Doğum gününde gecikmiş isyan: Sait Faik’in eksik okunmasına dair

Hakan İşcen, doğum gününde Sait Faik'i anarken, üç döneme ayırarak bakıyor onun yazdıklarına: Semaver dönemi (1936-1940), Lüzumsuz Adam dönemi (1948-1952) ve Alemdağ dönemi (1954)

18 Kasım 2020 18:24

18 Kasım onun 114. doğum günü. Yine Burgazada’da kilisenin arkasındaki o beyaz evdeyiz; onu bir kez daha yaşadığı yerde anmak için. Mehmet Faik’in oğlu Sait’i anlatmak için, kim eline mikrofon alsa, kimin eli onun için kalem tutsa, o kutsal girizgâh değişmiyor:

“Bir insanı sevmekle başlar her şey…”

Ben de gerisini dinlemiyorum. İnsanı sevmek için önce onu anlamak lazım. Şairleri, yazarları, topluma mal olmuş kimi insanları içini boşalttığımız sloganların altına hapsetmek, bir çeşit yargısız infaz değil mi?.. “Örnek İkonlar” yaratmak kaygısıyla aslında onların ruhlarını boşalttığımızın farkında mıyız?.. “Alemdağ’ da Var Bir Yılan” saklı bir cenneti, belki de saklı bir aşkı anlatan, Türk Öykücülüğünün en özgün örneklerinden biri. Bu güzelim öykü, hümanizm adına hâlâ slogancı bir anlayışa feda edilmekte. Bunun için onun hakkında biraz daha konuşmamız gerek.

O, bu toprakların genetiği bozulmamış tohumudur. Akan suyun yatağını değiştirmemiş, tek başına kaynayan bir kaynak yaratmıştır. Yazdığı 148 öykünün dörtte üçü İstanbul’u, onların yaklaşık yarısı da Burgazada’yı kendine mekân seçmiştir. Sait, hayatı ve yazdıkları arasında incecik bir tül varmış gibi yaşamıştır. Özellikle son döneminde anlatıcının bizzat kendisi olduğunu öpüp kokladığı kalemiyle açıkça belli eder.   

Bu nedenle, hayatını karakteristik öykü kitaplarından esinlenerek, Semaver dönemi (1936-1940), Lüzumsuz Adam dönemi (1948-1952) ve Alemdağ dönemi (1954) diye üç döneme ayırmak yanlış olmaz. Bu üç dönemin yazarı da birbiriyle her bakımdan çelişik bir karakter gösterecektir. Herhangi biri onun için “İstanbul’suz yapamazdı,” derken, bir başkası “Nefret ederdi,” diyebilmekte; biri “İnsanları çok severdi,” derken, diğeri “Onlardan kaçardı” diye konuşabilmektedir. Kısaca, önümüzde üç dönem, üç yazar (üç insan) var.

Semaver döneminde emeği ile yaşayanları önceler, zenginlere eleştirel gözle bakar. Yıllar sonra neredeyse yegâne “alameti farikası” sanılan o insan sevgisini bu emekçilerden süzecektir. Onların sorunlarına dönük yaklaşımı tamamen kendi gözlemlerine dayanır, politik bir altyapı barındırmaz. Sanki her sabah daha iyi bir dünya umuduyla uyanır. 

Lüzumsuz Adam döneminde, emekçilerin yerini sınıf bilinci olmayan ama içimizi ısıtan doğal karakterler –işinin ehli ustalar, balıkçılar– alır. İnsandan bir kaçış başlar. Kendi sorunlarını ve yalnızlığını gittikçe daha çok konu etmeyi yeğler. 

Alemdağ döneminde ise, insanları tamamen dışlar ve bunun sonucunda kaçınılmaz olarak da dışlanır. Bu artık bir uzaklaşma değil, bir kendini soyutlama, neredeyse onları yok saymaya –yok sayılmaya– varan bir yabancılaşmadır.

Semaver döneminde, sokaklarında aylak dolaştığı İstanbul’u sever. İstanbul dediği çokça Beyoğlu’ dur zaten.

Lüzumsuz Adam döneminde, İstanbul’dan uzaklaşır. Şehirden kaçar. Mahalleye sığınır. Ve sonunda adasına, sessiz doğasına çekilir.

Alemdağ Döneminde ise, şehirde barınamayan Sait, yeni bir cennet yaratır kendine: Alemdağ! İstanbul’dan artık nefret etmektedir. Çünkü artık orada her şey bir insanı sevmekle bitiyordur…

Bu son kitabının (Alemdağ’da Var Bir Yılan) dilinin ve kurgusunun diğer yapıtlarından farklı olması yanında, öykülerin de izlek olarak ayrıcalıklı olduğunu görürüz. 17 öykü var kitapta. Bir tanesi de kitaba adını veren öykü. Yarısı, edebiyatımızın en şiirsel imkânsız aşk öyküleri; geri kalanında da artık ne emekçinin hikâyesi vardır ne de işinde gücünde çalışan hamarat insanların yaşam sevinci… Sait’in artık kimsenin hikâyesini dinleyecek hali yoktur ve yorgundur. İstanbul kirlenmiştir; insanlarıyla birlikte… Ve dülger balığı, toplumun acımasız değer yargılarının ağında umutsuzca çırpınmaktadır:

Onu atmosferimize (suyumuza) alıştırdığımız gün bayramlar edeceğiz. Elimize görünüşü dehşetli, korkunç, çirkin ama aslında küser huylu, pek sakin, pek korkak, pek hassas, iyi yürekli, tatlı ve korkak bakışlı bir yaratık geçirdiğimizden böbürlenerek onu üzmek için elimizden geleni yapacağız. Şaşıracak, önce katlanacak. Onu şair, küskün, anlaşılmayan birisi yapacağız. Bir gün hassaslığını, ertesi gün sevgisini, üçüncü gün korkaklığını, sükûnunu kötüleyecek, canından bezdireceğiz. İçinde ne kadar güzel şey varsa hepsini birer birer söküp atacak…
(Dülger Balığının Ölümü)

Aşk ise, kitabın bütün öykülerinin satır aralarına âdeta sinmiştir:

 “Panco hep kabahat sende. Sen ettin bu işi bana. Gece yarısı senin hesabına dolaşıyorum…”
(Öyle Bir Hikâye)

“–Seni bir daha göremeyecek miyim? dedim. Kızdı.
 –O benim bileceğim şey, dedi.
İki gün sonra yirmi kişiye: ‘O benim bileceğim şey’ ne manaya gelir diye sordum. Hiçbiri doğru dürüst bir mana veremedi.”
(Yalnızlığın Yarattığı İnsan)

“Beklersem gelmez ki… Beklemesem gelir mi? Umut vardır. Beklemediğim zaman umut vardır. Gelir karşıma geçer. Ne söylerim ona. O bana ne der. Hiçbir şey hatırlamam. Sonradan şöyle demişti diye uydururum.”
(Yani Usta)

“Aşklar yasaktır. Gün olur, sular, yemişler bile yasaktır. İnsanlar birbirine yasaktır.”
(Çarşıya İnemem)

“Odam biraz ısınmıştı. Soba gürül gürül yanıyordu. Anahtarı biraz kıstım. İçerideki odaya geçtim. Yorganı açtım. Köşeye büzülmüş mışıl mışıl uyuyordu. Kucakladım. Kuş onun kafasından benim kafama, benim kafamdan onun kafasına konup duruyordu. Sabaha kadar kuşun kanat seslerini, onun mışıl mışıl uykusunu duydum."
(Yılan Uykusu)

Alemdağ’da Var Bir Yılan

Öncelikle bu kitaba adını veren “Alemdağ’da Var Bir Yılan” öyküsünde geçen ve en başta belirttiğim gibi, alıntılanarak anma günlerinde slogan olan o sözcükleri başkalarının yaptığı gibi kesip biçmeden aktaralım:

Yalnızlık dünyayı doldurmuş. Sevmek, bir insanı sevmekle başlar her şey. Burada her şey bir insanı sevmekle bitiyor...”
(Alemdağ’da Var Bir Yılan)

Öyküde çaresiz bir aşkın duygulanımlarını anlatan Sait, eğer hümanizmi izlek olarak önceleseydi, “Her şey insanı sevmekle başlar…” derdi. Arkasına, amacıyla bağdaşmayan o sözcükleri eklemezdi. Slogan haline getirilen o sözcüklerin aslında yegâne işlevi hemen ardından yazılanı yoğunlaştırmak. Gerçek final o çünkü. Semaver döneminin onca hümanist öyküsü dururken siz gelin, onun insanlardan kaçtığı bu son döneminden çekip aldığınız bu melankolik satırlardan evrensel bir insan sevgisi çıkarın… Tebrikler!..

Sonuçta bunları söyleyen o değil ki, öykü karakteri de diyebilirsiniz. Kim inanır? Sait, yazın tarihimizde yaşama sevincini ve insan sevgisini okuruna belki de en iyi geçiren yazarımızdır. Ama bu öyküde değil!.. Eğer bunu biz görmezden gelirsek, o tümcenin başını ve sonunu kırpar, slogan haline getirip altına imzasını koyarsak, onun yalnızlığı hâlâ sürüyor demektir.   

Bu öykü gerçeküstü bir aşk öyküsüdür. Tüm yaşananlar, anılar, geçmiş, gelecek, umutlar, gerçekler, düşler hepsi birbirine girmiştir. Bu kaos içinde, özlenen sevgiliyle bir anlık karşılaşma, belki de edebiyat tarihimize kazınan en güzel satırlardan biri olarak yerini alacaktır:

 “Birdenbire bir arkadaşıyla yanımdan geçiyor. Bir duvarın, ölmüş bir kedinin yanından geçer gibi. Kollarımız birbirine sürünüyor hafifçe. Duvarlar açılıyor. İnsanlar birbirleriyle senelerdir dargınmışlar birdenbire aynı hisleri duyarak: ‘Yeter artık,’ diyerek barışmışlar gibi öpüşüyorlar. Dönüyorum. Panco arkadaşıyla gidiyor hâlâ…”

Yazmamak için kendine söz veren Sait, insanın insana yaptığı duyarsızlığı görünce yine dayanamayacak, yonttuğu kalemini öperek yazacaktır; çünkü yazmasa belki delirmeyecek ama deli olacaktı. Bu öyle ince çizgidir ki, bir yandan da yazmak için gerekli olan deliliğin hürriyetidir çünkü. Aynı yontulmuş kalem şunu da yazacaktır:

Yazı yazmam için bana çiçek, kuş hürriyeti değil, içimdeki aşkın, deliliğin, oturmaz düşüncenin hürriyeti lazım. Küçücük hürriyetler değil, alabildiğine yüz verilmiş bir çocuk hürriyeti istiyordum. Bu bana lazımdı. Yoksa her şeyi ağzımda gevelemekten başka ne yapabilirdim?..”
(Balıkçısını Bulan Olta)

Sait’in insan sevgisine dair onca öyküsü varken, lütfen, Alemdağ’da Var Bir Yılan’ı kült vecizeler üretmek adına kurban etmeyelim. Belki de asıl o zaman, o hep istediği yüz verilmiş çocuk hürriyetine, deliliğin hürriyetine kavuşacak; yeniden “Sait Faik” olacak, göğsünü gere gere Ada’nın çarşılarına inecek, Beyoğlu’nda aylak aylak nesiller boyu volta atacaktır…