Domların hikâyesi: curcuna ve dram

"Soner Caner’in Gönül’ü ne kadar şenlikli ve masalsıysa, Halil Aygün’ün belgeseli de o kadar dramatik ve gerçekçi. Belki bu ikisinin birleşimi, Domların hayatına hakkını veriyordur: Ne pür-i pak bir şenlik, ne çıkışsız bir dram."

18 Ağustos 2022 20:30

Soner Caner’in yönettiği Netflix filmi Gönül şu cümlelerle başlıyor: “Tanrı insanları yarattı, baktı çok mutsuzlar, onlara Domları gönderdi. Konup göçtüler, çalıp söylediler.” Sonra kendimizi bir curcuna havasının hâkim olduğu, yer yer eskinin Vizontele’sini de andıran Kusturica’vari bir dünyada buluyoruz: Domlar abartılı ve şenlikli jestlerle sofralar hazırlıyorlar, rebap eşliğinde şarkılar söylüyorlar, şamanik ayinler yapıyorlar ve büyülü-gerçekçi denebilecek bir ‘setting’de bir düğüne hazırlanıyorlar. Bir süre bu gerçeküstü duran ‘olaylar’ın nerede geçtiğini anlamak zor oluyor: Hayali bir yer ya da Bohemya’da bir ‘gypsy’ bölgesi gibi. Ama hayır, olay Türkiye’de geçiyor, Domların yaşadığı bir uzak şehirde.

Domları kim ne kadar tanıyor bilmiyorum ama ben Domları tanıma yolculuğuma bu filmden sonra başladım. Google’a ‘Domlar’ yazdığınızda Mezopotamya’nın Kayıp Kavmi ya da Mezopotamya’nın Kayıp Gülleri gibi romantik başlıklar altında sosyolojik bilgilere ulaşabiliyorsunuz. Mesela: “Mardin, Diyarbakır, Batman, Şırnak, Siirt, Urfa ve Van’da, 100 bin civarında Dom’un yaşadığı tahmin ediliyor. ‘Mıtırp’, ‘Karaçi’, ‘Çingene’, ‘Âşık’ olarak da adlandırılan ve 2000’li yıllara kadar göçebe hayatı süren… kendilerine ait Domca adıyla bir dilleri de olan Domların artık sadece yaşlı olanları bu dili konuşuyor.”

Gönül, Domların hikâyesini sarhoş edici ve dokunaklı müzikler eşliğinde, temelde Sümbül (Hazar Ergüçlü) ve Piroz’un (Erkan Kolçak) imkânsız aşk hikâyesi üzerinden anlatıyor. İlk sahnedeki düğünde Sümbül ve Piroz birbirlerine âşık olurlar: Ailesinden gelen ölüm tehdidiyle karşılaşan Sümbül, Piroz’a kaçar ve Mezotopamya’da dokunaklı bir aşk hikâyesi başlar. Afişte görülen o motor üzerinde birbirine sarılan Sümbül ve Piroz’un çocuksu mutluluğu filmin hissini özetliyor aslında: Dokunaklı, saf, ‘çocuksu’ ve biraz ‘kaçıkça’ bir his. Kusturica ve Tony Gatlif filmlerinde gördüğümüz o curcunalı ‘gypsy’ havasını Mezopotamya’ya ve Kürtlerin arasına taşıyan Soner Caner bu ‘romantik komedi’yle bir yandan da politik ve antropolojik bir hamle yapmış oluyor. Kayıp olan, temsil edilmeyen, kimliksiz, ‘ötekinin de ötekisi’ bir halkı, belki de yetim çocukları andıran bir halkı popüler kültürün, ana-akımın radarına sokuyor. Dom karakterleri canlandıran Bülent Emin Yarar, Şevval Sam ve Ali Seçkiner Alıcı gibi oyuncular, unutulmaya terk edilmiş bu halkın ‘ete kemiğe bürünmesi’ne ve ana-akımda temsil edilmesine ciddi bir katkı sağlıyorlar. Geniş bir kadroyu bir curcuna içinde bir araya getiren Gönül, bu ‘kayıp halk’ın hayatına çoğunlukla şenlikli bir ayna tutuyor. Kırmızı güllerin, rengârenk elbiselerin, derme çatma karavan evlerin arasında, hüzünden mutluluğa  uzanan şarkılarla renklenen bir ayna.

***

Ama bu aynanın bir de şenlikli olmayan kısmı var, Domların hayatlarının daha sosyolojik ve dramatik tarafı. Türkiye’de dilleri ve varlıkları kabul edilmeyen ve resmî kimlikleri olmadığı için bir ‘homo sacer’ statüsünde olan bu yarı-göçebe halk, her türlü ‘sivil’ haktan mahrum bir hayat sürüyor. İşin bu daha dramatik kısmını görmek için Halil Aygün’ün Nusaybin’de çektiği 2012 tarihli Dom belgeselini izleyebilirsiniz. Soner Caner’in Gönül’ü ne kadar şenlikli ve masalsıysa, Halil Aygün’ün belgeseli de o kadar dramatik ve gerçekçi. Belki bu ikisinin birleşimi, Domların hayatına hakkını veriyordur: Ne pür-i pak bir şenlik, ne çıkışsız bir dram. Bütün dramatik sosyolojiye rağmen sürdürülen şenlikli bir hayat denebilir belki Domların hayatı için.

Solda Dom belgeselinden, sağda Gönül'den müzikli birer kare.

Halil Aygün’ün belgeseline de Gönül gibi, müzik hâkim. Domların rebap çalarak yaptıkları hüzünlü ve şenlikli müzik, hayatla kurdukları temel bağlardan biri. Aygün’ün belgeseli rebap çalan Levend adlı on yaşında bir çocukla başlıyor. Bir Kusturica ya da Ghobadi filmi karakteri gibi duran Levend’in hikâyesini anlatışında iç burkucu bir sahihlik var: Kimliği olmadığı için okula gidememiştir, sokaklarda mahzun dolaşmaktadır. “Okula gidemiyorum, doktora gidemiyorum. Hiçbir şey yapamıyorum.” Genç yüzüne derin anlamlar katan ağır ve hüzünlü ifadesiyle anlatmaya devam ettikçe, hiçbir yere ait olmayan ve hiçbir şeye de sahip olmayan bir çocuğun gözünden dünya halini görüyoruz: Gerçekliğiyle insanı sarsan yoksul ve acımasız bir dünya. Sonra yaşlı bir kadın konuşmaya başlıyor: “Oğlum çalışmıyor, dışarı çıkamıyor, kimliği olmadığı için korkuyor… Toprağımız, yerimiz, yurdumuz yok.” Burada bir sosyolojik kırılma ve olağanüstü hal durumu da kayda geçiriliyor. 2000’lere kadar göçebe hayatı süren Domlar, ‘olağanüstü hal’ nedeniyle göçebe yaşadıkları dağlardan şehre inmeye zorlanmışlar ama şehir (bu örnekte Nusaybin) onları bir yere sığdıramamış. Önce mağaralara yerleşmişler, sonra da derme çatma evlere. Belgeselde önemli bir politik ayrıntı da var. Bir yerde yaşlı bir kadın boşaltılmış köylerden bahsediyor: “Köyleri boşaltılıp Almanya’ya giden Hıristiyanların evlerinde kalıyorduk.” Muhtemelen Süryanilerin evlerinden bahsediyor burada. Böylece Domlar üzerinden OHAL, koruculuk ve yerinden edilen halklar gibi mevzular da belgesele dahil oluyor.

Belgeselde dikkat çeken bir şey daha var: Yaşlı Dom kadınlarının hemen hemen hepsi dövmeli. Mardin’de adına Dek denen ve isle anne sütünün karışımından yapılan bu kadim dövme geleneği de kültür tarihçilerine zengin bir malzeme sunuyor. Domların geçim kaynakları arasında bu dövmeleri yapmak da var, ayrıca kadim şifacılar olarak dişçilik de yapıyorlar. Altın ve gümüş diş kaplamaları da onlardan soruluyor. Yani aslında bu ‘kayıp halk’ gayet kalıcı iki iz bırakmış Mezopotamya kültürüne: dövmeler ve o meşhur altın dişler.

Kayıp bir halk olarak Domların reel durumu, kimliksizlik, evsizlik, statüsüzlük ve her durumda karşılaştıkları ötekilik, aslında Türkiye toplumunu ‘en alttan’ okumak için de iyi bir vesile. Burada sosyologlar, siyasetbilimciler, sanatçılar, edebiyatçılar ve sinemacılar için çok zengin ve katmanlı bir hayat malzemesi var: Kimliksizler, vagabondlar, ‘vahşi çocuklar’, dışlanmalar, ‘homo sacer’ bir hayat, kadim bir müzik, şamanistik ritüeller, hafiften ‘kaçık’ karakterler, devletin baskısı, olağanüstü hal ve daha birçok şey. Bunları böyle yazınca buradan neredeyse bir Marquez ya da Yaşar Kemal romanı çıkar buradan diye düşünüyor insan. Ya da daha günümüzden bir şey söyleyelim: ‘Vagabond’luğa ve kimliksizliğe odaklanan bir Ayhan Geçgin romanı ya da ya da vahşi halleri anlatan bir Reha Erdem filmi veya şenlikli ve kitsch bir Ezel Akay masalı.

***

Domlar gibi kayıp halkların estetik ve politik temsili demişken, şunu da belirtelim: Domlar Diyarbakır’dan Urfa’ya kadar farklı şehirlerde varlıkları ve kimliklerinin tanınması için dernekler kurmaya başlamışlar. Soner Ercan’ın filmi ve Halil Aygün’ün belgeseli de bu tanınma hakkı mücadelesine ciddi bir katkı yapıyor. Görünmez kılınmaya karşı yapılan her görünür kılma hamlesi, bu tanınma mücadelesinin parçasıdır. Gönül’deki popüler temsil de, Dom belgeselindeki realist ayna da bu mücadele için önemli kaynaklardır. Filmlerle sosyoloji, bir bakıma.

Allison Landsberg’in medya ve hafıza bağlamında ortaya attığı ‘protez hafıza’ diye bir kavram var: Belgeseller, filmler, kitaplar, vesaire sizin sahip olmadığınız bir hafızayı size bir ‘protez gibi’ eklerler ve genelde de görmezden gelinen, temsil edilmeyen, ‘hayalet’ olmaya terk edilmiş hikâyeler ve halklar bu yolla hafızada bir yer edinirler. Bazı hayatları ve kimlikleri deneyimlemeden deneyimlemiş olursunuz. Böylece filmler ve kitaplar (ve diğer temsil biçimleri) bir hafıza protezi eklerler kafamıza. İster Gönül gibi romantik ve masalsı kurmacalar, ister Dom belgeseli gibi daha realist ve sosyolojik belgeseller yoluyla olsun, kolektif hafızaya böyle bir ‘protez’ eklemek de önemli bir politik ve kültürel hamledir. Periferidekiler kısa bir süre için de olsa merkezde söz sahibi olurlar. Bu yazıyı Gönül’de tekrar edilen o Dom melodisiyle bitirelim ki mevzu dramatik bir sosyolojiye sıkışıp kalmasın, içimizde bir şeyler de titresin: “na nigi na na na nigi nigi na na nigi na na nigi na nigi…”