Dünya Edebiyatı (I): muğlak bir kavram, arayışlar ve filoloji

"Dünya edebiyatı üzerine düşünürken 'edebi değer', 'edebi zevk' ve genel anlamda 'değer yargısının' değişken olduğunun ve objektif bir yönü olmadığının da farkında olmak gerekir. Bu yönüyle edebiyat eleştirisinin de kendi oluşturduğu bir ideolojisi olabiliyor. Örneğin Thomas Mann en azından Amerika’da, 1950 ve 1960’larda Kafka’dan daha seçkin bir yazar olarak değer görürken, şimdi hem popüler kültürde hem de akademide daha az görünen ve incelenen bir yazar."

16 Eylül 2021 16:29

İçinde bulunduğumuz yılın hem Türkiye’de hem de dünyada gariplikleri, doğal afetleri ve siyasal krizleri daha başlamadan (ya da aslında hiç bitmeden), ocak ayının ortalarında Turkish Literature as World Literature (Dünya Edebiyatı Olarak Türk Edebiyatı) adıyla akademik bir çalışma yayımlandı. İngilizce olan ve editörlüğünü Burcu Alkan ve Çimen Günay-Erkol’un üstlendiği bu çalışma Türk edebiyatını 2000’lerin başından itibaren farklı teorik ve yöntemsel yaklaşımların birikimi sonucu bir disipline dönüşen “dünya edebiyatı” çerçevesinde ele alan makalelerden oluşuyor. Azade Seyhan’ın aslen İngilizce olarak 2008’de basılan ve Türkçeye ancak 2014’te, Dünya Edebiyatı Bağlamında Modern Türk Romanı adıyla çevrilen çalışmasından sonra “dünya edebiyatı”nı kavramsal ve teorik bağlamda kullanan ikinci akademik eser sanırım! Seyhan’ın çeşitli romanlara ve modern Türk edebiyatının gelişim evrelerine ilişkin derinlikli analizleri daha çok karşılaştırmalı edebiyat düzleminde Türk edebiyatına yönelik bakış açısını genişletirken, Turkish Literature as World Literature, “dünya edebiyatı” kavramını doğrudan çalışmanın merkezine alıyor, dolayısıyla da analiz edilen yazarları ve eserleri “dünya edebiyatı” altında üretilmiş teorik ve yöntemsel eksenlerde değerlendiriyor.

Ne var ki, edebiyat eleştirisi, teori ve alternatif edebiyat tarihyazımı tartışmalarının olduğu bir dönemde yayınlanmış olsa dahi, nedense bu önemli yayın pek dikkat çekmişe benzemiyor. Daha doğrusu, bu çalışmayla ilgili Türkçe veya en azından kendi okuyabildiğim diğer dillerde, basılı mecralarda bir inceleme ve değerlendirme yazısına rastlamadım. Şimdilik! Bu çalışmaya ilişkin yazı ya da yazılar mevcutsa bilmemek elbette benim kabahatimdir. Belki de yakın zamanda bu çalışmaya dair yazılar basılı ya da dijital mecralarda yer alacaktır. Umarım! Sadece kitabın editörlerinin ve kitaba makaleleriyle katkıda bulunan bazı akademisyenlerin katıldığı birkaç çevrimiçi etkinlik gerçekleştiğini biliyorum, o kadar… Ancak esas olan, bu öncü çalışmayla beraber hem Türk edebiyatı hem de genel anlamda edebiyat eleştirisine ilişkin soru ve sorgulamaların artarak farklı bakış açıları ve yorumlama biçimleri üretecek tartışma ortamının oluşmasına katkıda bulunmak olmalıdır.

Bu oldukça önemli kitap bir ilk olmasının da ötesinde, Türkçe bilmeyen ve Türk edebiyatına dair bilgisi olmayan küresel edebiyat kamusu haricinde, Türkçe bilen ve dünya edebiyatı ile ilgili her okura, öğrenciye ve akademisyene de hitap ediyor; Türk edebiyatının tarihsel, teorik ve yöntemsel olarak nasıl farklı şekillerde ele alınabileceğine örnek teşkil etmesi vesilesiyle ehemmiyeti ve değeri de bir kat daha artıyor. Bilhassa tekrara düşen, zaman zaman “moda” olan kavramların İngilizcenin hâkimiyetindeki genel edebiyat eleştirisinden “ithal” edildiği ve idrak edilmeden kullanımının yaygın olduğu bir ortamda –“yerli ve milli” gibi manasız bir bakış açısıyla söylemiyorum bunu– Türk edebiyatını hem daha kapsayıcı bir anlayışla, hem de farklı yöntemlerden beslenmiş yorumlama biçimleriyle tartışmak elzem. Edebiyat tarihinin, hangi cenahtan olursa olsun birkaç istisna haricinde yaygın olarak ideolojik güdülenmelerle değerlendirildiğini de düşünürsek, “dünya edebiyatı”nın sunduğu imkân ve niteliklerden yola çıkarak Türk edebiyatını tarihsel, kültürel ve filolojik unsurları da işin içine katarak, yenilikçi bakış açıları ve yaklaşımlarla ele almak yararlı olacaktır. Esasında bu bir gerekliliktir. Bu gereklilik uzun zamandır yeniden tarihi yazılması gereken ama bir türlü yazıl(a)mayan Türk edebiyatını farklı, pek de üzerinde durulmayan yönleriyle, diğer “milli edebiyat” ve dillerle ikincil derecede dahi olsa diyaloga sokması bakımından da önemli görünmektedir. Öte yandan dünya edebiyatı kavramı münferit olarak bir yazarı, yapıtı veya bir dönemi ele alırken de bir güzergâh ya da yeni bir ufuk çizgisi olarak görülebilir. Bu doğrultuda öncelikle “dünya edebiyatı”nın ne olduğuna, kavramın tarihsel, kültürel ve epistemolojik temellerine göz atmak, 2000’li yıllardan itibaren bir disipline dönüşmeden önce ne şekillerde ele alındığına bakmak sonraki yazılarda devam edecek olan sorgulamayı derinleştirmeyi sağlayacaktır.

Dünya edebiyatı fikri 19. yüzyılda ortaya çıkmıştır. Ancak daha geniş bir çerçevede düşünülürse, önceki zaman dilimlerinde söylemsel düzeyde olmasa da bir düşünce yapısı veya mefhum olarak mevcuttur. Dünya edebiyatı neyi ifade ederse etsin, milli edebiyat diye adlandırılan anlayışın en başından itibaren bu kültürel ve dilsel oluşumun sınırlarının ötesine geçtiği malum. Bu geçişin sınırları ve cüreti de farklı anlayışlara, kişilere ve dönemsel koşullara göre değişmektedir. Yine de dünya edebiyatı daha geniş bir ölçek, karşılaştırmalı bir bağlam, ulus-ötesi bir tutum dahilinde, daha geniş bir perspektiften dilsel ve eleştiri ölçütleri öne sürer; en azından içerik dahilinde ister istemez düzlemlerde sorular sorduğunu belirmekte bir beis yok.

Dünya edebiyatı kavramını –genel kabule göre– ilk kez ortaya atanın J. W. Goethe olduğu bilinir ve söylenir. Fransız veya Alman edebiyatında ya da başka bir coğrafyada üretilen edebiyatta Goethe’den önce de dünya edebiyatının kavram olarak olmasa dahi bir anlayış olarak ele alındığına rastlanabilir. Bir yönüyle hiçbir düşüncenin yeni olmadığını da düşünürsek, bu durum neredeyse kaçınılmazdır. Örneğin, Alman Romantizmi’nin kurucu figürlerinden şair, eleştirmen ve dilbilimci Fredrich Schlegel’in 1815 yılında yayımlanan Geschichte der alten und Neueren Literatur (“Eski ve Yeni Edebiyat Tarihi” diye çevirirsek yanlış olmaz herhalde) ders notlarında bu yönelimde düşünce izlerine rastlanıyor. Ancak dünya edebiyatının miladı esasen Goethe’nin Almanca weltliteratur (dünya edebiyatı) tanımlamasıdır. Goethe’nin zaten madencilikten bilime çok yönlü merak ve ilgisi doğal olarak Avrupa dışındaki edebiyatları da içeriyor. Yaşamının neredeyse son on yıllık diliminde hayranı ve sekreteri olan Johann Peter Eckermann ile farklı konular üzerine sohbet eder Goethe, yeri geldiğinde kendi düşüncelerini dikte ettirir Eckermann’a. Aslen zamana yayılmış olan Goethe ile Eckermann arasında geçen konuşmalar Gespräche mit Goethe in den letzten Jahren seines (“Yaşamının Son Yıllarında Goethe ile Konuşmalar”) adıyla 1835 yılında Eckermann tarafından yayımlanır. Meraklısı bu kitabın 1852 tarihli İngilizce baskısına archive.org adresinden ücretsiz ulaşabilir.

Goethe zaten Doğu ve Asya edebiyatlarıyla hep ilgilidir. 1819’da Farslı Hafız’ın şiirlerinden esinlenerek kendi şiirlerini West-östlicher Divan (Doğu-Batı Divanı) adıyla yayımladığını biliyoruz. Bu Divan’ın aslında Türk edebiyatı ile dolaylı bir ilişkisi de söz konusu. Bu yaz İsveç’te bazı arşivlerde Türk edebiyatının ilk çevirilerini araştırırken, 1928’de yayımlanmış, illüstrasyonlu bir Nasreddin Hoca fıkraları çevirisine rast geldim.[1] İsveç edebiyatında etkili bir eleştirmen, akademisyen ve yazar olan Fredrik Böök tarafından yapılan bu çeviriye biraz şaşırmıştım. Şaşkınlığımın nedeni Böök’ün Türkçe bilmemesi ve ancak Halide Edib Adıvar’ın İngilizce yayımlanan anıları vesilesiyle Türk edebiyatına dönük merakıydı. Sonraki belgelerde fark ettim ki, Böök bu çeviriyi Almanca, Fransızca ve İngilizce bazı başka çevirileri karşılaştırarak yapmış. Böök’e bu çeviri fikrini veren, Goethe’nin Doğu-Batı Divanı ve Avrupa dışındaki diğer edebiyatlara ilgisi. En azından dünya edebiyatı fikrinin farklı edebiyat ve kültürlere ilgiyi artırarak “edebi” düzeyde bir merak doğurduğu ve kültürel bir iletişime yol açtığı gibi bir yönüyle doğru, bir yönüyle de “romantik” yaklaşımı savunabiliriz.

Goethe’ye dönersek, kendisi daha o zaman farklı dillerde yazılan edebi eserlerin çeviriler sayesinde uluslararası dolaşımının farkındadır. Bu nedenle farklı kültür ve edebiyatlara dair çevirileri de takip ediyor. Eckermann, Goethe ile Konuşmalar’da, 31 Ocak 1827’de Goethe’nin kendisine pek çok dilde ve farklı romanlar okuduğunu belirtiyor. Bunlardan biri de Çince yazılmış bir roman: Abel Rémusat tarafından Fransızcaya çevrilen Les Deux Cousines. Çin’e ve edebiyatına dair bir bilgisi olmayan Eckermann bu romanın garip olması gerektiğini düşünüyor ve bunu da belirtiyor. Goethe ise bunun aslında hiç de öyle olmadığını, Çinlilerin de kendileri gibi hissettiklerini ifade ederken aralarındaki benzerliklere vurgu yapıyor.[2] Aynı konuşmada Goethe milli edebiyatın anlamsız bir terim olduğunu, dünya edebiyatının çağının geldiğini düşünüyor.

Burada kozmopolit bir edebiyat düşüncesinden ziyade farklı edebiyatların farklı dillerde dolaşımda olabildiği ve bu durumun Goethe’nin kendi benliğine ve edebi eserlerine dair daha geniş bir perspektif sunması belirtiliyormuş gibi geliyor bana. Goethe’nin bu konuşmalarında, pek dikkat edilmeyen veya gözden kaçırılan bir husus var; Goethe herhangi bir “yabancı” modelin örnek alınmaması gerektiğini belirtiyor. Eğer böyle bir gereklilik söz konusuysa, bunun da her zaman Antik Yunan kültüründe olduğunun altını çiziyor.[3] Yani Goethe’nin bağlı olduğu ve esas gördüğü kültürel yapı ve birikim Avrupa edebiyatının da temeli olan Antik Yunan mirası. Dolayısıyla Goethe’den kozmopolit bir filozof ya da yazar çıkarmak en azından bu hususta pek mümkün görünmüyor. Bu durumu dünya edebiyatının önde gelen teorisyenlerinden David Damrosch da sonradan belirtiyor: Goethe için referans noktası her daim Batı Avrupa edebiyatı.[4] Yine de çeşitli dillerde üretilen edebi metinlerin farklılıklarından ziyade benzerliklerine dikkat çekmesi ve aslında insanlık durumunun değişik veçhelerle edebiyata yansımasına olan merakı örnek alınması gereken ve kendi dönemine göre öncü bir tutum. Bildiğim kadarıyla Goethe’nin doğrudan dünya edebiyatı kavramıyla ilgili başka bir yazısı da yok. Ancak kavramın kendisi ve dünya edebiyatı fikri bir miras olarak kalıyor ve Goethe’ye bu konuda atıf yapmayan araştırma ve inceleme yazısı neredeyse yok!

Bu miras tarihsel ve ideolojik öneme sahip bir başka metinde dillendiriliyor: 1848’de Karl Marx ve Friedrich Engels tarafından yayımlanan Komünist Manifesto. Manifesto dünya edebiyatını doğrudan tartışmaya yönelik yazılmış değil elbette. Ancak edebiyatların “ulusal tek yönlülükten” ve “dar kafalılıktan” kurtulacağı, dünya edebiyatının doğacağı gibi fazlasıyla yuvarlak bir ifadeyle bir tür öngörüde bulunuyor:[5]

“Ülke içinde üretilen malların karşılayabildiği eski ihti­yaçların yerini uzak ülke ve iklimlerin ürünlerini zorun­lu kılan yeni ihtiyaçların aldığı görülmektedir. Eski yerel ve ulusal kendi kendine yeterliliğin ve içe kapanıklığın yerini çok yönlü ilişkiler, ulusların çok yönlü karşılıklı bağımlılığı almaktadır. Üstelik yalnızca maddi üretimde değil, zihni üretimde de. Tek tek ulusların yarattığı zihni ürünler herkesin ortak malı olmaktadır. Ulusal tek yanlı­ lık ve dar kafalılık her geçen gün biraz daha olanaksızlaş­makta ve çeşitli ulusal ve yerel edebiyatlardan bir dünya edebiyatı doğmaktadır.”[6]

Buradaki öngörü –ve aynı zamanda bir tür hüsnükuruntu– dünya edebiyatının evrensel ve kozmopolit unsurlarını öne çıkaran bir dünya görüşüne dayanıyor. Bu görüşün temeli de genişleyen dünya pazarının edebiyatı da kapsayıcı yönünün olmasının yanında aslen sömürgecilik ve milliyetçilikleri aşan bir boyuta varacak olmasıdır.

Marx ve Engels’in manifestoyu farklı cemiyet ve milletlere ulaştırmak için İngilizce, Fransızca, İtalyanca, Danca, Felemenkçe ve daha pek çok dilde yayımlamak istediğini biliyoruz. Bu durum zaman almış olsa da ideolojik ve tarihsel öneminin haricinde Komünist Manifesto dünya edebiyatının bir metnine dönüşüp dolaşıma da girmiş oluyor. Bu manifestonun poetik, retorik ve söylemsel özelliklerinin sonraki manifestoları dil ve üslup düzeyinde ve farklı şekillerde etkilediğini düşünmek çok da yanlış olmasa gerek. Araştırılması gereken bir konu! Türk edebiyatındaki farklı manifestolar karşılaştırmalı olarak, metinlerdeki üslup ve içerik de gözetilerek karşılaştırılabilir. Bu karşılaştırma farklı edebiyatlardaki ve dillerdeki manifestolarla beraber incelenerek içerik, biçim ve edebi söylem gibi unsurlar incelenerek de genişletilebilir. Bu araştırmanın doğrudan dünya edebiyatı ile bir ilgisi olmayabilir. Ancak böyle bir yönelim ve teorik çerçeve oluşturmak da mümkün. Bu tarz çalışmalar belirli dönemlerde ve farklı edebiyatlarda yayımlanan manifestoların ne tür benzerlikleri, farklılıkları olduğuna, ulus fikrine ve çokkültürlülüğe nasıl yaklaştıklarına ilişkin ve en önemlisi edebiyatın kendisiyle ve işleviyle ilgili kayda değer bilgiler sunabilir. Bu konuda ciddi ve derinlikli araştırmalar var mı bilmiyorum, ancak Aijaz Ahmed’in “Komünist Manifesto ve Dünya Edebiyatı” makalesi bir örnek teşkil ettiği gibi, bu konuyla ilgilenenler için bir yol haritası işlevi de görebilir.[7]

19. yüzyılda dünya edebiyatı fikri farklı yönelimlerdeki edebiyat insanları ve eleştirmenler tarafından tartışılmaya devam ediyor. Bu tartışmanın bir yönü de “romantik milliyetçilik” düşüncesinin ve bu düşüncenin tetiklediği folklor araştırmalarının, geçmişe yönelik arayışlar, milli kültür ve dile ilişkin yeni çalışmalarla farklı bir boyut kazanmasıdır. Bir yönüyle meraktan beslenen, bir yönüyle milliyetçilik fikrinin etkisinde milli kimlik ve kültürün inşası için kullanılan pek çok çalışma o zaman belki bu minvalde düşünülmese de şimdi pek çok zengin kaynak sunuyor. Tabii ki bu çalışmalarda ırkçı, ayrımcı ve hamasete dayanan abartılmış yaklaşımlar fazlasıyla mevcut. Bunları hoş görmek ya da meşru kılmak da söz konusu değil, fakat bunları dönemin “ruhu”nu ve koşullarını da bilerek, soğukkanlı bir şekilde değerlendirmek gerekir. Örneğin, Almanya’da Georg Gottfied Gervinus ve Jakob Grimm’in Alman dil ve kültürünü geliştirmek üzere yaptığı folklor ve edebiyat çalışmaları var.

Osmanlı İmparatorluğunun güç kaybettiği bu yüzyılın bir milliyetçilikler çağı olduğunu düşünürsek, imparatorluk dahilinde Bulgar, Yunan, Sırp, Ermeni, Arap ve daha pek çok cemiyetin kendi kültürlerine ve dillerine dönük arayışlarından ve bu minvalde ortaya çıkan yayın ve araştırmalardan bahsetmek mümkün. Milli kültürün bir inşa içerdiği zaten kavraması çok zor bir şey değil, ancak bu düzlemdeki araştırma ve çalışmaların da salt bu tür gaye ya da politik bir milliyetçilik çerçevesinde yapılmadığı açık. Milliyetçilikle ilgili okunarak bitmeyecek bir külliyat mevcut, ama 2018’de yayımlanan iki ciltlik Encyclopedia of Romantic Nationalism in Europe (Avrupa’da Romantik Milliyetçilik Ansiklopedisi) yerel, bölgesel, ulusal düzeyde pek çok toplumun dil, kültür ve edebiyatına dair mükemmel bir referans kaynağı oluşturuyor.[8]

Milliyetçilik fikri ve yarattığı etki neredeyse tüm edebiyatların oluşumunda hâkim öğe olsa ve bizatihi edebiyatın kendisi milli kimlik oluşumunda araçsallaştırılsa da edebiyatı ulus-ötesi veya daha geniş çerçevede görmemek gibi bir durum söz konusu değil. Bu tür bir yaklaşımın en belirgin isimlerinden biri akademisyen Hutcheson Macaulay Posnett. Karşılaştırmalı edebiyat sahasını kuran öncü biri olarak daha 1886’da yayınlanan Comparative Literature (Karşılaştırmalı Edebiyat) adlı kitabında edebi üretim biçimlerini, doğanın, estetik ve insanla ilişkisi üzerinde durarak dünya edebiyatı kavramını değerlendiriyor. Öyle ki dünya edebiyatı düşüncesinin kavramsal olarak dillendirilmiş olmasa dahi antik çağda ortaya zaten çıktığı argümanını öne sürüyor.[9] Posnett’in yaklaşımı dünya edebiyatı kavramı bir tür güncelleme olarak düşünüldüğünde bu güncellemenin ardındaki oluşumun tarihsel ve kültürel açıdan halihazırda mevcudiyetini saptamak şeklinde görülebilir. Burada belirtilmesi gereken nokta Posnett’in “sosyal Darwinizm” etkisiyle (en basit şekilde, Herbert Spencer’ın en iyi uyum sağlayanın hayatta kaldığı, doğal seleksiyonu temel alan sosyal teorisi) küresel edebiyatın gelişimini de bir tür evrim olarak ele almasıdır.

Karşılaştırmalı edebiyatın bir disiplin olarak daha fazla tartışılıp ele alınmasına karşın, bu sahanın oluşumunun da zaman aldığını belirtmek gerekir. Yine de 19. yüzyılın son çeyreğinden itibaren, Hugo Meltzl’in öncülüğünde ilk karşılaştırmalı edebiyat dergisi Acta Comparationis Litterarum Universarum dergisi 1877-1888 yılları arasında sürekli olarak yayınlanmıştır. Posnett ve Meltzl örneklerinde “dünya edebiyatı”nın belirgin bir teorik bir çerçevesi yok; daha ziyade karşılaştırmalı edebiyat bağlamında düşünülen bir olgu ya da kavrayış olarak değerlendirilebilir. Hatta Meltzl’in dünya edebiyatı anlayışına karşı oldukça şüpheci bir tutumu da var. Belki de Macar bir entelektüel olması dolayısıyla Alman kültürünün Avrupa’da hegemonya kurma ihtimalini göz önünde bulundurmaktadır.[10] Bir yönüyle pek de yanıldığı söylenemez Meltzl’in.

20. yüzyılın eşiğinde İskandinav edebiyatını oldukça etkileyen eleştirmen ve akademisyen Georg Brandes dünya edebiyatı, küresel edebi kültür ve yayıncılık piyasasıyla ilgili, aslında 2000’lerden sonra daha sofistike olarak teorik zemine oturtularak tartışılacak pek çok hususa daha o zaman gayet eleştirel yaklaşır. Dili sivri, öfkeli ve saldırgandır. Avrupa edebiyatlarındaki yenilikçi eğilimlerin ve özelliklerin İskandinav edebiyatına katılmasında önemli rolü olan İngiliz, Alman ve Fransız edebiyatlarına ilişkin akademik yayınlar yapan Brandes, 1899’da Almanca kaleme aldığı “Dünya Edebiyatı” yazısında uluslararası yayın pazarıyla kendi ülkesi Danimarka’da “edebi değer” arasındaki farklılık ve gerilimlere değiniyor. Temel savı politik ve kültürel olarak Avrupa’ya hâkim ülkelerdeki yazarların daha az bilinen dillerdekilere ve “küçük” ülkelerdekilere göre daha başından avantajları olduğudur. Garp cephesinde değişen bir şey yok gibi! Çevirinin bu konuda tam ve adil denge sağlayamayacağının farkında Brandes.[11] Bununla birlikte “küçük” diye tanımlanan ve daha az bilinen İskandinav edebi kültürüyle Fransa, İngiltere ve Almanya gibi daha “büyük” edebiyat piyasaları arasında akademik ve edebi kültür bakımından bir tür aracılık işlevini yerine getiriyor.

Brandes edebiyat piyasasında kültürel ve politik olarak da hâkim olan ülkelerin koşulları ve edebi ölçütleri kendi ihtiyaçlarına göre belirlemesine kızgın. Bu kızgınlığını şöyle ifade ediyor: “Yaygın bir dilde yazan altıncı-sınıf bir yazar birkaç milyondan az insanın konuştuğu dilde yazan ikinci-sınıf bir yazardan daha çok biliniyor.”[12] Yazarları kendince bir “değer” sırasına koyan Brandes’in bu düşüncesi aslında sonradan Pascale Casanova’nın “merkez-çevre” bağlamıyla tartışacağı, ülkelerin edebiyatları arasındaki ilişkilerin politik, kültürel, sosyal, dilsel unsurlara bağlı olarak, asimetrik bir şekilde, konjonktüre göre değişerek geliştiğini öne süren komplike teorinin nüvelerini içeriyor.

Brandes’in dünya edebiyatı tartışmasını iki örnek üzerinden ele almak mümkün. İlki Brandes’in belirttiği şekliyle Danca yazan Hans Christian Andersen ile ilgili. Herkesin en azından duyduğu Andersen Masalları’nın yazarı, Danimarka’da dünyaca üne kavuşan tek yazar. Halbuki  Andersen ne kendi yaşadığı dönemde ne de sonrasında, kendi ülkesi Danimarka’da “birinci” ya da “ikinci-sınıf bir yazar” olarak görülmüyor. Hatta kendisinin de hiçbir zaman entelektüel bir etkisinin olmadığını ısrarla belirtiyor Brandes.[13] Bununla da yetinmeyen Brandes kendisinin çok önemli bir filozof olarak gördüğü Søren Kierkegaard’ın o zaman Batı Avrupa’da tanınmamasından şikâyet ediyor. Günlük modaların ve edebiyat piyasasının başarı peşinde koşan “karizmatik şarlatanlar”ca belirlendiğinden dem vuruyor. Kısaca Brandes asimetrik güç ilişkileriyle belirlenen uluslararası “edebi değer”in dillerin yaygınlığı, çeviri ve pazar ekonomisiyle ilintili olduğunu bariz bir şekilde tespit etmiş. Bugünkü daha bariz örnekleri ve koşulları göz önüne alırsak yüz yirmi yıl öncesinden berrak bir öngörüde bulunmuş. Demek ki bir yönüyle edebiyat kültürünün küresel bir içerik kazanarak kitapların daha da fazla metalaşmasından ve edebi kültürün –futbol gibi– kapitalizmin araçsallaştırdığı daha azgın bir sisteme dönüşmesinden başka bir şey yok elimizde.

Brandes’in bu eleştirisinin çok daha girift ve sert örnekleri özellikle Haruki Murakami, bazen de Orhan Pamuk indinde yapılıyor. Bunun yanında, sonradan “küresel roman” diye kavramsallaştırılmaya çalışılan, nahif ve bir yönüyle Brandes’in bir önceki yüzyıldan ortaya koyduğu çelişki ve eşitsizlikleri dahi göz ardı eden bir tutum da söz konusu. Mehmet Fatih Uslu’nun, yine bu sayfalarda, Adam Kirsch’in Küresel Roman: 21. Yüzyılda Dünyayı Yazmak kitabına dair yazdığı incelemesine bakmak meraklısı için ufuk açıcı olacaktır.[14] Bu hususta tekrar Goethe’ye dönmekte fayda var. Çünkü Goethe’nin konuşmalarında belirttiği Çince roman pek sorgulanmamış idi. Ancak daha 1930’larda Çinli bir filozof Zong Baihua, Goethe’nin bahsettiği romanın dönemindeki ticari romanlardan biri olduğunu ve Çin’de hiçbir edebi değeri olmayan, “düşük kaliteli” bir kitap olarak değerlendirildiğini belirtiyor.[15] Bu durumda işler iyice karışıyor! Buradan çıkacak sonuç ister kozmopolit ister elitist yönelimli bir dünya edebiyatı fikrine sahip olunsun, çeviri ve pazar ekonomisinin edebi metinlerin dolaşımını ve dolayısıyla da farklı kültür ve dillerdeki alımlanmasını belirliyor olduğudur. Bu belirlenme bir esere bazen olduğundan fazla değer addetmek, bazen de bu eseri tamamen göz ardı etmek şeklinde gerçekleşiyor.

Brandes’in üzerinde durduğu ikinci husus ise 1820’lerde edebi kültür ve anlayışın daha milli bir nitelik kazanması. Yine de Brandes millilik ile kozmopolit dünya görüşünün birbiriyle bağdaşmaz ve ahenksiz olduğu kanaatinde değil. Aksine, gelecekte oluşacak olan dünya edebiyatındaki metinlerin milli kültüre dair hususiyetve damgayı taşıdıkça ilginç olacağı, ayırıcı yönünün ise uluslararası (önceden “evrensel” deniyordu) bir özellik de içermesi olduğu savında bulunuyor. Aynı kısa makalenin son cümlesi üzerinde düşünmeye değer: “Sanat yapıtı bir kaledir, açık bir şehir değil.”[16]

Brandes’in Türk edebiyatı açısından önemi, edebiyat tarihine dair görüş ve yaklaşımının Mehmet Fuat Köprülü tarafından örnek alınmasıdır. Hem Köprülü hem Brandes pek çok yazar ve akademisyen gibi Hippolyte Taine’nin “objektif bilimsellik” anlayışından etkileniyorlar. Bu görüş Fransız pozitivizmi temelli; edebiyat tarihinin ve eleştirisinin yazarın bulunduğu çevreyi, yerel ve kültürel koşulları da gözeterek incelenmesi gerektiğini ileri sürüyor. Deha, duygulanım ve tesadüf gibi unsurları dışlayan bu görüş edebiyat tarihinde bir tür “bilimsellik” arayışının da tezahürü, ki Köprülü’nün çalışmalarında bu tutumu ziyadesiyle görmek mümkün.[17]

Brandes ve Köprülü arasında bir başka ortaklık da millilik-kozmopolitanizm ilişkisini ikili bir karşıtlık olarak değerlendirmiyor olmaları. Her ikisi de bu gerilimin birbirini besleyen şeyler olduğunu ifade ediyor. Bu tür bir düşünce yapısı daha sonra özellikle Bruce Robbins gibi önemli bir araştırmacı tarafından kimsenin hiçbir yere ve kültüre ait olmadan çokkültürlü olamayacağı şeklinde de izah ediliyor.[18] Tam bu noktada aklıma gelen isimler –belki de kısmen üzerinde çalıştığım bir konuyla ilintili olduğu için– Mehmed Uzun ile Demir Özlü oldu.

Her ikisi de 1980’lerde Stockholm’de sürgünde; birinin anadili Kürtçe, diğerinin ise Türkçe. Her ikisi de düşünceleri nedeniyle sürgünde. Şark cephesinde de değişen bir şey yok! Ancak Uzun Türkçe ve İsveççe de yazarken, Özlü İsveççeyi zaman zaman kullanıyor. Her iki yazarın eserleri farklı edebiyat anlayışlarına, üsluba, metinsel özelliklere sahip ve bir bakıma okur kitleleri dahi farklı olsa da, her ikisi de hümanist ve çokkültürlü bir dünya tahayyül ediyorlar. Hatta 1995 yılında, Uzun’un Madeleine Greive ile birlikte editörü olduğu bir antoloji yayımlanıyor Stockholm’de. Bu antoloji İsveççe ve Världen i Sverige En Internationell Antologi (İsveç’teki Dünya Uluslararası Bir Antoloji) adıyla, İsveç’te yaşayan değişik milletlere ve cemiyetlere mensup yetmiş dört farklı yazarın eserlerinden seçmeler içeriyor.

Millilik-dünya edebiyatı ilişkisine dair benzer bir yaklaşım Richard Moulton’un 1911’de yayımlanan Dünya Edebiyatı ve Genel Kültürdeki Yeri kitabında da mevcut.[19] Küresel düzeyde bir kapsayıcılıktan ve çoğulluktan ziyade “medeniyeti” oluşturan kurucu metinlerin mirasına vurgu yapan ve bu mirası İncil’den başlatarak Homeros, Shakespeare, Dante gibi yazarların eserlerine dayandıran Avrupa-merkezli bir tutum söz konusu. Bir yönüyle elbette haksız olmamakla birlikte, bu tutumun eksik ve tek yönlü olduğunu belirtmek çok da şaşırtıcı olmasa gerek.

Dünya edebiyatına çeşitli boyutlarıyla yaklaşan yazar, eleştirmen ve akademisyenlerden örnekler çoğaltılabilir. Bu hususta, Rabindranath Tagore’un dünya edebiyatına yaklaşımı önemli; çünkü Tagore başından itibaren edebiyatı insanlığın ortak olarak yarattığı bir miras olarak düşünüyor. Bu miras sürekli gelişen, insan deneyiminin bütünlüğünü değişik filtrelerle ve estetik araçlarla sunan bir “dünya edebiyatı”, kendi deyişiyle Visva-Bharati.[20] Daha çok estetik ve felsefe ağırlıklı bir düşünsel güzergâhı takip eden Tagore’un daha 1907’de değindiği dünya edebiyatı ve karşılaştırmalı edebiyatla ilgili makalesi İngilizceye ancak 2001’de çevriliyor. Bu metin özellikle de akademisyenlerin ilgisine maruz kalıyor. Burada vurgulanması gereken husus hem çeviri hem de akademik bilginin üretim koşullarının, dünya edebiyatındaki metinlerin eşitsiz dolaşımına ve konjonktüre bağlı olarak statü kazanan durumuna yapısal olarak benziyor olması.

İkinci Dünya Savaşı’nın edebiyat dahil sosyal, kültürel, politik pek çok şeyi tamamıyla etkileyip değiştirdiği malum. Savaşın ertesinde, biraz da beklenmedik şekilde bir kitap yayımlanıyor: Ernst Robert Curtius’in Avrupa Edebiyatı ve Latin Orta Çağları.[21] Bu kitap doğrudan “dünya edebiyatı”na dönük bir tartışma yaratmasa dahi, dönemin eleştirmenlerini ve araştırmacılarını oldukça etkilemiş görüyor. Kitap Avrupa coğrafyasındaki edebiyatlarda antik çağdan 19. yüzyıla dek bir devamlılık olduğunu ileri sürüyor ve bu devamlılığın izlerini sürüyor. Kitabın temel odağı ise Latin edebiyatı; çünkü bu çalışma, Latin edebiyatının antik dönemdeki edebiyat ile sonraki yüzyıllarda oluşacak yerel ve milli edebiyatlar arasında hayati bir dönüşümün ürünü ve süreci olarak görüyor. Bu bakış açısıyla Avrupa edebiyatının temel evrelerini Aydınlanma çağına dek inanılmaz bir bilgi yoğunluğu ve filolojik birikimle ele alıyor. Avrupa edebiyatının milli edebiyatlar oluş(turul)madan önceki temel dinamiklerinin felsefi, edebi ve anlatısal özelliklerine odaklanarak adeta bir tür otopsi yapan, mühim bir çalışma. Bu eser Erich Auerbach’ın dikkatinden kaçmıyor elbette.

Auerbach aslında dünya edebiyatı 2000’lerden sonra bir disipline dönüştükten sonra akademisyen ve filolog olmaktan öte, bu disiplinin araştırma malzemesine de dönüşüyor. David Damrosch ve Aijaz Ahmed’ten Emily Apter ve Edward Said’e kadar pek çok saygın akademisyen Auerbach ve İstanbul yılları üzerinde makaleler kaleme aldı. Auerbach o “klasik” çalışması, Mimesis: Batı Edebiyatında Gerçekliğin Temsili’ni İstanbul’dayken yazıyor ve 1946’da yayımlıyor ki bu çalışma Türkçeye ancak 2019’da çevrildi.

Auerbach’ın bu dönemine odaklanan ve bu eserin yazılma sürecini “Türk Hümanizmi” ile ilişkili olarak analiz eden Kader Konuk’un Doğu Batı Mimesis–   Auerbach Türkiye’de çalışması neyse ki çok geçmeden, 2013’te Türkçeye çevrildi. Daha sonra Amerika’ya göç eden ve üniversitelerde ders veren Auerbach, Amerikan edebiyat eleştiri anlayışı ve akademisinde, Edward Said gibi isimler üzerinde belirgin bir etkiye sahip oluyor. Dünya edebiyatı söz konusu olduğunda ise Auerbach Türkçe çevirisi yapıldı mı bilmiyorum ancak 1952 yılında “Dünya Edebiyatının Filolojisi” diye çevrilebilecek bir makale yayımlıyor.[22]

Auerbach bu makalede dünya edebiyatındaki “dünyanın” giderek küçüldüğünden ve daha az çeşitlilik barındırdığından dem vuruyor. Bir tür standardizasyondan ve bunun giderek yayıldığından şikâyet ederken sınırlı sayıdaki edebi dillerin hayatta kaldığını, bu şekilde devam ederse dünya edebiyatı fikrinin aslında bir yönüyle gerçekleşirken aynı anda bu standartlaşma yüzünden yok alacağını öne sürüyor.[23] Bu görüşün Brandes’in daha öfkeli şekilde dillendirmesinden farkı, Auerbach’ın İkinci Dünya Savaşını ve milliyetçiliğin paranoyak bir tutumdan zalimane bir vahşete giden akıldışı yönünü görmüş olmasıdır. Bu durumu sadece kişisel deneyim ve sezgilerle sınırlı olarak açıklanamaz elbette. Savaş sonrasında, özellikle Amerika’da yaşarken, bu tür bir standartlaşmanın bütün dünya kültürü için tehlikeli olduğunda ısrar etmesi, bir yönüyle gerçekçi bir uyarı ve kaygının ifadesi bir yönüyle de gelecek kuşaklara bir vasiyet ya da yol haritası olarak görülebilir.

Auerbach dünya edebiyatının homojen ve sistematik bir filolojik anlayışla tasarlanabileceği üzerinde duruyor. Ona göre eski dünya o eski dünya değil! Geç-burjuva hümanist kültürünün ürettiği filolojik ve edebi birikim iki dünya savaşıyla talan olmuş durumdadır. Bir diğer etken de üniversitelerdeki edebiyat öğretiminde ağırlık merkezinin değişmiş olması: Modern edebiyat ve eleştirinin norm haline gelmesi. Auerbach değişen eğitim sistemine ve içeriğine eleştirel yaklaşıyor; antik kültürün, Ortaçağ ya da Rönesans’taki yaşamın materyal ve kültürel koşullarını ve dilsel formları bilmek gerekliliğinde ısrarcı.[24] Kendisi elbette modern(ist) edebiyata karşı bir tutum içinde değil. Aksine, zaten iyi bir okuyucu ve araştırmacının Rainer Maria Rilke ya da André Gide’nin farkına varıp sahipleneceğini düşünüyor.

Son olarak Auerbach’ın dünya edebiyatına ilişkin görüşlerine dair iki temel husus üzerinde durmak gerek. İlki filolojik ve edebi incelemeler yaparken genel kavramlardan ve terimlerden sakınmak gerektiğine dair uyarısı: Barok, Romantik, Drama, Mit gibi çok genel nosyonların muğlak ve bu yüzden araştırmalar için tehlikeli olduğunu belirtiyor Auerbach. Araştırma nesnesine (edebi metinler ya da anlatılar diyelim) dışarından empoze edilen bu tür genellemelerin ve kavramların bir başlangıç noktası olmaması gerektiğini savunuyor. Aksine, parçalardan bütüne varmak gerekir ki, derinlikli ve nitelikli analizler yapmak mümkün olabilsin.

Üzerinde durulması gereken ikinci husus ise Goethe’nin, Brandes’in ve pek çok eleştirmen ve yazarın üzerine düşündüğü ulusallık-çokkültürlülük ilişkisi. Auerbach’ın milliyetçiliklere karşı tavrı elbette olumsuz. Artık neredeyse sloganlaşan ifadesinde “filolojik evimiz dünyadır” diyen Auerbach, dil düzeyinde evimizin ulus olmadığını biraz da şairane bir şekilde vurguluyor. Filologların miras alması gerekli en değerli şeyin kendi ulusal dilleri ve kültürleri olduğunu belirttikten sonra, bu mirası ancak bir manada “kaydettiklerinde” ya da “aştıklarında” bir etki yaratabileceklerini öne sürüyor. Esasında, Ortaçağdaki ulus-devlet öncesi kültürlerin sahip olduklarına ve insan ruhunun –şüphesiz ki– “milli” olmadığına biraz kaygılı, biraz da kötümser bir tutumla dikkat çekiyor.[25] Auerbach’ın bu makalesindeki görüşleri ve uyarıları, 1950’lerle birlikte değişen dünyaya, edebiyat ve eleştiri anlayışına, edebiyatın farklı dil ve kültürlerle ilişkisine yönelik bir arayışın da tezahürü. Bu konuda akademik öğretimin içeriğine ve şekline dönük de derin kaygılar taşıyan Auerbach milliyetçi anlayışa karşı; ama milli kültür ve dili çeşitlilik içinde, homojen bir hal olarak değerlendiren bir arayışı da var kendisinin; dünya kültürlerini, dillerini ve edebiyatlarını geniş bir ölçekte ele alan, bitmeyecek bir arayış bu. Bu arayışın “romantik” bir yanı da var; hümanist, entelektüel ve elitist bir yanı da var – ki elitisti olumlu bir manada kullanıyorum.

Dünya edebiyatına dönük tartışma ve yayınlar karşılaştırmalı edebiyat disipliniyle ilişkili sürürken, 2000’lerde neredeyse eşzamanlı olarak farklı teorik ve yöntemsel düzlemlerde yayınlar yapıldı. Dolayısıyla tüm bu yaklaşımları derli toplu tartışmak ve Türk edebiyatına dair ne gibi imkânları ve sınırları olduğunun sorgulanması en başta belirtilen çalışmayı da esas alarak ancak bir başka yazıda gerçekleşebilir. Yine de bu evrede ortaya çıkan teori ve görüşlerin edebiyata dair genel eleştiri anlayışını da reddedilemez biçimde etkilediğini belirtmekte yarar var. Dünya edebiyatı üzerine düşünürken “edebi değer”, “edebi zevk” ve genel anlamda “değer yargısının” değişken olduğunun ve objektif bir yönü olmadığının da farkında olmak gerekir. Bu yönüyle edebiyat eleştirisinin de kendi oluşturduğu bir ideolojisi olabiliyor. Örneğin en azından Amerika’da, 1950 ve 1960’larda Kafka’dan daha seçkin bir yazar olarak değer gördüğü halde, şimdi, Thomas Mann'ın hem popüler kültürde hem de akademide daha az görünen ve incelenen bir yazar olduğunu belirtiyor Damrosch.[26]

Bu tür örnekler çoğaltılabilir ama yeni yayımlanmış bir kitabın veya geçmişte yayımlanan ve çeviri yoluyla dahi olsa dolaşımda olan bir eserin, bir anlatının hangi dile ait olursa olsun insan olmanın sancılarını, mutluluğu, depresyonu, savaşları, doğayı, daha nice farklı deneyimleri anlattığını, en önemlisi dünyadaki insanlık durumuna dair olduğunu unutmamak gerekir. Dünya edebiyatı muğlak bir kavram; bence sonradan tartışılacağı gibi, hâlâ da muğlak bir teori. Ancak ister romantik veya naif ister “evrensel” bir dünya görüşü temelinde milliyetçiliklerin altını oyan kültürel bir tutum yahut kapitalist yayıncılık piyasasının sonucu ortaya çıkan bir olgu olarak değerlendirilsin, nihayetinde Leyla Erbil’in kişisel ve tarihsel travmalar içeren anlatılarını, daha raflarda taze olan Tove Ditlevsen gibi Türkçede neredeyse hiç yer almayan bir yazarın Kopenhag Üçlemesi’yle birlikte okuma imkânı ve imkânın deneyimlenmesi, dünya edebiyatının kendisinden çok bu dünyadaki okura, zaman ve mesafe olmaksızın insanlığımızı, birlikteliğimizi, acılarımızı ve hayatta kalma direncini hatırlatıp duyumsatabilir. Buradan bir dünya barışı çıkacak değil elbette, yeni bir “dünya edebiyatı” teorisi de çıkmasına gerek yok. Edebiyatın sağaltıcı ve dönüştürücü bir gücü var. Bana sanki edebi eserlerin dolaşımı, kapitalist yayın piyasasının hükümranlığı, milliyetçilik ve tarihyazımı tartışmaları, post-modernizm, formalizmin yüceltilmesi gibi tartışmalar arasında –ki bu tartışmaların ne denli derinlikli ve sofistike olduğu malum– bazen edebiyatın en asli öğesi olan insanı, insan olma hallerini ve bu hallerdeki ortaklığa, varoluşa, etiğe ve “dünyamız”a dair unsurları ıskalıyormuşuz gibi geliyor. Belki de bu farkındalığa en çok ihtiyacımız olduğu bir dönemde!

 

NOTLAR:


[1] Fredrik Böök, Nasreddin Hosdcha Turkiska Sagor och Skämthistorier (Stockholm: P. A. Norstedt & Söner, 1928).

[2] J. W. von Goethe, “Conversations on World Literature”, The Princeton Sourcebook in Comparative Literature: From the European Enlightenment to the Global Present içinde, editor David Damrosch, Nathalie Melas and Mbongiseni Buthelezi (Princeton: Princeton Üniversitesi Yayınevi, 2009), s. 21.

[3] Goethe, “Conversations on World Literature”, s. 23.

[4] David Damrosch, What is World Literature? (Princeton: Princeton Üniversitesi Yayınevi, 2003), s. 12.

[5] Karl Marx ve Fredrich Engels, Manifesto of the Communist Party (Moskova: Progress Publishers, 1969), s. 16.

[6] Karl Marx ve Fredrich Engels, Komünist Manifesto, çev. Nail Satlıgan, Yordam Yayınları, 3. baskı, 2015, s. 45

[7] Ahmad, Aijaz, “The Communist Manifesto and ‘World Literature’”, Social Scientist 28, no. 7/8 (2000): 3-30.

[8] Joep Leerssen, Encyclopedia of Romantic Nationalism in Europe (Amsterdam: Amsterdam Üniversitesi Yayınevi, 2018).

[9] Hutcheson Macaulay Posnett, Comparative Literature (New York: D. Appleton & Company, 1886), 238-239.

[10] Angus Nicholls, “The ‘Goethean’ Discourses on Weltliteratur and the Origins of Comparative Literature: The Cases of Hugo Meltzl and Hutcheson Macaulay Posnett”, Seminar: A Journal of Germanic Studies 54, 2 (2018): 167-194.

[11] Georg Brandes, “World Literature”, içinde, The Princeton Sourcebook, 63.

[12] Ibid., 63.

[13] Ibid., 64-65.

[14] Mehmet Fatih Uslu, "Bir küresel Roman Romantizmi", K24, 31 Ekim 2019

[15] Jing Tsu, “Getting Ideas about World Literature in China”, Comparative Literature Studies 3. 47 (2010), pp. 290-317.

[16] Brandes, “World Literature”, 66.

[17] Fuad Köprülü, “Türk Edebiyat Tarihi’nde Usûl”, içinde Edebiyat Araştırmaları: 3-47 (Ankara: Türk Tarih Kurumu Basımevi, 1999). Bu makalenin ilk baskısı, Bilgi Mecmuası’nda, Kasım 1923’te yapılmıştır. (Yıl 1, sayı 1, s. 3-52). Fuad Köprülü, “Türk Edebiyatı’nın Menşe’i”, içinde Edebiyat Araştırmaları: 49-130. Makalenin ilk basımı Eylül-EkimMilli Tetebbu’lar Mecmuası’nda, 1915’tedir.

[18] Bruce Robbins, “Comparative Cosmopolitanism”, in Cosmopolitics Thinking and Feeling Beyond the Nation (Cultural Politics) ed. Peng Cheah ve Bruce Robbins (Minneapolis: Minnesota Üniversitesi Yayınevi, 1998), 260.

[19] Richard G. Moulton, World Literature and Its Place in General Culture (New York: The Macmillan Company, 1991), 3-4.

[20] Makarand R. Paranjape, Tagore’s Idea of “World Literature”, Banerji D. (eds) Rabindranath Tagore in the 21st Century. Sophia Studies in Cross-cultural Philosophy of Traditions and Cultures, vol 7. Springer, New Delhi. https://doi.org/10.1007/978-81-322-2038-1_5

[21] Ernst Robert Curtius, European Literature and Latin Middle Ages (Princeton: Princeton Üniversitesi Yayınevi, 1973).

[22] Eric Auerbach, “The Philology of World Literature”, in Selected Essays of Eric Auerbach: Time, History, and Literature ed. James Porter, çev. Jane Newman (Princeton & Oxford: Princeton Üniversitesi Yayınevi, 2014).

[23] Ibid.”, 254.

[24] Ibid.”, 259.

[25] Auerbach, “The Philology of World Literature”, 264.

[26] David Damrosch, How to Read World Literature, 2. baskı (Oxford: Wiley-Blackwell, 2018), 164.

 

GİRİŞ RESMİ:


Zheng'in 1418 yılındaki seyahatlerinden yola çıkarak yaptığı haritaya dayandığı iddia edilen ve sahte olduğu iddia edilen, 1763 tarihli, Çin'i merkez alan dünya haritası. 

 

EDİTÖRÜN NOTU: 

Bu yazının devamını K24'te "Dünya Edebiyatı (2): Kimin dünyası? Neyin edebiyatı?" başlığıyla okuyabilirsiniz.