Dünyanın çamuru, yulaf taneleri ve Bayan Brown

"Aksu Bora da tıpkı Virginia Woolf ile Le Guin’in karakter, roman ve yazarlıktan bahsederken kaçınılmaz olarak sorduğu o soruya dönüyor yine: Peki, bütün bunları yaparken, yazarken, bir karakteri kovalarken bir kadın olmak nasıl bir şeydir? Yazarken, okurken ya da herhangi başka bir şeyi yaparken bir kadının çevresiyle, dünyayla ilişkisi nasıldır?"

08 Mart 2022 07:50

 

“Öyle ya, doğaya hükmetmeyi kafaya koymuş bile olsanız, yulaf tanelerini içine dolduracağınız bir kap lazım size, tutacak bir şey, doldurulacak bir şey.”[1]

Mutfakta oturmuş, Aksu Bora’nın Feminizm Kendi Arasında kitabını okuyordum, bu cümle yüreğimi hoplattı. Hani bazen sezgilerinizle öyle olduğunu az çok bildiğiniz, ama tam da kavramadığınız için doğru dürüst ifade edemediğiniz durumlar vardır, içinizi kemirir durur. Bazen bir başkası onu sizin yerinize ifade eder, siz de şanslıysanız onu duyarsınız. İşte ben de tam onu diyecektim! Sanki öyle oldu. Buraya sonra döneceğim.

Şanslı günümdeydim herhalde, sonra başka güzel tesadüfler de oldu. Bayan Brown çıkıverdi ortaya. Masanın üzerinde duran üç kitabı birbirine bağlayan da, bu yazıyı aklıma düşüren de o aslında.

Neredeyse bundan 100 yıl önce, Richmond-Waterloo arasındaki kısa bir tren yolculuğunda Virginia Woolf’un karşısında oturan, hiç tanışmadıkları, hatta yolculuk boyunca hiç konuşmadıkları halde sanki ona yakala beni yakalayabilirsen” deyip sonra da Clapham Kavşağı’nda trenden inerek istasyonun kalabalığı arasında gözden kayboluveren kadın.

Bütün düğmeleri sıkıca ilikli, derli toplu, temiz küçük botlarının içindeki ayakları yere ancak değen, ufak tefek, önemsiz görünümlü bir kadın. Virginia Woolf’un, “Ben bütün romanların karşınızda oturan yaşlı bir hanımla başladığına inanıyorum” dediği, Bay Bennett ve Bayan Brown[2] başlıklı denemesinde bahsettiği kişi: “Temiz fakat yıpranmış, abartılı düzenliliği paçavralardan veya kirden daha fazla fakirliği çağrıştıran yaşlı hanımlardan biriydi.”

Bayan Brown daha sonra Virginia Woolf’un Yazılmamış Roman adlı öyküsünde yine ortaya çıkıyor. O öyle ele avuca sığmaz biri; her an bir başka öyküde ya da romanda, başka bir isimle karşımıza çıkabilir.

Edebiyatın sıradan insanlara hitap etmesi gerektiğini düşünen Arnold Bennett (1867-1931), döneminin en ünlü ve en çok satan romancılarından biriydi. Ölümünden sonra hızla unutulmasında modernist akımla ters düşmesinin de bir payı vardı.

Virginia Woolf’un denemesinde adı geçen Bay Bennett ise o sıralarda iki yüz yıldan uzun bir süredir İngiliz romanına egemen olan gerçekçilik geleneğinin en önemli temsilcilerinden biri olan yazar Arnold Bennett. Bay Bennett, bir yazısında Virginia Woolf’un romanlarında gerçekçi karakterler yaratamadığını belirten, bazı denemelerini topladığı 249 sayfalık Bizim Kadınlarımız’da adından da anlaşılabileceği üzere kadınlar hakkındaki pek çok görüşüne ek olarak kadınların yazmak ve yaratıcılık konusunda erkekler kadar yetenekli olmadıklarını söyleyen, Bayan Brown’ın aksine, gayet oturaklı ve ondan daha mühim görünümlü olduğunu kolayca tahmin edebileceğimiz gerçek bir kişi. (Merak edip Bay Bennett’in fotoğrafını aradım buldum, gerçekten mühim bir kişi gibi duruyor. Woolf’un denemesiyle o zamanki edebi ünü epey ağır bir darbe almış gerçi.) Unutmadan, Bay Bennett, Kadınlar İçin Gazetecilik Rehberi adlı kitabında da gazeteciliğin çok ciddi bir meslek olduğunu ve tabii ki hiç kadınlara göre olmadığını söylüyor. O zaman niye böyle bir rehber yazmaya ihtiyaç duydu acaba? Neyse, vardır bir bildiği.

Virginia Woolf şöyle devam ediyor sözlerine:

“Bence bütün romanlar karakter ile ilgilenir, roman doktrinler hakkında vaaz vermek, şarkı söylemek, İngiliz İmparatorluğu’nun zaferini kutlamak için değil, karakteri ifade etmek için yazılır. Usta romancılar istediklerini görmemizi karakter aracılığıyla sağlarlar. Aksi takdirde romancı değil, şair, tarihçi, broşür yazarı falan olurlardı.”

O yüzden yazar, karşısına oturan Bayan Brown’ın çağrısına kapılır: “Yakala beni yakalayabilirsen.”

Mutfak masasının üzerinde duran kitaplardan biri, Bayan Brown’ın peşinden koşan Virginia Woolf’un Kendine Ait Bir Oda’sıydı.[3] Yıllar önce ilk defa yirmili yaşlarımda, sonra da ara sıra hep yeniden dönüp okuduğum, sararmış, yıpranmış, 1987 tarihli bir baskı. Bu yılbaşı tatili için İstanbul’a geldiğinde Deniz’in elinde yeni bir baskısı vardı. Ben de kendiminkini kütüphaneden çıkardım yine. Deniz ve Leyla’yla “kendine ait bir oda fikrini, kitabın yazıldığı zamandan benim onu ilk okuduğum zamana ve şimdiye, Denizle Leyla’nın yirmili yaşlarının başına kadar nelerin değiştiğini, nelerin aynı kaldığını konuştuk. Onların yaşındayken bu fikrin bana ne ifade ettiğini anlatmaya çalıştım. Yazmak isteyen bir kadına öncelikle kendine ait bir oda ve kendine ait bir zaman yaratmasını tavsiye ediyor Virginia Woolf kitabında. Sadece yazmak değil, herhangi bir şeyi yapmak isteyen bir genç kadın için hâlâ hayati bir tavsiye değil mi?

Masanın üzerinde duran ikinci kitap, artık bilmem kaçıncı kere okuduğum, hani diyorlar ya “başucu kitabım” diye Kadınlar Rüyalar Ejderhalar’dı.[4] Hâlâ içinde bana yeniymiş gibi gelen bir fikir bulabildiğim, çok mu unutkanım acaba diye endişelenmeme sebep olan ama bir yandan da öyle olduğu için sevindiren, şu yaşa geldim, hâlâ bir şeye bakışımı değiştirebilen, yeni bir şey anlamamı sağlayabilen bir kitap. Bazen evi toplarken kütüphanedeki yerine gidiyor, sonra ya bir yolculuğa çıkarken çantamda, yatağın yanında, kanepenin üzerinde bir yerlerde oluyor. O gün mutfak masasının üzerindeydi.

Kitabın “Bilimkurgu ve Bayan Brown” başlıklı bölümünde Le Guin bilimkurgunun edebiyat sayılıp sayılmayacağı sorusunu yeni sorular sorarak cevaplamaya çalışırken Bayan Brown yine ortaya çıkıyor: Bayan Brown bir bilimkurgu yazarının karşısına oturabilir mi?” Ya da: Richmond-Waterloo treninden daha hızlı hareket eden bir uzay gemisinde Bayan Brown’a yer var mıdır?

Ya da daha açık soralım: Bir bilimkurgu yazarı roman yazabilir mi?”

Ama dedim ya, o sırada benim elimde başka bir kitap vardı. Aksu Bora'nın Feminizm Kendi Arasında'sı. Yeni bölüm şöyle başlayıverdi:

Acaba yaprakları iki yıldır tırtıllar tarafından sürekli yenen bir meşe ağacı ölür mü?’ diye soran, muhatabı ağabeyi çiftliğindeki böcek salgınlarını uzun uzadıya anlatırken küçük beyaz mendilini çıkarıp sessiz sedasız ağlayan Bayan Brown, bir metnin edebiyattan sayılıp sayılmayacağının ölçütü olduğunu bilse, şaşkınlık ve mahcubiyetle pembeleşirdi herhalde.”[5]

Ne güzel tesadüf! Her şeyi başlatan oydu; önce bir tren kompartmanında  Virginia Woolf’un karşına oturdu, sonra Virginia Woolf ondan bahsetti, sonra Le Guin ikisinden birden ve sonra Aksu Bora üçünden birden. – Hoş, gerçekten tesadüf olabilir mi, o gün bu üç kitabın, hem de mutfak masasında bir araya gelmiş olması?

 “Bayan Brown ebedi ve ezelidir,” diyor Virginia Woolf:

“Bayan Brown insan doğasıdır. Bayan Brown sadece yüzeyde değişir. İçeri girip çıkanlar romancılardır. O orada öylece oturur.”

Le Guin de bir bilimkurgu yazarının Bayan Brown’ı yakalamak için bir umudu olup olmadığını soruyor ve kendi yazarlık deneyimini anlatırken yine bu sorudan yola çıkıyor:

“Bir keresinde (…) ben de iki kişi gördüm, (…) uzakta buz ve kar kaplı dev bir kır manzarasının içindeki küçük insanlardı. Buzun üstünde, birlikte bir kızak veya ona benzer bir şey çekiyorlardı. Bütün gördüğüm buydu. Kim olduklarını bilmilordum. Cinsiyetlerini bile bilmiyordum. (Fark ettiğimde şaşırdığımı söylemeliyim.) Ama Karanlığın Sol Eli romanıma böyle başladım ve hâlâ kitap hakkında düşündüğümde gözümün önüne bu hayal gelir. Geri kalan her şey, insanın toplumsal cinsiyetinin bütün o ilginç yeniden düzenlemeleri ve ihanet, yalnızlık ve soğuk imgeleri, benim o iki insanı karda, dışlanmış ve yan yana gördüğüm yere yetişme, yakalama, ulaşma çabalarımdır.

Mülksüzler adlı kitabımın çıkış noktası da aynı derecede berraktı. O da bir ‘insan’ ile başladı, bu kez daha yakından ve belirgin bir canlılıkla görünen biri: Bir adam, bir bilimadamı, aslında bir fizikçi. İnce bir surat, büyük berrak gözler ve büyük kulaklar.”[6]

Le Guin Shevek’le bu ilk karşılaşmasının ardından onu nasıl kovalayıp önce nasıl ıskaladığını, yanına bile yaklaşamadığını, ama yakalamak için vazgeçmeden, inatla ne çok peşinden koştuğunu anlatıyor:

“Shevek’in kim ve ne olduğunu bulmak için çabaladığım süreçte çok daha fazla şey buldum ve toplum hakkında, dünya hakkında, kendim hakkında mümkün olduğu kadar çok şey düşündüm. Eğer o kaçak Bayan Brown’ı tüm bu dolambaçlı ve dar yollarda inatla kovalamasaydım, bunların hiçbirini bulamayacak ve anlatamayacaktım.

“(…) Eğer Bayan Brown’ı bir anlığına bile yakalayamazsak, o zaman bütün o güzel, ışıktan hızlı gemiler, tüm ironi, hayal gücü, bilgi, yaratıcılık boşa gider.”

Aksu Bora da elimdeki kitabın okuduğum bölümünde, tıpkı Virginia Woolf ve Le Guin’in karakter, roman ve yazarlıktan bahsederken kaçınılmaz olarak sorduğu o soruya dönüyor yine: Peki, bütün bunları yaparken, yazarken, bir karakteri kovalarken bir kadın olmak nasıl bir şeydir? Yazarken, okurken ya da herhangi başka bir şeyi yaparken bir kadının çevresiyle, dünyayla ilişkisi nasıldır? Dünyanın bütün yükünü kapının dışında bıraktığı bir çalışma odasında mıdır, yoksa mutfak masası, ocak, kaldırılacak bulaşıklar, günlük alışveriş listesi, “kurabiye ve daima ilgi isteyen şahıslar”la çevrili bir dünya mıdır orası? Sanki genellikle gündelik hayatın hayhuyunun içinde, onun getirdiği zorunluluk, kısıtlılık ve zorluklarla beraber yapar ne yaparsa kadın.

“Böylece insan (kadın) dünyanın çamuruna batar, gündeliğin girdabına kapılır” diye yazmış Aksu Bora. Ancak “bütün bunlara rağmen değil, onlarla birlikte” diyor; bu ifadede içime ferahlık ve coşku veren başka türlü bir ima var; öyle ki, gündelik hayatla kurulan bu zorunlu ve sürekli sıkı bağın getirdiği, dünyaya dair başka türlü bir kavrayışı, başka türlü bir yapma, yaratma biçimini çağrıştırıyor. Nedense büyük tarihin göz ardı etmeyi sürekli başardığı, başka türlü bir yaratma biçimi.

Fethetmeye, hükmetmeye, zaferler ilan etmeye değil, daha çok bu dünya üzerinde var olmaya devam edebilmenin bir yolu olarak iyileştirip onarmaya, yetiştirip büyütmeye, değiştirip dönüştürmeye yönelik işlerden söz ediyorum. Daha az gösterişli gibi dursa da, kesinlikle hiç de daha az cesaret ve azim gerektirmeyen, başka türlü bir yapma biçimi. Bunları söylerken, kadına ait meşgale alanını tohumları gelecek mevsim için bir bohçada saklamak, hastaları iyileştirecek bitkileri ayırt etmek ve bunlardan ilaç yapmak, çocukları doğurmak ve yetiştirmek ve bunların pek çok modern versiyonu gibi gündelik, daha kadınsı ve daha az kahramanca işlerle sınırlamaya kalktığım düşünülmesin. Niyetim elbette ilgi ve meşgale alanlarını kadınlar ve erkekler arasında bölüştürmek, sınırlandırmak değil. (Bunu açıklamak zorunda kalmam da epey tuhaf aslında.) Bir parça hayvan yününden iplik yapan kadınla, Mars’a gidecek uzay aracının doğru anda doğru yere inmesini garantileyecek hesapları yapan kadının dünyaya dair paylaştıkları ortak bir anlayış, bir ilişki hali ve onun getirdiği bir yapma biçimi var mıdır?

“Öyle ya, doğaya hükmetmeyi kafaya koymuş bile olsanız, yulaf tanelerini içine dolduracağınız bir kap lazım size, tutacak bir şey, doldurulacak bir şey.” İşte yazının başında bahsettiğim, Aksu Bora’nın bu cümlesi aradığım o ortaklığa dair bir ipucu verdi bana. Daha çok sezgilerimi takip ederek yaptığım bazı şeyleri neden öyle yaptığıma, çok eski zamanlara ait o duyguyla ortaklığıma, mesela neden bu çağda hiç de öyle gerekmediği halde “dünyanın çamurunu” hâlâ içine bir şeyler koyacağımız bir kâseye dönüştürmeye çalıştığıma dair bir ipucu.

Biliyorum, sorunun tek ve tatmin edici bir cevabı yok; belki doğru bir soru bile değil, ama yine de soru işte, durduğu yerde durmuyor, geliveriyor insanın aklına.

Aksu Bora’ya verdiği ipucu için şükrederek Le Guin’e dönüyorum:

“Eğer içine dolduracak bir kabınız yoksa, yulaf gibi uysal ve beyinsiz bir yiyecek bile elinizden kaçıp gider, yarın sabah buz gibi havada uyandığınız zaman da ağzınıza atacak bir iki avuç yulafınız olsa, biraz da küçük Oom’a verseniz de ağlaması dursa fena olmazdı hani. Ne yapalım, yağmur altında kalkıp vıcık vıcık çamur olmuş o Allah’ın cezası çayırlığa gidersiniz. Orada da Oo Oo bebeği içine koyacak bir şeyim olsaydı da yulafları iki elimle toplayabilseydim diye aklınıza gelir. Bir yaprak, boş bir kabak, bir deniz kabuğu… bir çanak. Tutacak bir şey. Doldurulacak bir şey.”[7]

Elizabeth Fisher’ın Women’s Creation (“Kadınların Yaratısı”) adlı kitabından, pek çok kuramcının, insanın evrimindeki belki de ilk kültürel nesnenin, toplanan besinlerin içine doldurulduğu bir taşıma gereci olabileceğini aktarıyor Le Guin. Ama nedense hikâyenin bu yönünün mızraklar ve mamut avcıları hakkında olanların gölgesinde kaldığını ve pek rağbet görmediğini hatırlatıyor:

“Ama yo, olamaz. O harikulade, büyük, uzun, sert şey nerede? Yanlış hatırlamıyorsam bir kemikti de bu, filmde Maymun Adam bunu alıp ilk defa birinin beynini göçertmiş, sonra da dünyanın ilk kitabına uygun cinayetini işledim diye aşka gelip havaya fırlatmıştı.”

Stanley Kubrick’in 1968 yapımı 2001: Bir Uzay Macerası filminin tamamı değilse bile, bu başlangıç sahnesi herhalde sinema tarihinin en çok izlenen sahnelerinden biridir. Hakkında yazılan tonlarca yorum ve eleştiri var, çoğu özellikle filmin açılış sahnesinin insanın ya da adamın diyelim mistikleştirilmiş evrimine dair ne kadar etkileyici bir görsel anlatım sunduğu hakkında hemfikir. Banaysa hep insanın bir yönünü gereğinden fazla öne çıkarıp abartan, diğer imkânları hızlıca kapı dışarı edivermeye çok müsait bir yaklaşım gibi gelmişti, bir türlü bağlantı kuramadım açıkçası. Hep bir ağızdan bunu tekrarlamaya ne kadar hevesli olduğumuza hâlâ şaşırıyorum.

Şöyle devam ediyor Le Guin:

“Bilmiyorum. Umrumda bile değil. Ben o hikâyeyi anlatmıyorum. Onu daha önce duyduk; bütün o sopalar, mızraklar, kılıçlar, o beyin göçerten, saplanan, vurulan şeyler, o uzun sert ve şeyler hakkında işitmediğimiz şey kalmadı; ama içine bir şeyler konan şeyi, mazrufun zarfını şimdiye kadar hiç dinlemedik. Bu yeni bir hikâye. Yeni bir haber.

(…) Kültürün doğuşu ve gelişimi sokmaya, parçalamaya, öldürmeye yarayan uzun ve sert aletlerin kullanımıyla açıklandığı müddetçe, kendime orada bir pay ne görebilmiş, ne de istemiştim. (…) İnsan olmak arzusuyla, olduğuma dair bir ipucu aradım ben de; ama insan olmanın yolu bir silah yapıp can almaktan geçiyorsa, belli ki ben ya son derece defolu bir insandım, ya da insanlıktan hiç nasibimi almamıştım.

(…) Faydalı, besleyici ya da güzel olduğu için istediğiniz bir şeyi çantaya, sepete, saçınızdan ördüğünüz bir fileye koyup eve (…) götürmek, sonra çıkarıp yemek, ya da paylaşmak, ya da kışa kadar dayansın diye daha sağlam bir kapta saklamak, ya da (…) ilaç bohçasına koymak, sonra ertesi gün de aşağı yukarı aynı şeyleri yapmak insanca bir şeyse, insan olmanın yolu bundan geçiyorsa, meğer ben de insanmışım, ilk defa, bütünüyle, özgürce.

(…) Her şeyi hikâye değiştiriyor. Benim insan olduğumu benden gizleyen şey hikâyeydi, mamut avcılarının anlattığı, vurmaya, sokmaya, tecavüz etmeye, öldürmeye dair, Kahraman’a dair hikâye. (…) Öldüren hikâye.”

Kadınların anlattığı, ya da şöyle diyeyim, kendini ait hissettiği hikâye başka. Belki bu yüzden daha “ciddi” şeyler yerine roman okumak daha kadınsı bir faaliyet olarak görülüyordur. Savaşların, fetihlerin, kahramanların tarihi ya da şirketimiz nasıl daha fazla kâr eder ya da nasıl daha etkileyici sunum yapabiliriz gibi ciddi ve gerçek konular yerine, hayal ürünü, gerçekle ilgisi olmayan hafif şeylerden bahsedip durur romanlar. Frankenstein, Küçük Kadınlar, Pal Sokağı Çocukları, Anna Karenina, Yerdeniz Büyücüsü, hepsi bizi bu hoşluklarla oyalamak için mi yazılmışlardır acaba? Kadınlar nasıl okur? Kadınların okuması farklı mıdır? Sanırım bu sorular da başlı başına başka bir yazının konusu olmalı. Şimdiden hakkında düşünmeye başlayabilirim yine de. Öyle değil mi ya, roman dediğimiz şeyin konusu olan Bayan Brown hiç de bir kahraman gibi durmuyor. O “çok ufak tefek, çok direngen, hem çok kırılgan hem de çok cesur.”

 

NOTLAR: 


[1] Aksu Bora, Feminizm Kendi Arasında, İletişim Yayınları, 2021, s. 230.

[2] Virginia Woolf, Mr. Bennett and Mrs. Brown, The Hogarth Press, 1924.

[3] Virginia Woolf, Kendine Ait Bir Oda, çev. Suğra Öncü, AFA Yayınları, 1987.

[4] Ursula K. Le Guin, Kadınlar Rüyalar Ejderhalar: Ursula K. Le Guinden seçme Yazılar, Metis Yayınları, 1999.

[5] Aksu Bora, Feminizm Kendi Arasında, İletişim Yayınları, 2021, s. 229.

[6] Ursula K. Le Guin, Kadınlar Rüyalar Ejderhalar: Ursula K. Le Guinden seçme Yazılar, Metis Yayınları, 1999, s. 68-83.

[7] Ursula K. Le Guin, Kadınlar Rüyalar Ejderhalar: Ursula K. Le Guinden seçme Yazılar, Metis Yayınları, 1999, s. 53-57.