E Evi

Cem İleri'nin Norgunk Yayıncılık etiketiyle okurla buluşan E Evi adlı deneme kitabından tadımlık bir bölüm K24 sayfalarında...

18 Mayıs 2018 14:00

Kitap’ın sayfaları arasında dolaşıyorum.

Bakıyorum.
Görmeye çalışıyorum.
Neyi?

Henüz hiçbir şey yazılmamış olduğunu.
Henüz kitabın yazılmamış olduğunu.
Şimdi, gözlerinin önünde yavaş yavaş bir kitabın şekillenmekte olduğunu.           

Herşey ordaydı. Gözlerimin önünde. Olup bitenler.
Geçenler. Geçmeyenler. Sözcükler. Biçimler. Renkler.
Sözcüklere dönüşen biçimler ve renkler.

Aynı anda hem görüntüyü, hem bu görüntünün parçalanıp yeniden bir araya getirilmesini hem de önüne boş bir kâğıt olarak sunulan kitabı okuyan bir yazar var karşımızda.

Ama suret çoktan gitmişti.
Yalnızca bembeyaz bir sayfa.
Yazılmamış bir kitabın bir sayfası. Tasarlanmış, ama sözcüklere dökülmemiş.
Yazılmayı bekleyen. Boş, beyaz bir kâğıt. Bana bakıyordu. İşte o zaman…

E Evi, Cem İleri, Norgunk YayıncılıkAslında beyaz, boş bir kâğıt değildi karşısındaki. Yazarla birlikte, Erkmen’in tasarladığı makete bakıyorum. Lorem ipsumla “yazılmış” bir kitap bu. Kör yazı. Yazının resmi. Resmin yazısı. Farklı puntolarda harfler, cümleler, paragraflar. Hepsi de geçici olarak orada yalnızca. Bir süre sonra yerlerini gerçek harflere bırakacaklar. Yazarı bekliyorlar.

En çok şaşırdığım bu oldu. Boş bir sayfanın bana bakışı.
Ben de ona bakıyordum. Bu karşılıklı bakıştan doğacak olanı bekliyordum.
Bakışlarımı yoğunlaştırdım.
Hiçbir şey düşünmüyordum. Yalnızca o boşluğu.
Bakışlarımın algıladığı.

Yazar bunu görmüyor mu? Karşısındakinin boş bir sayfa olmadığını, kendisinden önce bir başkası tarafından, başka bir yazıyla, başka bir dilde yazılmış bir metnin karşısında olduğunu, yazar olarak, yazmaya başlamadan önce, bu öteki yazıyı çözmesi gerektiğini, kendi harflerini ancak ondan sonra bu yazının yerine yerleştirebileceğini görmeyecek mi?

Yazar anımsamıyor mu, yazarken, yazmak üzereyken, daha önce yazdıklarını?

Süryaninin bir kitap diye verdiği O, bir kitap değil gerçekte.
Bir defter. Çünkü birinci sayfasındaki O’dan başka hiçbir şey yazılı değil. Sayfaları bomboş. Yazıya hazırlanmış. Perdahlanmış. Çizgileri çekilmiş. Ama tek bir sözcük (O’nun dışında) yazılmamış.
Süryani ne diye bir kitap olarak verdi bu defteri bana?
Yoksa boş sayfaları benim doldurmamı mı istedi?

Google’a “Avvakum” yazıyorum, çıkan görüntülere bakıyorum: Pirkanis, Eleşkirt, Ötegeçe, Çalkavur, Kıllıt, Nareg, Hacırahmanlı...

“Don Quixote’nin yazarı Pierre Menard” geliyor aklıma. “O, bir Quixote yazmak değil -bunu yapmak kolaydır- Don Quixote kitabının kendisini yazmak istiyordu. Söylemeye gerek yok, özgün eseri kelimesi kelimesine yeniden yazmayı aklından geçirmiyordu; onun amacı kopya etmek değildi. Onun akıllara durgunluk veren amacı, Miguel de Cervantes'inkilerle -kelime kelime, satır satır- örtüşecek birkaç sayfa yazabilmekti.”

Erkmen’in kurduğu denklem bu: Erkmen bir kitap yazmak değil -bunu yapmak kolaydır- Kitap’ın kendisini yapmak istiyor. Söylemeye gerek yok, Edgü’nün yerine yazmayı aklından geçirmiyor; onun amacı Edgü’nün yazdıklarıyla -kelime kelime, satır satır- örtüşecek bir Kitap yapabilmek.

 

Cervantes/Menard ilişkisinin çetrefilliğine benzer bir şekilde düzenlenmiş Erkmen/Edgü oyun alanında, yazarın, yazının, kopyanın, taklidin, yinelemenin anlamları değişiyor. Cervantes ve Menard rolleri yer değiştiriyor.

Erkmen bir metin yazıyor.
Edgü bu metnin kelimesi kelimesine aynısını yazıyor.
Edgü, Erkmen’i yineliyor.

Edgü bir metin yazıyor.
Erkmen bu metni öngörüyor.
Edgü, Erkmen’in istediği, beklediği, öngördüğü metni yazıyor.

Erkmen yazara, Edgü takipçiye dönüşüyor:

"Don Quixote’den kabaca aklımda kalanlar, unutkanlıkla kayıtsızlığın da basite indirgemesi sonucu, henüz yazılmamış bir kitabın kesinlikten uzak, oluşum öncesi biçimine eş tutulabilir. Bu (hiç kimsenin itiraz edemeyeceği) biçim esas alındığında, benim önümdeki sorunun Cervantes’inkinden çok daha çetin olduğu kesindir. Nazik selefim rastlantıların yardımını geri çevirmemişti; ölümsüz eserini, kendini dille edebi yaratıcılığın temel akışına bırakarak, biraz da baştansavma oluşturmuştu. Ben tam anlamıyla, onun anlık esintilerle beslenen eserini yeniden kurmak gibi bir görev üstlendim.” Abç.

Borges’in öyküsü, edebiyatın zamandizinsel yapısını, öncelik-sonralık ilişkisini, müellifin konumlarını altüst eden, yorumun aşırıyorumla birleştiği, okurla yazarın birbirinin yerini aldığı, metnin sürekli el değiştirdiği yeni bir biçim ortaya koyar. Yaşamlarını başkalarının metinlerini kopyalamakla geçiren Bouvard ve Pécuchet’nin uzak akrabası Pierre Menard, atıf mekanizmasını sekteye uğratarak, bilinçli anakronizma ve yanlış anıştırma tekniklerini uygulamaya sokarak, her metnin daha başlangıçta bir palimpsest olduğunu kanıtlayan bir kavramsal edebiyat yapıtı yaratır, üstelik tek kelime yazmadan.[1]

 

 


[1] “Kimse Don Kişot’u yeniden yazamaz. Ama Menard’ı, Borges’in dediği gibi, bir ‘kopist’, eski deyişle bir ‘müstensih’ olarak görürsek, ileri sürdüğü görüş doğru olamaz. Çünkü Gutenberg’e değin, insanoğlunun Doğu’da ya da Batı’da tüm kültür birikimi, elyazması kitapları kopya eden kişiler sayesinde oluşmuştur. Borges acaba şunu mu söylüyor: Kitabın üstündeki imza değiştiğinde kitap da değişir.” Ferit Edgü, Sözlü/Yazılı, YKY, s. 109.