Ocean Vuong ile yeni romanı Yeryüzünde Bir An İçin Muhteşemiz, şiir, yazmak, direnmek, mutluluk üzerine konuştuk: “Fantastik bir roman değil, fantastik bir gerçek yazmak istiyorum. Bunu yapmanın yollarından biri de her şeyi kucaklamak.”
19 Ağustos 2021 20:30
Yeryüzünde Bir An İçin Muhteşemiz’i okurken bir konfor alanına giriyorsunuz. Kendi konfor alanınızın dışında ama bir nevi evinizde hissettiğiniz bir yer burası. Vietnam asıllı Amerikalı şair Ocean Vuong’un sarih ve içten cümlelerine sırtınızı yaslıyor, yelkenlerinizi suya seriyorsunuz. Cümleleri kırılganlığını gizlemeksizin yaşamın tüm ağırlığını yüklenmekten çekinmiyor. Kocaman açılmış bir çift göz gibi dikkatle bakıyorlar yeryüzünün her devinimine, her duyguya, eksiltmeden, yermeden.
“Bakmak hayattaki en zor şeylerden biridir” der Hint düşünür Jiddu Krishnamurti. Vuong için de öyle besbelli. “Dünyaya iyileştirebileceği inancıyla bakmanın ardında bir öğreti, varoluşsal bir vaat olduğunu göstermek istedim” diyor söyleşimizde. Bakma ve gözlemleme hüneri “paha biçilmez bir bilgelik” ona göre. Podcast olarak dinlediğim başka bir söyleşisinde yazmaktan “nefret ettiğini” itiraf ediyordu – yarı şakayla elbette. “Çünkü yazmak çok zor, ayrıca gramerim o kadar iyi değil” diye yakınıyordu. “Ama bakmak… işte bakmayı çok seviyorum.”
Deniz Koç’un Vedat Türkali 2021 Çeviri Kurmaca Ödülü’ne değer görülen güzel çevirisiyle Türkçeye kazandırdığı Yeryüzünde Bir An İçin Muhteşemiz’i konuşmak üzere Vuong’la bir Zoom söyleşisinde bir araya geldik. Tıpkı yazdığı her cümle gibi, sorulara özenle, değer vererek cevap veriyor Vuong. Dizelerindeki gibi sık sık imgelere başvuruyor, yazdıklarıyla bütünleştiriyor düşüncelerini. Basmakalıp fikirlere karşı sakin direnci sesinin tınlamasına, vurgularındaki berraklığa yansıyor adeta. Bu dolu dolu sohbette edebiyata, hayata, dile, erkekliğe, kuire, yazmaya, iktidara, şiddete, direnmeye, mutluluğa bakıyoruz birlikte.
Ocean Vuong’un gördüklerine kulağımızı kabartalım.
Türkiye’de okurlar eserlerinizi tersten keşfedecekler. Muhtemelen önce romancıyı tanıyacaklar. Umarız yakında şairi de tanıma fırsatına erişirler. İlk şiir kitabınızı eleştirmenler çok beğenmişti. Ancak Yeryüzünde Bir An İçin Muhteşemiz de şiirle biçimlenmiş bir eser. Yalnızca şiirselliği bakımından değil, romanı yazarken kendi tercihlerinizi belirleme şeklinden dolayı da… Neden ilk şiir kitabınızın ardından roman yazdınız? Ve şiire bağlılığınıza, taviz vermeksizin sadık kalmayı nasıl başardınız?
Sanırım bu sorunun cevabı türümüzün çıkardığı edebiyatın büyük zenginliğinde yatıyor. Gılgamış Destanı’na ya da Vietnam’ın destansı Kieu’nun Hikâyesi’ne kadar geriye gidebiliriz. Bunların ikisi de şiir; bir anlatıya sahip epik şiirler. Daha o zamanlar bile edebiyat türleri arasındaki sınırlar flulaşmış. Modern 20. yüzyıl toplumumuzda edebiyatı mağazalarda raflara koyabilmek için metalaştırdığımızı düşünüyorum. Bir edebiyat eserinin ne olabileceğine dair bu katı koridorları bir bakıma piyasa yarattı.
Amerikan geleneğini düşünürsek, hatta Herman Melville’in Amerikan kurmacasının temeli olarak görülen Moby Dick romanını düşündüğümüzde… Melville, Emily Dickinson ve Walt Whitman’ın yazdığı şiirlerin toplamından daha fazla şiir yazdı. Bunu çok kişi bilmez. Moby Dick, Melville sağken ticari bir başarısızlıktı, o da bu nedenle şiir yazdı. Shakespeare’in oyunlarını, sonelerini de düşünebiliriz.
Bu sınırların benim için asla gerçekliği yoktu. Janr şemalarını ya da mimarisini bir bozma alanı olarak kullanmak ilgimi çekiyor. Truva Atı metaforuna derin bir hayranlık duyuyorum. Hep “Truva Atım nasıl görünüyor”, “Nerede Truva Atı için bir fırsat var” diye düşünmeye çalışıyorum. Bu roman bir anlamda şiir için bir Truva Atı. Şiir, roman görünümlü teknenin içinde. Ama şiir aslında hep oradaydı. En sevdiğim bazı romanları şairler yazmıştır. James Baldwin… Raymond Carver yazarlığa bir şair olarak başlamıştı. Denis Johnson, Joyce Carol Oates…
Roman yazmak bana hiç uzak değildi. Roman yazmak istiyordum çünkü zaman çizgisini uzatmak istiyordum. Lirik şiir çok kısa, zamanda bir an. Sıklıkla zamansızlığa erişmenin bir yolu olarak görülür şiir. Ancak zamanın nasıl tükenebileceği konusu daha çok ilgimi çekiyordu. Zamanın nasıl tamamlanabileceği ve bitebileceği… Roman bunun için harika bir araç, çünkü karakterleri gün gün izlemek, bedenlerine doğru yönelmek gerekiyor. Yemek yemeliler, ihtiyaçlarını gidermeliler, çalışmalılar, uyumalılar… Bu romanda emek konusu çok ilgimi çekiyordu. Emek üzerine yazmanın en iyi yolu da bedenin sürekli, durmak bilmeyen biçimde şiddete uğraması. Roman yazmak bu süregelen baskıyı bir bölümden bir diğerine taşımanın harika bir yolu.
Beri yandan bu bir mektup roman. Dolayısıyla alıştığımız roman yapısını izlemiyor. Ana konu belirlemekten, baştan sona doğrusal bir olay örgüsü oluşturmaktan kaçınıyorsunuz. Kapanışlara riayet etmiyorsunuz. Bilinçli bir bütünlük eksikliği göze çarpıyor. Neden klasik anlatı yapısının kuralları size çok kısıtlayıcı geldi ve duvarları yıkma ihtiyacı duydunuz?
Evet, bu benim gerçekten ilgimi çeken bir şey. Bana kalırsa her şey en başta yıkılmış haldeydi, ancak yine ticari olarak pazarladık. Atölyelerin, yaratıcı yazarlık okullarının bunda da bir sorumluluk payı olduğunu düşünüyorum. Freytag Piramidi adını verdiğimiz dramatik yapıyı yarattılar. Olay örgüsünün gelişerek doruğa doğru yöneldiği, ardından dekreşendo ve sonucun olduğu o ters tik işareti… Bu bana hep çok sahte gelmiştir. Böyle bir kitap okurken sanki yazarın bana bir ip bağladığı hissine kapılırım. Bir süre sonra kendimi bir kukla gibi hissederim ve kitabı neden okuduğumu sorgulamaya başlarım. Sanki kitabın dünyasına katılmam isteniyormuş gibi değil de, zorla sürükleniyormuş gibi hissederim kendimi. Ayrıca konuda son derece kapitalist bir taahhüt de var. Polisiye roman katilin ortaya çıkacağını, gerilim romanı cesedin bulunacağını taahhüt eder; tıpkı bir cips paketinin tutarlı ve bütünlüklü bir ürün taahhüt ettiği gibi…
Bu bir yandan patriarkal orgazm doğrusuna da çok benziyor. Çok fallik, değil mi? Olay örgüsü önce doruğa doğru yükselir, oradan da boşalmaya doğru yönelir. Bu bir nevi en değersiz sanat ya da malzemelerin ne yapması gerektiğine dair bakışımızı gösteren bir inşa, yani bir ihtiyacı gidermek. Sadece ihtiyaç gideren bir kitap istemiyordum. Hikâye anlatıcılığının neler yapabileceğinin sınırlarını test eden bir kitap istiyordum. Ve bu çok radikal bir şey değil. Eğer Melville’e geri dönersek, Moby Dick benim için çok ilham verici bir kitaptı, çünkü kitapta o kadar çok tali konu vardı ki... Yirmi sayfa boyunca Londra ve Amerika’dan balina illüstrasyonları karşılaştırılıyordu mesela. Yirmi sayfa boyunca bir balinanın derisinin nasıl muntazam bir şekilde yüzüleceği ve yağlarının nasıl ayrılacağı anlatılıyordu. Hem bir seyahat günlüğü hem de Melville’in ilham aldığı, Shakespeare’yen bir oyundu. Teolojiden, ayinlerden ilham alıyordu. Seyahat günlüğü ve deneme, teorik ve teolojik bir yapıttı aynı zamanda. “Vay canına! İşte buyurun, daha önce yapılmış” diye düşündüm.
Melville merakını kendinden esirgemedi. Ben de aynı özgürlüğü istiyordum. Bir Amerikan romancı olarak “Ben de merakımı kendimden esirgemezsem acaba ne olur” demek istiyordum. Ve zordu, biliyor musunuz… Kitabı yayıncılara teslim ettiğimde bazı yayıncılar beklenir tepkiler verdi. “Çok güzel bir kitap ama çok fazla konusu var. Sadece bir veya iki konu gerekiyor bize, altı değil.” Ben de onlara “Üzgünüm, hayat bir iki konudan ibaret değil” dedim. “Fantastik roman yazmaktansa, sanatın hayatı nasıl uyarlayabileceği ile ilgiliyim” dedim. Bunlar bir formun, kuralların ne kadar gerekli olduğunu test edebilmek için verilen bilinçli kararlar. Bence bu kitabın nihai tezi tam da bu: Bozgun çoğu zaman çok güçlü ve güzel bir alternatif, yeter ki bu yolu seçmemize izin verilsin.
O halde başarısızlığa uğramakta, roman teorisini yüzüstü bırakmakta bir cüret var.
Evet, ve bu çoğu zaman bir başarısızlık alanı olarak kuire ya da eşcinselliğe dair fikirlerle bağdaştırılıyor veya ilintilendiriliyor. Ancak ben bunu kucaklardım ve derdim ki: “Ne olmuş başarısızlık alanıysa?” Başarısızlık son eylem değil. Başarısızlık inovasyonun, kendinle hesaplaşmanın ön koşulu. Başarısızlık şunu söyleyebilmemizi sağlıyor: “Orada başka ne var? Başka nereye gidebilirim?”
Bu anlamda kuir benim için bu kitabın gücünü aldığı temelin ta kendisi: Başarısızlığın bir son olmadığına dair güven ya da inanç. Başarısızlık benliğini kaybetmek demek de değildir, geleceğe doğru gerekli bir önkoşuldur.
Yeryüzünde Bir An İçin Muhteşemiz bir oluşum romanı, bir Bildungsroman. Birinci kuşak Asyalı-Amerikan bir göçmenin gözünden bir kuir anlatı. Romanın ana karakteri Küçük Köpek bir yandan Amerikan Rüyası’nın, beri yandan da erkekliğin çıtalarıyla karşı karşıya. Hikâye bu fazlaca basitleştirilmiş özetten çok daha derinlikli elbette. Neden bakışınızı oluşum romanına çevirmek ve ilk romanınız olarak böyle bir anlatı kaleme almak sizin için önemliydi? Neden bunun anlatılması gereken bir hikâye olduğunu düşündünüz?
Amerikan kurmacasında zengin bir Bildungsroman geleneği var. Ancak bu kitabın ayrıca bir Künstlerroman olduğunu da düşünüyorum. Künstlerroman Almancada “sanatçı romanı” anlamına geliyor. Bu kitap hem bir oluşum romanı hem de bir sanatçı beyannamesi.
J.D. Salinger’ın Çavdar Tarlasında Çocuklar, Sylvia Plath’ın Çan Kavanozu gibi Amerika’nın klasikleşmiş oluşum romanlarında ana kahramanının gelişimine dair çok kısıtlı bir alan olduğunu hissettim. Ana kahraman ergenlik çağında birtakım zorluklar yaşıyor, ardından ya yetişkinliğe erişiyor, ya üniversiteye gidiyor ya da bir yere varıyor. Ve her şey benlikle, bireysel gelişimle veya büyümeyle ilgili. Bense Bildungsroman’ı bir topluluğun hikâyesi olarak uyarlamak istiyordum. Şunu öne süren bir hikâye: Ergenlik çağında bir ana kahraman, onun var olmasına imkân veren insanlardan bağımsız bir şekilde büyüyemez. Onu büyüten kadınları ve onların travmalarını dahil etmeden… Bildungsroman’ı son derece mikroskobik, büyütülmüş bir bakıştan daha tarihsel bir bakış açısına genişletmek istedim.
Salinger ve Plath’in romanlarında hikâyenin öncesinde yaşananları bilmiyoruz. Ana kahramana doğru ilerleyen bir tarih göremiyoruz. Yalnızca şimdiki zaman ve yetişkinliğe doğru dar bir çerçeve var bu romanlarda. Ben bütün tarihi ve etrafındaki insanları da çemberine alan bir Bildungsroman istiyordum. Bir insan büyürken sanatı da oluşur. Ve her ikisini de hayatta ailesiyle ve içinde bulunduğu toplulukla birlikte ilerleyerek yapar.
Aynı zamanda erkeklik de kitabın önemli bir teması. Kitapta siz iki zirveyi birden reddediyorsunuz: Erkekliği ve Amerikan Rüyası’nı. Burada da başarısızlıktan bahsedebiliriz belki. Zirvelere ulaşamamak özgür kılmayı, belirli bir özgürlüğe erişmeyi sağlıyor. Toplumun böylesine dayatmış olduğu anlatıların reddinde belirli ölçüde bir özgürleşme olabileceğini düşünüyor musunuz?
Gerçek bir özgürleşmenin mümkün olduğundan emin değilim. Nihayetinde Amerika’da ödediğimiz bazı vergiler doğrudan silah üretimine gidiyor. Ve bunlarla ilgili herhangi bir söz hakkımız olmadan dünyanın bir yerlerine bombalar atılacak. Oy verdiğimize, oy verme özgürlüğüne sahip olduğumuza, oyumuzun sesimiz olduğuna dair bir ön kabulümüz var. Ancak oylarımız sık sık kendi değerlerimize aykırı işler yapan siyasetçilerin fonlanmasına sebep oluyor. Yolsuzluk ya da etik sınırların nerede flulaştığını dikte eden, kemikleşmiş bir sistem sonucu. Bu anlamda, benim bakış açıma göre bu ülkede gerçek bir özgürleşmenin mümkün olduğundan emin değilim.
Ama eğer edebi şekilcilik açısından düşünecek olursak, o zaman evet. Kaçmak arayışı mümkün kılıyor. Olay örgüsü formülünü reddetme sebebimin kalbinde şu yatıyor: Romanın denemeye yakınlaştığı zaman en saf ya da ümit verici halinin ortaya çıktığını düşünüyorum. Fransızca etimolojik anlamıyla “essayer” yani denemek, aramak, arayışa çıkmak diye düşündüğünüzde bile… Benim için en iyi roman aslında bir arayıştır. Varacağımız yeri bilmiyoruz. Değerli bir yere gidebilmek için yolun dışına çıkmamız gerekiyor. Romanda şöyle bir cümle geçiyor: “Yollar seni ancak bilinen yerlere götürebilir. Yolların altında bir toprak parçası var –hep oradaydı– ve orada kaybolmak asla yanılmak demek değil.” Sanırım edebi uğraşlarımın asıl tezi bu. Hem şiirlerimde hem düzyazıda.
Yazma şeklinizde en çok hayranlık duyduğum şeylerden biri de –ki belki yazıya deneme olarak yaklaştığınız içindir– bütün gerçekleri, bütün paradoksları eşzamanlı olarak ifade edebilmeniz. Bütün bu dağınıklığın, karmaşıklığın, ikircikliğin ortasında duyguların birbirini inkâr etmesini beklememesi hüneri. Şiddetle şefkati aynı anda görebiliyoruz; arzuyla tiksintiyi, korkuyu da… Güzellikle çirkinliği de… Birinin varlığı diğerini ortadan kaldırmıyor. Bunun kültürümüzün içindeki “birinden biri” söyleminin bir eleştirisi mi olduğunu merak ediyorum.
Sanırım öyle. Çünkü dünyaya geldiğimizde –biraz felsefi bir cevap vereceğim, belki sonu bir yere varmayabilir– ikiliklerle düşünmüyoruz. Medya, kültür, çeşitli sitemler dünyayı birinci seçenek veya ikinci seçeneğe indirgiyor. Erkek ya da kadın. Cumhuriyetçi ya da demokrat. Sol ya da sağ. O güzel karmaşıklıklarımızı parçalara bölmeyi, ayırmayı ve görmezden gelmeyi sonradan öğreniyoruz. Bunu da “eğitim” vasıtasıyla yapıyoruz. Sanatın yapabileceği en iyi şeylerden biri de bir çocuğun zihnindeki karmaşıklığın bu güzel saflığını yeniden kazanmak. Sanatın önemli bir kısmının toplum tarafından yok edileni ya da kenara atılanı kurtarmak olduğunu düşünüyorum. Bu yüzden bir polemik yazısı yazmanın yanında yaptığım şeyin çok tabii olduğunu düşünüyorum, ya da iyilik ve kötülüğe dair derin biçimde ikili bir kitap yazmanın yanında. Ve bu bahsettiğim gözünüzün önünde, eğer ki bakabilirsek…
Yetenek ya da hünerden ziyade dünyaya derinlemesine bakmanız gerekiyor. O zaman göreceksiniz ki “birinden biri” yanlış bir paradigma. Gerçekte öyle bir şey yok. Neye derinlemesine bakarsanız aslında her şeyin birbiriyle bağlantılı olduğunu fark ediyorsunuz. Ve her şey kendine özgü koşullar içinde ilintili. Mesela kimyayı düşünün. Elinizde bir atom var, hidrojen. Bir de oksijen. Ayrı ayrıyken ikisi de farklı şeyler ama onları yan yana koyduğunuzda ortaya su çıkıyor. Sadece yakınlaşma, dönüşüme neden oluyor. Dolayısıyla fikirler ve insanlar arasında, hatta uluslar arasında da net sınırlar yok. Sanat benim için görmezden gelmemizin öğretildiği şeyleri geri kazanmanın, onlara geri dönmenin bir yolu. Kendimize dair, göz ardı etmemizin öğretildiği güçlü bir şeyi kurtarmanın yolu.
Ve de bu kadar basit bir teknikle… Ki bunun bahsettiğiniz üzere birçok sonuçları var. Toplumsal normların, ahlakın, ideolojilerin ya da kimliklerin büyük bölümü ikiliklere, “birinden biri” söylemine dayanıyor. Bu bizim belki de gerçekliği olduğu gibi görmemizi engelleyen bir zaaf yaratıyor. Şiirlerinizi ve sonrasında romanı okuduğumda hissettiğim de buydu. Çok sahici olduğunu, gerçek olduğunu hissettim. Oysa bazı romanlarda hep bir şeylerin eksik olduğu duygusuna, izlenimine kapılırız. Sanki bir şeyler gizlenmiştir, kenara atılmıştır.
Gerçeklik edebi bir yöntemdir. Toplamakla alakalıdır. Yazarı hep bir şey üreten biri olarak düşünürüz. Şairin (“poet”) Yunanca kökeni “yapmak” anlamına gelir. Ama asıl uğraşı görmek ve toplamak. Yazarın yapan birisinden çok, dünya üzerine bir gözlem koleksiyoncusu olduğunu düşünüyorum. Yazının üretimi en son eylem. İşin sadece yüzde 10’u. Kalan yüzde 90 gözlem ve dünyaya dikkatle bakmak. Yararlanabileceği şeyleri alıp yeni bir şey yapmak. Bu anlamda yazar olarak yaptığım işi bir hurda sanatçısına benzetiyorum. Çöplerden farklı bir şey çıkarmak. İnsanların attığı şeylerden yeni bir heykel üretmek.
Gözlemlemek… Sanatınızı bu şekilde tanımlamanız görmezden gelmeye karşı da en etkili yol aynı zamanda.
Sanıyorum şu sözler Simone Weil’e aitti: “En sahici önemseme eylemi gözlemlemektir.” Bu söz bence çok doğru. Ben de bir bakıma bunu kitapta farklı şekilde şöyle ifade etmiştim: Bir şeye bakmak bütün hayatını onunla doldurmaktır. Yalnızca birkaç saniye için olsa dahi…
Kullandığınız dilde de büyük bir sarahat var. Vaizin kibirli sarahatinden ziyade, zanaatı için çok uğraş veren işçinin sarahati gibi. Fikirleri ifade etme azmini görüyoruz. Dilin kısıtlı olduğunu kabul etmenize rağmen neden dilden ve anlamdan vazgeçmiyorsunuz?
Dil işlevsel açıdan sınırlı bir araç, değil mi? Kısmen amacı da sınırlı olmak, çünkü tanımlaması gerekiyor. Definition (tanım) kelimesinin içinde finite (sonu olan) kelimesi var. Bir başka deyişle bu kelime bu anlama gelmeli, şu kelime ise başka bir şey. Şu kelimesi bile, şu olmak bile bir şey. O kelimeden önce bu olmak fikrinin yanında şu olmak fikri yoktu. Dolayısıyla tanımlamaların birbirlerini bir nevi savuşturmaları gerekiyor. İşlevsel olabilmeleri için sınır koymaları lazım.
Buradaki çelişki ise şu: İnsan bilincini genişletmek umuduyla sınırlı araçlar kullanıyoruz. Buradaki zorluk kelimeler ya da dil özelinde değil ama daha çok cümlelerde, paragraflarda, romanda. Daha büyük bir şey inşa etmek için sınırlı parçalar kullanıyoruz. Bir mozaik gibi. Küçük bir çömlek parçası, bir cam kullanıyoruz. Tek başına hiçbir şey. Ama bütün renklerine bakıyorsun ve bir duvarda sıvanın üzerine yerleştiriyorsun. Bir resme, mozaiğe dönüşüyor. Bu hünere olan inancımı kaybedemem. Bize vaat ettiği çok şey var.
Ayrıca, çömlek parçalarının aksine, kelimeler değişirler. Sabit değillerdir. Zamanla, kullanımla birlikte dönüşürler. Ömürleri vardır. Bir yazar olarak kendimi ölü nesnelerle çalışırken görmüyorum. Yaşayan nesnelerle çalışıyorum. Bu da çok heyecan verici bir şey.
Ancak dilin sınırlarını göstermek için dili infilak ettirmekten, parçalamaktan, zor kullanmaktan daha kolayı olamazdı. Oysa dili ısrarla önemsiyorsunuz. Dünyayı gözlemlediğiniz gibi dili de gözlemlemeyi seviyorsunuz. Kitapta da kelimelere dair çok sayıda gözleminiz var. Mesela laughter(kahkaha) kelimesinin slaughter (kıyım) kelimesi içinde olduğu gibi. Her gün kullandığımız kelimelerin ne kadar şiddetle dolu olduğu gibi. Anlamdan umudunu kesip kelimelere daha da şiddet yüklemektense onları yeniden kazanmaya çalışıyorsunuz.
Hepimiz bunu yapma şansına sahibiz. Bu yüzden deyimleri, lehçeleri, yerel dili, hatta bazılarının tabiriyle argoyu çok severim. Standartlaşmış eğitim bize argonun alçaltıcı, standartlaşmış kullanımın yanında daha değersiz olduğunu söyler. Ancak yerel lehçe ve argoda innovasyon vardır. Deyimler gelişimin alanıdır, avangarddır. Dilin bulunduğu noktaya göre öncüdür. Yeni terimlerin doğduğunu görmek çok heyecan verici. Mesela “Netflix and chill” (sevişmek), “throwing shade” (ima etmek). Bütün bunlar son derece heyecan verici çünkü bizim de dilin aktif katılımcıları olduğumuz anlamına geliyor.
Dil sabit değil. Ama en azından Amerika’da bize bunu unutmak öğretiliyor. Muntazam İngilizcenin, kuralların sabit olduğu söyleniyor bize. İş piyasasına girebilmek için bu kurallara hâkim olabilmemiz gerekiyor. Eğitimin toplamdaki amaçlarından biri piyasaya, kapitalizme fayda sağlayacak, saygıdeğer bir İngilizce kullanımına sahip olmak. Herhangi bir sapma alanı yok. O zaman çok muhafazakâr ve açık konuşmak gerekirse ruhsuz bir uğraş haline geliyor. “Patronuna e-posta yazabilmen için sana bütün kuralları öğreteceğim” diyen öğretmenlerim vardı mesela. Biz sadece bundan mı ibaretiz? 15-16 yaşında bunu duymak o kadar üzücü ki… Dilin bütün güzelliği içinden yalnızca patronlarımıza mahcup e-postalar yazarken mi bir fayda sağlıyoruz?
Şiirde zevk almanızı sağlayan çok şey var, bunu unutmak istemiyorum. Edebiyata dair büyük fikirler, büyük teoriler, büyük siyasi beyanlar var. Ama günün sonunda beni hayat döndüren kelime oyunu yapmanın verdiği zevk. Sadece bu. Kelimelerle oynama zevki. Burada oyun var. Burada mutluluk var, deney var. Yeni bir şeyler yaparken ters gidebilecek çok fazla şey var. Bu da bana heyecan veriyor.
Burada mutluluk kelimesini kullanmanız çok hoşuma gitti, zira okuduğumda, öfke bir gibi bir seçenek varken bunun yerine mutluluk için çabaladığınızı hissediyorum. Peki, bu mutluluğu hasar görmeden nasıl kucaklayabiliriz?
Şiddete arkamı dönmek istemiyorum, çünkü bu da hayatın bir parçası. Fantastik bir roman değil, fantastik bir gerçek yazmak istiyorum. Bunu yapmanın yollarından biri de her şeyi kucaklamak. Mutluluk ve güzellik hayat için ödenen bedele bağlı. Küçük Köpek’i yetiştiren kadınlar mesela, savaştan kaçan göçmenler olarak travmaya uğrayan ve acılar çeken kadınlar. Küçük Köpek’e ısrarla öğrettikleri en hayati ve kalıcı şey, güzelliği nerede bulacağı. “Şu kolibriye bak.” “Şu mor çiçeğe bak.” Ona dünyanın tıbbi gücünü nasıl biçeceğini gösteriyorlar. Çünkü dünyanın canınızı yaktığını biliyorlar.
Küçük Köpek’e sunulan paha biçilmez bilgelik bu. Bakma ve gözlemleme hüneri. Seyirci ya da tanık olmak hep pasif bir iş diye öğretilir. Sadece bakan biri. Bakmanın bir tesiri yok. Ama aslında aktif bir bakma eylemi olduğunu göstermek istedim. Dünyaya iyileştirebileceği inancıyla bakmanın ardında bir öğreti, varoluşsal bir vaat olduğunu… Çünkü dünya daha önce zarar verdi. O kadınlar Küçük Köpek’e bunu öğretiyorlar ve bahsettiğim eserlerimin çoğunda da önemli bir tezdir.
Bu söyleşiyi, Türkiye’de bir onur yürüyüşünün daha polis şiddetine uğramasının ertesi haftası gerçekleştiriyoruz. Her sene LGBTI+’lara yönelik şiddet artıyor. Bu sene de polis İstanbul’da bir parkta piknik yapmak için toplanan insanları darp etti. Bundan bahsediyorum çünkü mutluluk üzerine konuşuyoruz. Türkiye’de son yıllarda en dirençli gruplar kadınlar, bazı durumlarda öğrenciler ve LGBTI+’lar olduğunu gözlemliyorum, çünkü direnişlerinin kurucu unsurları arasında çok fazla mutluluk var. Sizin eserlerinizde de mutluluk arayışı direnci artırmanın ve bir direniş alanı bulmanın bir yolu gibi hissediliyor.
Kesinlikle. Onur Ayı’nda İstanbul ve dünyanın birçok yerinde kutlamaya karşı muhafazakâr şiddeti düşündüğümüzde bunu fark etmiyoruz. Çünkü yaşanan tam da bu: Heteronormatif düzene itaat etmesi beklenen insanların aslında çok mutlu olmasına duyulan korku. Mutluluk ve kutlama bir tehdit. Bu bana gücün çoğu zaman yıkımla, şiddetle ve fetihle bağdaştırıldığını hatırlatır. Ki bu belirli ölçüde doğru. Ama çoğu zaman görmediğimiz şey şu: Güç, mutlak güç bana göre hüzünle eşdeğer. Bunu yapan insanların hiçbiri mutlu değil.
Bunun çok eğitici bir tarafı var: Güçlerini kati bir şekilde reddetme hüneri. Böyle bir gücü istemeyiz bile. Burada değerli bir şey olduğunu gördüklerinden ya da iddia ettiklerinden de değil. Dikkatle baktığınız zaman “bunu istemem” diyorsunuz. Neden seni bu kadar mutsuz eden bir şeyi isteyeyim ki? O kadar ki, mutluluğum bile seni tehdit eder hale gelsin? Sende kalsın. Hepsini alabilirsin. Bu esnada biz kutlama hakkımızı korumak için mücadele edeceğiz. Ama bana sundukları şeylere gelirsek, bunları istemezdim.
Bu ayrıca edebi açıdan da geçerli. Genç bir öğrenciyken asla seks üzerine ve büyükanneler üzerine yazmamam gerektiği söylenmişti bana. Çok garip, değil mi? Türkiye’de nasıl bilmiyorum ama Amerika’da çok garip kurallar var. Büyükanne yok. Seks yok. Bana kalırsa bu Amerika’nın “temel değerlerini” çok iyi gösteren bir şey. Yaşlanma korkusu. Yaşlanmanın bilgelik ve kudret değil, zayıf düşmek, işlevini kaybetmek olduğu. Makinenin çarkı paslanmış, o halde yaşlılık evine at. Gözden uzak bir yere götür.
Beri taraftan seks korkusu var. Bedensel zevklere dair duyulan şu püriten, ultra Hıristiyan, Viktoryen bezginlik. Cinsel zevkin grotesk bir şey olarak görülmesi. Bunlar sahiden olan şeyler ve ben de bu kuralları reddetmek istedim. Bu yüzden kitapta seks tekrarlanan bir şey. Olay örgüsünde bir pasaj değil. Karakterlerin ilerlemek için, evlenmek için ya da her neyse, yaptıkları bir şey değil. Tekrar ve tekrar seks yapıyorlar, çünkü bu bir deneyim. Birçok kuir için burası bizim mahkûm olduğumuz biricik yer. Kitapta birçok defa dönmem gerekti çünkü seks bir kapı aralığındaki gibi geçtiğin bir eşik değil. Bir hayat, bir hayatta kalma yolu. Ve mutluluğun yolu.
Bu sahneler romanın en güzel sayfalarından bazılarını oluşturuyor. Şiir kitabınızdaki en güzel şiirlerinizden biri de “Mastürbasyona Övgü”. Büyükanneler hakkında söyledikleriniz de çok hoşuma gidiyor. Anneannem de bir terzi – şimdiki zaman kullanabildiğim için çok şanslıyım. Büyükanneniz ve manikür salonu işleten anneniz hakkında konuştuğunuz zaman benzer duygular hissediyorum. Edebiyata dair konuştuğunuzda özünüze dönme ihtiyacı duymanızı, edebiyatı aileniz üzerinden, sıradan emekçi ethos’u üzerinden anlatmanızı çok seviyorum.
Ve bunun küresel, türler arası bir ethos olduğunu düşünüyorum. En güzel hikâyeler hep aile üzerinedir. Evrensele inandığımdan emin değilim, ama bu hariç. Hepimiz erkek çocuk olmanın ne olduğunu biliriz. Bunun ne kadar karmaşık olabileceğini, sevgi dolu veya can acıtıcı olabileceğini… Nereden gelirsek gelelim, ne yaparsak yapalım, çocuk olmanın, ebeveyn olmanın neye benzediğini biliriz. Birçoğunun içinde biricik olmanın neye benzediğini biliriz.
Bizi bu dünya için yetiştiren insanlar hakkında daha iyi yazmalıyız. Onlar hakkında derinlemesine yazmalıyız ve onları sığ karton şekillere dönüştürmemeliyiz. Bunu onlara borçluyuz.
Son soru için kitaplarınızda bulunmayan, amcanızın intiharıyla ilgili yazdığınız denemenin son paragrafını okumak istiyorum.
“Sanatın ve özellikle şiirin gücü ve geçerliliğinin, amacının, onlara duyulan ihtiyacın anaakım tarafından sürekli sorgulandığı; bir kuşağın saplantılı biçimde görünüşüyle, durum güncellemeleriyle, filtrelerin pırıltılı ışığında yıkanan (düzeltilen?) gülücüklü selfie’leriyle meşgul olduğu; birbirimize yüksek sesle “Kırıldım. Korkuyorum. Şimdi ne olacak?” demenin giderek zorlaştığı bir çağda şiir, yangından kaçış merdiveni gibi, tüm zayıflığı ve cılızlığıyla benim en katıksız direniş mimarim haline geldi.
İhtiyaç duyduğum kadar dürüst olabileceğim bir yer – çünkü yangın benim evimi de sarmaya başladı bile, en değerli varlıklarımı yutarak – hatta sevdiklerimi. Amcam artık yok. Nedenini asla tam olarak bilemeyeceğim. Ancak hâlâ bir bedenim; ve bedenimle beraber yalnızca yaşantımın ağırlığını taşıyacak kadar geniş bir yapıya çakılı bu kelimelere sahibim.
Saplantılarım ve korkularım, garip ve kendime has mutluluklarım üzerine konuşmak için kullanmak istiyorum bunu. Partiyi pencereden çıkarak terk etmek ve demir biçimindeki bir parçanın üzerinde görünür bir çaresizlik içinde ayakta duran amcamla karşılaşmak istiyorum, ki bu aynı zamanda görünür bir umudun başlangıcı da olmalı (aksi ne mümkün?). Bina tamamen yanıp yıkılana kadar burada durmak istiyorum. Ölümün verebileceği acıdan daha fazla sevmek istiyorum. Ve sana şunu sıklıkla söylemeyi: Bu kadar insani ve korku içinde olsak bile, burada, etrafımızı çeviren soğuk ve yıldızsız gecenin altında, bu hiçbir yere ve her yere giden bitmemiş merdivenlerin ortasında – yaşayabiliriz. Ve yaşayacağız.”
Bu paragrafı çok seviyorum, o kadar güçlü ki… Şiir ve dil bizi bizden kurtarabilir mi? Dil iyileşmemize yardımcı olabilir mi?
Dilin iyileştirebileceği apaçık. Dil bir araç. Her araç gibi: Duvarlar koruyabilirler ya da bölebilirler. Kullanan kişinin niyetine bağlı. Ama iyileştirme gücü hep oldu. Bu dinî ritüellerde ve seremonilerde açıkça görülebilir mesela. İbadet yerine girersiniz ve duaların ne kadar iyileştirici olduğunu görürsünüz. Sonra dinî duygularla savaşların yaşandığını da görürsünüz. Dolayısıyla bize, yani dile katılanlara bağlı.
Bu bir yandan çok ilham verici, çünkü yalnızca yaşayanlar bu araca, dile etki edebilir ve onu dönüştürebilir. Ölenler gittiler. Bizler de yakında bu aracı geleceğe miras bırakacağız. Ama buradayken onu değiştirme imkânımız var. Bunu unutmak büyük bir kayıp olur. Dilin bizim kendimizi bağlamamız veya tapınmamız gereken, üstün, yüce, standartlaşmış bir şey olduğunu düşünmek kayıp olur. Bunun yerine dili aşağıya indirmeliyiz, bedenlerimiz içine, ve değiştirmeliyiz. Ona şunu sormalıyız, ya da ondan talep etmeliyiz: Seni nasıl daha iyi kullanabiliriz? Seni iyileştirme gayesiyle nasıl kullanabiliriz? Bunu sormak bizlere düşer. Bunu yapmalıyız.
Bu beni çok iyimser kılan bir şey. Ve buna hepimiz erişebiliriz. Sahip olmak için bir kütüphane, kurum ya da üniversite gibi girmemiz gereken bir yer değil bu. Dile sahipsiniz. Ebeveynleriniz, sizi bu dünyaya getirenler verdi onu size. Başka kimse ona sahip değil. Parayla satın alınamaz. Bu da olağanüstü güzel bir şey.
•