönüşmüş. “Salı”lardan “ilk tramvay işçileri”ne, oradan da İkinci Meşrutiyet’e… İlk bakışta oldukça dağınık.

Ansiklopedi burada devreye giriyor, Ece Ayhan şiirinde. İkinci Meşrutiyet’in ilânı, Salı gününe rastlıyor. İlk şiirdeki “üç recep salılar” ise, Recep ayına denk düşen 31 Mart Vakası’nın şifresi. Ama Ece Ayhan’ın tarih sorunsalı devam etmektedir. Bu şiirlerde, sonraki şiirlerinde görmediği ve görmeyeceği şey, “ilk tramvay işçileri grevi kalıpçıda” öbeği olacaktır. “Genç” Ece için İkinci Meşrutiyet sıralarında görülmeyen şey, İstanbul’u sarmalayan “amele” yani işçi grevleridir. “Bakın, bunu bilmiyorsunuz” diye işaret ediyor sanki “genç” Ece. 1908, yeni bir Osmanlı Anayasası’nı yürürlüğe koymak adına İttihatçıların Ermeni örgütleri ile (Taşnaktsutyun yoğunlukla) ittifakta bulunduğu ve Abdülhamit’i indirdikleri bir “reform”u hedefliyordu. Ve bu dönemde Ermeni, Rum işçilerin veya Türk-Kürt işçilerin İstanbul’da örgütlendikleri amele cemiyetleri ya da siyasal örgütleri yoğunluktaydı. Ve 1908 arifesi en çok greve gidilen bir tarih aralığını imler. “Genç” Ece ise, dolaylı da olsa bunu duyurur bizlere. Ansiklopedik bir yanı vardır, belki o dönem için. 1908’den sonra da yapılacak grevleri biliyoruz. Önceden de değinmiştim, “tramvay işçileri grevi kalıpçıda” söyleminin, aslında “rezervde” olanı, patlamaya yakın olanı, daha Marksist terminolojiye uygun söylersek, dip dalgayı çağrıştırıyor. Ve “genç” Ece’nin, ilk üç kitabında özellikle anti-kapitalist, mülkiyet dışı, aylak, din dışına düşen bir tipolojiyi çizdiğini de eklemek gerekir. Ancak 70 sonrasındaki Ece Ayhan şiiri artık salt bir anti-Kemalizm vurgusuna yönelmiştir. Oradan devam edelim.

Rhen (Ren) düşüncesinden sivil topluma

Ece Ayhan, Morötesi Requiem’de “Rhen düşüncesi”nin Batı’nın işine yaradığını, 19’uncu yüzyılın devrimler çağında kendi adına Batı’nın bu düşünce sayesinde bir “sıçrama”da bulunduğunu belirtir. 

“Sonraları çalarsaati Ren bölgesinden ve Ren Düşüncesi’nden, gür sakallı bir adam ters çevirecektir. ‘Her şeyden kuşkulan! Her şeyi kurcala!/…/ İnsan tarihinin 1789 gibi bir deneyimi. Ren düşüncesi Avrupa içindi. Ama yarı- Asya’da kışlalarda uygulandı.”[8]

Elbette sadece Türkiye’den bahsetmiyor muhtemelen. Ortadoğu’daki Baasçı darbeleri de kastediyor belki de. Peki, Sovyetler? Muhtemelen. 1917 ve sonrası daha kapsamlı bir tartışma. Ece Ayhan, böyle anıştırmayla İdris Küçükömer’in Osmanlı analizinin, asker-toplum tezinin neresinde duruyor? Okuduğunu, takip ettiğini biliyoruz. Dikta ve tek adam toplumu hakkında söyledikleri önemli ölçüde doğru. Ama çıkan sonucu kestirmeden “sivil toplum”a ve “sivil”liğe indirgemek netameli bir konu. Peki, sivil toplumun tarihselliği nedir?

Öncelikle, sivil toplum eski Roma’da serfler ile egemenler arasındaki ara bir bölgeyi temsil ediyordu, bir anlamda dönemine göre bir “küçük burjuvalık”tan söz edilemeyeceği için, sivil toplum aynı zamanda düzenleyicilik işlevi gören toplumsal bir sınıftı. Bu nedenle Hegel, Roma’daki sivil toplumu aslında merkantalist dönemdeki, mülkiyet ilişkilerinin özel veya kamusal olarak ayrışmadığı “halk” ya da siyasî bir toplum olarak biçimlendiriyordu ve yorumluyordu. Zaten İngiliz geleneğinde, “Commonwealth”, “siyasî topluluk” demek, yani diğer bir anlamıyla sivil toplum. Yine İngiliz siyasî geleneğinde, “devlet” ile “toplum”un karışması, iç içe geçmesi, sivil topluma inanılmaz yetkiler tanıyordu. En büyük yetkilendirme, mülkiyet alanına yönelikti.

Hegel’in koşulu ise modern devlet idi. Daha doğrusu, “ekonomik devlet”tir. Hegel’in sivil toplumu, bireysel özgürlüklerin korunduğu ve evrensel devletin muhafaza edildiği bir eşik. Hegel’in Bürgerliche Gesellschaft’ı bu nedenle özgül bir toplumsal biçimdi. Marx, öncelikle Hegel’e karşı geliştirdiği tezlerinde “evrensel devlet” ilkesini ortadan kaldırdı. Başka bir toplumsal biçimi yerleştirdi. Hegel’in formülü başkalaştı, Marx kapitalizmi, Hegel’in tezinde yadsıdığı “evrensel devlet”in yerine koymakla kalmadı, sınıf eksenini kurarak Hegel’in devlet- sivil toplum düalitesini parçaladı. Bir sonraki adım ise, Gramsci’dir. Gramsci, faşizmin yaklaşmakta olduğu yıllarda, sadece sivil toplum fikriyatını iktisadî (ekonomik) yönde değil, kültürel ve ideolojik açıdan kapitalizmi kuşatmaya çabalamak olarak tarif ediyordu. Oldukça anti-kapitalist bir önermeydi. Çünkü Gramsci’nin tezi, Ekim Devrimi’ni yaptıklarında akıllarında Paris Komünü’nden kalma Konsey Komünizmi’nden başka bir model olmayan Bolşeviklerin, gerçekleştiremedikleri “sıçrama”da saklıydı. Bolşevikler, Konsey Komünizmi’ne sadık kalmadılar, kalmadıkları gibi de deneyselliğini yitirmiş bir devrimle kalakaldılar zaman içinde. Gramsci ise, buna yeni bir biçim vermişti. O, altyapının olabildiğince genişleyip siyasal ve kültürel olarak kapitalizmi kuşatacağı bir aralığa gözünü dikmişti. Bu yüzden de, sanayileşmenin yoğun olduğu (Rusya’nın tersi) ülkelerde, “cephe savaşı”nın değil, “manevra savaşı”nın da önemli olduğunu vurguluyordu. “Manevra savaşı” bir bakıma her gün yeniden kurgulanmayı gerektiren bir durumdur. Bu yönüyle de Konseyciliğin o döneme göre “güncel” bir önermesidir.

Şu an sivil toplum, İngiliz siyasî geleneğini de aşan bir şekilde mülkiyet ilişkilerini sarsan bir devinime ve deneyime sahip değil. Aksine mülkiyet ilişkilerinin içinde olgusallaştığı için, yukarıda bahsettiğimiz tarihsel bağlam, sivil toplum tezleri açısından oldukça mutantlaşmış bir hâle büründü. Devam edelim, “Ece Ayhan’ın sivillikle ne işi olabilir?”.

“Bizim sivil şair, Parasız Yatılı geçen gençliğinde… Söz konusu şairin kullandığı “cumhuruyet” sözcüğü, meğerse üç Ali’lerin Cumhuriyet Meyhanesiymiş Balık Pazarı’ndaki. “Çakır hikâyeci” ve Cihat Burak’tan beri basık.

Abdülbaki Gölpınarlı hoca bir gün bana demişti:

“Onlar- yani bizim sepici Yahya Kemal ve aynı meşrepten arkadaşları- Eyüp Sultan’da Cumhur sikişi yaparlardı.” (Fransızca ‘orgie’.)”[9] 

Ece Ayhan “karaşınlık-sarışınlık” ayrımını çok iyi yapmıştı. Böyle bir kodlama oldukça kapsayıcıydı açıkçası. Artık biliyoruz ki, Ece Ayhan “sivillik” diye her söze başladığında; halk ve yoksulluk kırmasını ama daha çok kendisini kastediyor. Daha da önemlisi, devletin ve erkin ya da mahalli bir güç aygıtının meşrulaştırdığı şiddet olgusunun mağdurlarını kastediyor. Haksız yere kıyılanları, katledilenleri “sivil”lik kavramıyla (tanımıyla değil) karşılıyor. Diğer bir yorum, Eski Roma’da iktidara karşı gelenlerin, kentleri terk edenlere verilen adlandırmada saklı, “civil”… Kentten kaçışın, Kınar Hanım’daki kentin dehlizlerinde sıkışmış ötekileştirilmişlere, mağdurlara, kaçışın önerisi olabilir pekâlâ. Bu, tarihsel bir “mesel”i çağrıştırıyor daha çok ama Ece Ayhan düşüncesindeki “civil” veya “sivil” adlandırmasının, tarihsel bağlamdan “kopuk” olduğu gerçeğini değiştirmez. 

Tahrifatta, makullük ile maktullük arasında ince bir çizgi var. Her zamanki Ece Ayhan “bentarihyazımı” sivillik bahsinde de devreye girmiş doğrusu. Kendine mal etmeye çalışmış bu kelimeyi. Ancak Ece Ayhan lügatı içinde en isabetsiz gördüğüm kelime, “sivillik”tir. Ama bunun da bir karşılığı var elbette, Ece Ayhan’ın anti-iktidar soyutlamasında. Soyutlama diyorum, çünkü her “bentarihyazımı”, belli bir yerden sonra tarihsellikten kopup, pekâlâ tarihi dekorlaştırabilir, hatta dekore edebilir (kendisini başköşeye koymayı ihmal etmeden elbette).

Şairin bu sivillik bahsinde, en büyük dayanağını İdris Küçükömer’den aldığı muhakkak. Ama Küçükömer’e en çok bağlı olduğu yer de anti- Kemalist tezlerdi. Türkiye solunda İdris Küçükömer’in bilinen ve yerleşikleşmiş (statükoculaşmış) Kemalizmi tartışmaya açmasının kıymetli olduğunu düşünenlerdenim. Türkiye solunun düşünce tarihi içinde, Kemalizmin bir isyanın payandası görülmesi biçimine Küçükömer’in karşı durması, solun içine sinmiş Kemalizme karşı yürüttüğü karşı propaganda dönemsel olarak da önemli bir tavırdı. Ama Küçükömer’i yine de liberal bir tez ile örtüştürmenin (zaman içinde bunu sıklıkla yapanlar oldu, hatta Küçükömer’in tezlerini, çok değil beş-on sene öncesine kadar siyasal İslam’ın çokça dillendirdiğine şahit olduk, benzer bir şeyden hâlâ söz edilebilir) karşılığı bir şey olduğunu söylemek zor. Ancak Ece Ayhan’ı, sivillik bahsinde ikna etmesi, anti-Kemalizmi içerse de, halk tanımını “geleneksel” bir yerden kurmasından ötürüdür. “Türkiye’de sağ, soldur; sol da sağ”, böylesi koşullarda ortaya çıktı. Tersinden söyleme merakı, İdris Küçükömer’in yanlış tanınmasını sağlayan etmenlerden biri oldu.

Düzenin Yabancılaşması, o dönem içindeki Doğan Avcıoğlu tezlerine de karşıt bir yerden kurulmuş, başka bir “uç”ta yer alan bir savdır. Dönemlerin kendi içinde kurdukları marjinallikler zaman içinde normalleşirler, fakat teoride ve teorinin yeniden okunmasında bazı çapakların tortusu yıllar içinde kendini muhafaza eder. Düşünürlerin, tez sahibi olanların “karşı” ya da “farklı” bir teze karşı konumlanışları her dönemde rastlanılan bir şeydir. Marx, Komünist Manifesto’da devlet-iktidar ilişkisini Bakuninci tezden uzak düşme pahasına (ya da yan yana gelmemek adına) bir nebze “eksik” bırakmıştır. İdris Küçükömer de Düzenin Yabancılaşması’nı yazdığı sıralarda, Doğan Avcıoğlu’nun iktidarı isteyen, otokratik Kemalizmi dönüştürmeye ve “devrime” (ya da darbeye) aracı kılmaya çalışan tezlerine karşı birtakım “aşırı” pozisyonlar almıştı. Bu nedenle Düzenin Yabancılaşması, bir bakıma “polemik” üzerinden kurulmuştur. İdris Küçükömer’in tezleri, Türkiye İşçi Partisi içindeki tartışmaların da bir parçasıdır (sonra yazılarını toplayacağı kitaplarını kapsayan Notlar kitabı önemlidir). Masis Kürkçügil, Duvar Dergisi’nde Ali Çakmak ile yaptığı söyleşide, TİP içindeki tartışmaya odaklanmış bir İdris Küçükömer portresi tezimizi doğruluyor.

“İdris Hoca’nın kullandığı kitap başlığının fazla anlamlı olmadığı söylenebilir. ‘Düzen’ neydi ki neye yabancılaşıyordu? O TİP içinde ‘Üçüncü Yol’ arayışına girdi. TİP kongresinde partinin programının sosyalist olmadığını, muhalefetin de katılacağı (MDD’cilerin) bir tartışmayla ilkin programın sosyalistleştirilmesini önerdi. Olaylar hızlı akmaya başladı ve artık o bir manifestodan giderek uzaklaştı. Beşikçi muhakkak ki ikisinden de daha az siyasal bir yörüngeden işe başladı ama, kendisi başlı başına bir manifesto oldu.”[10]

Elbette İsmail Beşikçi yanda ve “kenarda” olmasının, kendi meselesine odaklanmasının faydasını görmüşe benziyor. Sıcak tartışmanın tam da göbeğinde olmak, bazen “tez”in kendisini olduğundan eksik, aceleye gelmiş bir kisveye büründürebiliyor. Esas olarak, bir program tartışmasının âdeta “hap” hâline getirilmiş söylem tarzı, Küçükömer tezlerini ilk bakışta öne çıkarmış görünse de, yazarın tezlerini bir türlü nihayete erdiremediğini görüyoruz. Bir bakıma yazar, kendi eserinin depresyona girmesini engelleyememiş.

“O yaşadığı sorunlar yumağının çözümü için, kendi kitabındaki tabirle “staretejik ipuçları” vermek için, genel bir Osmanlı girişinin ardından yakın döneme gelip “bugün için” görevlere odaklanmakta. Dolayısıyla kitabın amacı bir Osmanlı toplumu tartışması açmak değil. Eldeki sınırlı zamanda (bir taraftan da birtakım öğrenci örgütlerinden arkadaşlar ellerinde teorik bir araç bulunsun diye bastırmaktaydı) kitabı bitirmek zorunda. Kitap çıktığı anda onun için eksikti zaten. Birkaç ayda, o gün için de fena bir satış olmayan 5500 kitap bittikten sonra yeni baskı için hazırlıklara başladı ve bu bitmeyen kitap onu yıllarca meşgul etti.”[11] 

Morötesi RequiemEsas mesele biraz daha somutlaşıyor. İdris Küçükömer’in son yıllarda özellikle merkez sağın temel argümanı hâline gelmesi, İdrisiliğin sadece bir dönemini kapsıyor. O dönemin şifrelerine bir biçimde yukarıda kabaca değinildi. Küçükömer bu kitabındaki tezlerini, 1965 ilâ 70 arasında (kitabın çıkışı, 1967) dillendiriyor. Amacı sadece TİP ya da sosyalist sol değil. Elbette Doğan Avcıoğlu tezlerinin karşısında. Küçükömer, Avcıoğlu kadar Kemalizmi türetmeye ya da güncellemeye çalışmıyor, hatta onun aksine iktidar bloğu arasındaki çatlaklara oynamaya yeltenmediği gibi, ordunun başrolde olduğu bir konspirasyona da kilitlenmiş değil. Amacı belli, TİP’in programında “üçüncü yol”u örgütlemeye çalışmak, yani “sosyalist programı” TİP’in programına dâhil edebilmek. Bu yüzden “düzen” partilerine karşı bir analize girişiyor. CHP’yi bürokrasinin sadık dostu ve kurucusu olarak sağa, Doğululuk olarak ifade ettiği İslamcı kanadı sola yerleştiriyor. Ama bu sadece bir stratejiden ibaret. Amacı, CHP’nin sol olarak görüldüğü bir Türkiye’de, TİP’i “gerçek sol” yani solun içini dolduran; emek-sermaye çelişkisini, işçi sınıfının, köylülüğün, yoksulluğun sorunlarını çözecek gerçek bir muhatap olarak göstermek.[12]

70’lerin ortasında yayımlanan Notlar okunduğunda, İdris Küçükömer’in esas meselesinin sınıf perspektifi olduğu anlaşılır. Onun için, 73’te yapılan CHP-MSP koalisyonu, “Üçüncü Cumhuriyet”ti neticede. O zaman notlara bakıldığında da İdris Küçükömer’in CHP’yi bu sefer solda gördüğü anlaşılır. Marx ve Engels’in Doğu Despotizmi’ni de yorumlayan ama anakronik görünen, daha doğrusu altı tam olarak doldurulmamış Düzenin Yabancılaşması tezlerinin “solda” tarif ettiği İslamcı- muhafazakârlığın esasen referansını “Devlet”ten aldığı, iktidara gelse dahi, devleti dönüştürmeye çalıştığı yıllar içinde daha da net bir biçimde görüldü. Bu nedenle Küçükömer’in bu tezinin, yukarıda bahsettiğim üçüncü strateji dışında tarihsel bir önemi yok.[13] Üstelik İdris Küçükömer tezidir yine: Kitabında, Batılı-Laikler ve Doğulu-İslamcılar arasındaki kavganın, mücadelenin sınıfsal yüzünün ortaya çıkmasına engel olduğunu bizzat kendi belirtir.

Ece Ayhan’a geri dönersek, onun Yılmaz Güney ile Mehmet Ali Ağca’yı ortaklaştırması, eklektik kaçıyor. İdrisilik ile de pek bir bağlantısı yok. En kestirme ifadeyle, Yılmaz Güney CHP’li değil çünkü. Bir dönemin sıkıştırılmış stratejisini, şiirde veya edebiyatta “sivillik” olarak telaffuz etmek pek isabetli değil gibi. Kaldı ki, bir “üçüncü yol” olarak ipuçları biriktirmeye çalışan siyasal ideolojinin zaman içinde Ece Ayhan’ın dört elle sarıldığı anti-Kemalist tezleri, 80 sonrasında bazı sol (sosyalist) siyasî hareketlerin bir “hesaplaşma” olarak kurguladığını da bir kenara yazmalıyız. Başta da belirttiğim gibi, “sivillik” Ece Ayhan şiirinde pek oturmuş bir kavram değil. Bu kanımı Erdoğan Kul da doğruluyor.

“Ayhan, üzerinde çok durmasına, pek çok yerde ısrarla önemini vurgulamasına karşın gerek 'sivil' ve 'sivillik' sözcüklerini gerekse de 'sivil toplum' kavramını sistematik bir biçimde irdelemez; daha çok bu kavramları öne çıkarmakla ve öznel bakış açısının verilerinden de yararlanarak bunların toplumsal yapımızdaki eksikliğine dikkati çekmekle yetinir. Bu bağlamda, 'sivil tarih'i anlatmakta bir yöntem olarak, fuhuş sektörünün bir zamanlar önemli adlarından biri olan 'Çanakkaleli Melahat’tan başlama'yı ve 'Cumhuriyet'e de onun perspektifinden bakmayı kullandığını söyler.”[14]

Buradan da anlaşılacağı üzere, şairin tarihselliğiyle ve de gerçek anlamıyla bir “sivil toplum” ile alakası yok. O, gördüğü bir kavramı kendi gerçekliği içinde süzerek “kendisi” kılmaya çalışıyor. Ama şurası doğru, Ece Ayhan’ın son dönemlerinde Şerif Mardin’den, İdris Küçükömer’den yaptığı alıntıların veya onların tezlerine yönelik yaptığı övgülerin bir nedeni de Ece Ayhan’ın kendi kavga paradigmasını, o dönemin solculuğundan, toplumculuğundan ayrı olarak tasarlamasıyla alakalı olmasıdır. Ece Ayhan hep dışa düşmek isteyen biri. Bir kavramın ya da bir ideolojinin ya da tarih görüşünün onu büsbütün sarmalamasına izin vermeyen bir dürtüye sahip gibi. O, kendi tarihini kendi yazmak istemesi bir yana, yoksulların ve ötekilerin kendi tarihlerini, kendi penceresinden okumaya odaklanıyor. Böylelikle şair, tutarlı olmak bir yana dursun, elindeki tezleri derme çatma bir biçimde savunmak zorunda kalıyor.

Tarihsel mükemmeliyetçilik

Ece Ayhan, Zambaklı Padişah ve Çok Eski Adıyladır kitabıyla Bakışsız Bir Kedi Kara ve Ortodoksluklar kitabının biçimine yakın bir çizgidedir. Bu kitaplarda, biçim aynı olmasına aynıdır ama simgeler ve izlekler artık daha “okunaklıdır”. Şair bu kitaplarında, Devlet ve Tabiat’ın “hap” hâline getirdiği birtakım söz kalıplarına, adlandırmalarına, imgelere öykünür. Ece Ayhan şiiri için sıklıkla kullanılan “hermetizm” için dahi fazla simgesel ve açık şiirlerdir bunlar. Ama hikâye korunuyordu yine.

1. Resneli Niyazi geyiğini de getirmiştir Amasya’dan İstanbul’a. Ağaçlık bir koru muşambası.

2. Geyik öndedir, orta, dişi adı bilinmiyor, insan çıkacak deliğe bakıyor, yüzünün bir anlamı yok. [15]

İdris Küçükömer, İttihatçılığın yeni bir isyan geleneği doğurmayacağını geriye dönük bir biçimde eleştiriyordu. Ece Ayhan’ın “Resneli Niyazi” bağlamına gelmesi bu nedenle olağan. Elbette metaforlaştırılmış bir hikâye, ama Bakışsız’dan ya da Ortodoksluklar’dan daha “açık” bir şiir olduğuna şüphe yok. Aynı biçimde, sonra tek tük yazdığı şiirlerden olan, “Bir Askeri Şairin Ölümü!” ya da “Bir Sivil Şairin Ölümü” gibi şiirlerinde artık bağlantılar, göndermeler hafiflemiştir, gerilimini kaybetmiştir deyim yerindeyse. Kendi siyasal programını özetleyen bir şairin çıkmaları gibidir şiirler. Eşcinsellik anlatısı da çözülmüştür, daha açık bir biçime kavuşmuştur. Zambaklı Padişah’ın son şiirinde artık bir itirafnâme biçimini alır ve açıkça görülür. Oysa Bakışsız’da ya da Ortodoksluklar’da bu bağlantılar şifreliydi. Daha doğrusu, imge tekniği daha kompleksleşmiş bir yapıdaydı.

“İki keşiş; külleri karıştırıyorlardı. Avluda dikelmiş duran çocuğa bakıyorlar ve aralarında konuşuyorlardı:

-Saçları uzadığı zaman bu çocuğa tapılır!

Başkeşiş:

-Geceyi birlikte geçirelim, diyor.

Çocuk şaşırmış, kekeliyor.

Başkeşiş ona altın bir cep saati armağan etmek istiyor.

Çocuk:

-Olmaz! diyor ve o gece hiç uyumuyor.

***

Ertesi sabah avluda rastladığı bir keşiş ona:

-Saatin kaç? Olduğunu soruyor.”[16] 

Ece Ayhan şiirinde, ilk şiirlerinde ve Kınar Hanım’da yoğun bir biçimde hissedilir güncellik olgusu. Bakışsız’da ve Ortodoksluklar’da kesintiye uğrar bu olgu. Devlet ve Tabiat’ta ise, yeniden ortaya çıkar. “Göğe ağarken üç ağır yıldız” dizesi, bu güncelliğin önemli kanıtlarından biridir. 12 Mart’ın hemen sonrasındaki asılan devrimci gençleri; Deniz Gezmiş’i, Yusuf Aslan'ı, Hüseyin İnan’ı yâd eder.

Zambaklı Padişah ve sonrasında yazdıklarında ise, güncellik ile anti-Kemalist simgelerle ve İttihatçılığa ve Meşrutiyet’e karşı kodlarla örülür şiir. Ama Ece Ayhan da “yasaklı” olan her alana girebilen bir şair değildir. “Kürt çiçekleri” bir istisna olarak duruyor ve oldukça erken bir tarihte yazılmış bir dize, 70’lerde… Orhan Koçak, Ergin Günçe'nin bir ölçüde “Kürt duyarsızı” olduğundan bahsediyordu.[17] Peki, Ece Ayhan için ne söyleyebiliriz? Ece Ayhan’da da pek rastlanan bir olgu değil, yalnız bir yer hariç: Koparılmış Kürt çiçekleri… Henüz 70’lerde yazılmış bir kesit. Koçak, bunun önemli olduğunu düşünüyor ve ekliyor.

“Tarih önemlidir: 1970. Ayrı bir kimlik olarak Kürtlük, 1920’lerin ortasından 1960’lara kadar bütün bir dönem boyunca bu kültürün bastırılan, nerdeyse bilinç eşiğinin dışında tutulan ‘gizli’ öğelerinden biri olmuştur. 60’ların sonlarına doğru bir kez daha su yüzüne çıkan Kürt muhalefetiyle birlikte, Kürtlük de yerli ‘sentez’ içindeki bir öğe olmaktan uzaklaşarak bir başkalık olarak belirmeye başlar.”[18]

Sayılmaz mı demek istiyor, Koçak? 70’ten önce şairin yazdıklarına bakıp İbranca, Kirmastorya, Frank Krallarının eski hüznünden, ancak Devlet ve Tabiat ile “yerli” bir meseleye geldiğine değiniyor. Zaten bu da tektir, başka bir örneği yok. 90’lardaki söyleşilerinde dahi Kürtlük meselesine fazla değinmez. Alevilik de bu değinmeme hâline dâhildir. “Beşiktaşlı Kuşçu Baba”, bir Bektaşi dedesinden daha fazla yer kaplıyor gibidir. Bektaşilik de sanki bir tür modern dervişliğe vurgu olduğu gibi, diğer bir yandan Yeniçeri Ocağı’nın siyasal temsili olması, Bektaşiliğin Ece Ayhan şiirinde ağırlık kazanmasının en önde gelen nedeni olsa gerek. 

Tuhaftır, Ece Ayhan’dan ne Ermeni pogromuna ne Kürt siyasal durumuna dair “ezilenler”, “katledilenler” üzerine bir şeyler duyabiliriz. Eğer şiirlerinde sıklıkla işlediği devlet şiddetinin büyük şemsiyesi altına bu bağlamları yerleştirmeyeceksek tabii.

Yazın yaşamının başında beklenebilir bir şey değildi belki. Ama özellikle 80 sonrasında az şiir yazsa da; Ermeni pogromlarına, Kürt isyanlarına dair bir şey söylememiş olması, şairin son dönemindeki anti-Kemalist çizgisini koruduğunu ve kristalize ettiği tezlerini tekrarladığını doğruluyor.

Son olarak bu bağlamda, “Gül Ağacından” öyküsü, ilginç ayrıntılar içerir. Cumhuriyet’in lağvedilmesi “birinci katlara koyulan bomba” metaforuyla anlatılır bu öyküde. Hemen ardından ironi ile tamamlanır, “birinci katlar”: “Cumhuriyetçiyim ben, kardeşim!”. 60 öncesinde Cumhuriyetçiliğin DP istibdadına karşı önemli bir argüman olduğunu unutmayalım. Aynı Ece Ayhan, 27 Mayıs sonrasındaki Edebiyatçılar Birliği’nde “DP yandaşı Edebiyatçıları” attırmakla meşguldü.[19] “Gül Ağacından” öyküsü bu bakımdan önemli.

“Gazeteleri almış, bir iki dergiyi de bedava tarafından anlamlı bakışlar altında sakıncayla karıştırıyordum. Rejimi yıkmak isteyen bir adammışım gibi. Ben cumhuriyetçiyim diyorum size, bunda işgillenecek ne var. Ama iş yine de büyük yapıların birinci katlarına konacak iyi bir bombaya bağlı.”[20]

Ece Ayhan’ın bahsettiği, Paris Komünü’nden kalma bir “Sosyal Cumhuriyet” ideası değilse, ki değildir, Cumhuriyet ile olan mesafesi anlaşılır. Bir yandan ironik bir kesittir “cumhuriyetçiyim” nidası. Öyküdeki “Krallara” karşı vurgulama dikkat çekici. Kralcılık talebi, DP’nin istibdatına yönelik olabilir. Bu yüzden açık değildir öykünün ironisi. “Birinci katlara koyulacak bomba” ise, “rejimi yıkmak istiyormuş” gibi yapan adamın düşüncesi ile tamamlanır. Arada bir konumdur, ama devlete ve Cumhuriyet’e olan mesafe barizdir. “Pes ben de Cumhuriyetçiyim” şiiriyse, Çok Eski Adıyladır kitabındadır.

“1. Konuşuluyordu mahallerde iç ve dış, Enver çıkmış! ve 28 atlı.

Koşup gelmişlerdi kasnaklı davulların dövüldüğü hoş Sancak’a.”[21]

Şair, bu son döneminde; İttihatçılarla, Enver Paşalarla, Resneli Niyazilerle politik, siyasî ve tarihsel duruşunu birtakım simge isimler üzerinden anlamlandırmaya çabalar. Böylece ilk dönemindeki (ilk üç kitabını kastediyorum) hikâyeye gizlenmiş, çağrışımı yüksek, imge tekniği yöntemi; şairin son döneminde daha “açık” bir şiire terk edilmiştir. Söylem “sımsıkı” durur, ama başkalaşım belirgindir. Bir bakıma şiirler dilsel gerilimini kaybetmiş, kendiliğinden yerleşik bir dile evirilmiştir. Ahmet Soysal da aynı kanıdadır.

“Beşinci kitap, Zambaklı Padişah daha az iddialı bir yapıttır. Küçük parçalardan oluşmuştur. Kimileri, Kınar Hanım’ın Denizleri’ndeki yalınlığı çağrıştırmaktadır. İkinci ve üçüncü kitaplarda gezindiği uç noktalarda olmayışımız bu yapıtla daha da belirginlik kazanır. /…/ Bir yıl sonra Çok Eski Adıyladır yayımlanır. Alt başlığı, niteliği konusunda ipucu verir. ‘Meclislikler, Minyatürler’. Sondan başa dizilmiş bu 42 düzyazı ‘minyatür’, biçim olarak Ortodoksluklar’ı çağrıştırsa da, o yapıttaki karanlığı, gramer sapmalarını, şiddeti içermez.”[22]

Sadece şiirin enerjisi değil, tarih bağlamı da gevşemiştir. Şairin önceki şiirlerinde görülen burjuvaziye olan çoklu nefret, anti-Kemalist bir doğrusallığa hapsolmuştur. Ece Ayhan şiirinin geldiği bu son evre; şairin ilk üç kitabına nazaran, şiirlerde yoksulluğun, yoksunluğun, dişil savunmanın, kimlik bunalımının gerilimini kaybetmesine neden oldu.

 

[1] Mor Külhani içinde “İkinci Yeni Şiirinin Uzağında”, Orhan Kahyaoğlu, NeKitap, 2004, s. 95
[2] Yaklaşma Çabası, Necmiye Alpay, Edebi Şeyler, 2018, s. 98.
[3] Bütün Yort Savul’lar, Ece Ayhan, 12. Baskı, YKY, s. 235.
[4] Eşsiz Olana Yakınlık, Ahmet Soysal, Kanat Kitap, s. 53. 
[5] Yalnız şair her iki düşünürden de konuşmalarında alıntı yapması, gerek Mardin’in gerekse Küçükömer’in ideolojik bağlamlarını benzeştirdiği yanılsamasını doğurur. Oysa aralarında ideolojik bakımdan ciddi bir uçurum var.
[6] Poelitika içinde, Akif Kurtuluş, Ortadünya Yayıncılık, 2009, s.111.
[7] Age., s.126.
[8] Morötesi Requem, Ece Ayhan, s. 79
[9] Bütün Yort Savul’lar, Ece Ayhan, s. 237.
[10] Masis Kürkçügil, Duvar Dergisi, 5. Sayı, Söyleşen: Ali Çakmak.
[11] Agy., Duvar 5
[12] Bugünde aynı sorunlarla tebelleş olmuyor muyuz? CHP hâlâ solu mu temsil etmektedir? Bugünden bakıldığında, HDP’nin ya da diğer sol-sosyalist öbeklerin de CHP karşısında aynı sorunla boğuştuğunu rahatlıkla gözlemleriz.
[13] Hatta tam tersine, günümüzde CHP’nin AKP ve tek adam hegemonyasına karşı “muhafazakâr” kitleleri de kapsama telaşı yüzünden, İdris Küçükömer’in başlangıçtaki tezlerine rahmet okuttuğu bile söylenebilir.
[14] “Ece Ayhan Şiiri Üzerine Bir Araştırma”, Erdoğan Kul, Ankara Üniversitesi Sos. Bil. Doktora Tezi, 2007.
[15] Bütün Yort Savul’lar, Ece Ayhan, s.209.
[16] Age., s.167.
[17] Bir Kalkışma Yüreğinde Çiçek (Ergin Günçe Üzerine), Ali Çakmak-“Tuhaf Bir Çocuk”, Haz: Ali Özgür Özkarcı, Edebi Şeyler, 2017, s. 100-102. 
[18] Kopuk Zincir, Orhan Koçak, Metis, 2012, s.173.
[20] Ece Ayhan, “Gül Ağacından” öyküsü, Dost Dergisi,…
[21] Bütün Yort Savul’lar, Ece Ayhan, s. 210. 
[22] Eşsiz Olana Yakınlık, Ahmet Soysal, Kanat Kitap, 2006, s. 46.