Doğmuş olmanın sakıncası üzerine: Capharnaüm

Düşünce ve sanat bize ne yapar? Cüret kazandırır. Baktığını görmeye ve doğruyu söylemeye. Bugün bu çürümenin içinde yapabileceğimiz budur.

07 Mart 2019 14:56

Uzun bir süre durum değiştirmeden bir çürümenin içinde kalınca insan, onun bir parçası haline geldiğini fark edemeyebiliyor. Kaos düzene dönüşüyor, söz yutulup söylemler uysallıkla dizgeleşiyor. Fark kalmıyor, başka mas ediliyor. Hâlin bir kısmına karşıcı sesler de fark etmeden, farkında olmadan su taşıyor. Sen, ben, hepimiz olarak. Anonim, şekilsiz kitle. Hiçkimse olarak. Hiç’e doğru.

Karnaval gerçek soytarıların, hileli iktidarların maskeleriyle kalabalıklar içinde kaybolmaları için bir olanak. Cehennemi şenlik ateşi yoksunluk içindekileri kendine doğru çekerken duyum gücünü, bilinç açıklığını esrikliğinde yitirmiş çekilenler, har olacaklarından, küçük kıvılcımlar hâlinde anlık parlamalarını yitirip, göğe saçılıp sonra sönmüş ve soğumuş karanlıklara dönüşeceklerinden habersiz. Dünyanın ıpıssızlığı, soğuk karanlık. İçinde ve dibindeyiz. Arşın ve kainatın en aşağısında, en alçağında. Tarih, sürekli bir irtifa kaybının, alçaldıkça alçalmanın anlatısıdır belki?

Lübnanlı yönetmen Nadine Labaki’nin 2018 yapımı Capharnaüm filmi, zihnim burada’lığını kaybetmiş bir düzensizliğin içinde şimdisini ararken geldi buldu beni. Capharnaüm, bir kıyamet filmi. Alfonso Cuarón’un Roma filmi kadar dikkat çekmeyişi ne acayip, dedirtti. Film dillerinin bambaşkalığı, sanat nesnesi olma niyetlerinin benzemezlikleri… İki filmi daha iyi, daha güzel, daha “bir şey” olmaları üzerinden elbette karşılaştırmak doğru değil ve faydasız. Yine de bu iki filmin alımlayıcılarca karşılanış biçimleri ister istemez düşündürttü: Sanat ve sahicilik, büyük gösterinin sahnesinde parlattıklarımız, görmezden geldiklerimiz, sırtını sıvazlayıp yüce gönüllülükle hakkını verdiklerimiz ve büyük köpürttüklerimiz…

Çürüyen et gibi yanıyorum!

Bir şey üzerine söz söylemeye yeltenmek görünmeyi seçmek ve gösteriye dahil olmak bir anlamda. Konuşmaya değer bulduklarımız, seçtiklerimiz ve dışarıda bıraktıklarımızla düşündüm biz de bu cehennemde bu cehenneme ne taşıyoruz? Büyük yalanın içinde gerçekten ne yapıyoruz? Sanat ne işe yarar? İnsan ne için yaşar? Birbirine belki değer bu sorular belki hiç dokunmaz. Capharnaüm, bana burada dur, dedi. Filmin içiyle ilgili söylenebilecek öyle çok şey var ki hepsi de şimdi, burada, bu kapandaki hepimizle ilgili. Dikkatsiz, düşüncesiz belki biraz kibirli gözler için oryantalist bulunabilecek bir film gibi gelebilir Capharnaüm. Hiç yabana atılacak bir yaklaşım da olmaz bu. Hep üstünü örttüğümüz, yakalansak da öyle değilmişiz gibi yapageldiğimiz iç-oryantalizm (oto-oryantalizm/ içeriden oryantalizm) yönelimlerimiz için düşünme payı bırakan bir film çünkü bu. Yönetmenin bir oyuncu olarak kendini kamera-gözün önüne yerleştirdiği “kurtulmuş”, “arınmış”, “özgürleşmiş” özneliğine dair eleştirelliği ile önümüze serilen gerçekliğin sarsıntısından kimseyi muaf tutmaz bu kıyamet anlatısı.

Film Lübnan’daki görünmezlerin, mültecilerin hikâyesine odaklanır. On iki yaşındaki Zain’in yaşadıkları üzerinden ve onun bakışından kayıt dışı insanların, en alttakilerin kayboluşları, ayak diremeleri, diklenmeleri, teslimiyetleri, köleleştirilmeleri zincirleme hikâyelerle birbirine bağlanır. Aile lanetinden kaçarak kurtulmaya çalışan Zain, hayatta kalandır, cehennemden kurtulan. Onunla birlikte diğer mültecilerin, kadınların, çocukların,… ‘diğer’ olanların trajedilerine bakarız. Ta ki hayat Zain’e suç işletene kadar. Suç işledikten sonra görünürlük kazanır Zain. Hikâye “yüce mahkeme”nin içinden ilerler. Devletle ancak işlediği suçtan sonra ve ondan ötürü iletişim kurar. On bir yaşında bir çocuk gelin olarak ev sahibine verilen, hamile bırakılan, kimliği olmadığı için hastaneye kabul edilmeyen ve kapıda bu cehennemden kayıp giden kız kardeşinin öcünü almak için suç işler Zain ve adamı bıçaklar. Olaylar, geriye dönük anlatılar hâlinde mahkeme sahneleriyle ve bu sahnelerde sorulan sorularla birbirine bağlanır. Filmi art arda sergilediği trajedilerle duygu sömürüsüne açık görenler için anımsatmalı belki hayat sanattan büyüktür ve anlatılanlar aslında gerçek  trajedinin orta şiddetli bir yansımasıdır. Zain anne kucağı, baba ocağı dahil tüm kucaklayışların, sahip çıkmaların dışında bırakılmış bir yersiz yurtsuzdur. Hayatla beraber belirsizliğin içinde akar.

Tanrı sana ne verdi ki!

Film aileden genişleyen halkalarla tanrı katına kadar tüm otoriteleri sorgular. Kimlik varlığın, varoluşun, devamlılığın, buradalığın simgesi olarak mercek altındadır. Dünyada oluşun kefaretidir bir ölçüde sorgulanan. Aileden tanrıya kadar. Kimsenin kimseyi varlık olarak, kimlik olarak tanımadığı bir yerde öteki hiçtir. Devletin gözünde aile, ailenin gözünde çocuk… birbirileri için yoktur. Zain bir varlık mücadelesi vermez yalnızca varlığına tek başına sahip çıkmaya çalışırken tüm karşısına aldıklarına dair bir haysiyet dersi de verir.

Capharnaüm, Filistin’de İsa’nın mucizelerine tanıklık edildiğine ve vaaz verdiğine inanılan  bir antik yerleşim yeri ve kaotik bir mekân anlamını da taşımaktaymış. Yönetmen belli ki filmine simgesel bir ad seçmiş. Babanın kutsayışını bekleyen ve baba tarafından çoktan terk edilmiş çocuklar, artık kaosun ve kayboluşun kucağındadır. Anne beni içine çek uluması her çocuk!  Film mekânları geniş planlarla özellikle gösterilmemiş. Yönetmen dünyada bir yer olarak kaotik bir kapana işaret etmek istemiş. Üst dikey açıdan gecekondulara ve yoksulluğa odaklanış, çemberin içine bakış mekânı, kişiler gibi anonimleştirme çabası olarak da düşünülebilir.

Yönetmenin alımlayıcılara uyguladığı estetik şiddet, hayatın şiddeti karşısında hiçbir şeydir. Filmin sarsıcılığı hayata başka gözlerle bakmamızı sağlamak için evet, “gözdeki kıymık”tır. Filmdeki tek iyimserlik finaldeki kimlik sahibi olmayı başarabilen Zain’in gülümseyişidir. Fotoğrafçı ile kısa süreli anlaşmazlık sonucu benim sağ’ım burası der, yerini, kendini, varlık oluşunu kendi işaretler. Batı’ya doğrudur yolculuğu. Tıpkı diğer mültecilerin varmak istediği yer gibi. Aileden, devletten, dinden çıkılıp kurtuluşun Batı’ya varması… Üzerinde durulacak bir şeydir. Batı bugün artık bir kurtuluş yeri midir yoksa kendi için kendi dışındakilerin felaketinden yararlanan bir oyuncu olarak kefaret yerine mi dönüşmüştür? 

Sanatta estetik mükemmellikten başka şeyler de aramaya başlayınca insan kusurların, eksiklerin kıymetini daha iyi bilmeye başlıyor. Çapaklardan, kıymıklardan, kusurlar, eksiklerden yürünerek ses biricikleşiyor. Uyumdan vazgeçilince, duyumlar eşik altı titreşimlerine çekilince bize verilenlerin, giydirilenlerin mükemmelliğinden ve metalik sesten, plastik pürüzsüzlükten kurtulunca… sanat orada başlıyor başka bir şey olarak, barbarlığın kutsanması…  Labaki bu filmle böyle bir şey yapmaya çalıştığını hissettiriyor. Çocuklardan, oyuncu olmayan oyunculardan oluşan bir cast, belgesel sinemanın görsel dili ve olanaklarından yararlanış, kameranın mükemmel görüntü avcılığından vazgeçip gerçekliği sahiciliği ile yakalama çabası, kusurların kusur olarak kalmasından korkmayış, kendini, konumunu, gözünü seyircinin önüne getirmekten çekinmeyen eleştirel meydan okuyuş… film bunlardan büyüyor, hayata yaklaşıyor.

“Hepimiz her ânı bir mucize olan bir cehennemin dibindeyiz”

Cioran, Murat Erşen’in çevirisiyle yayımlanan Yeni Tanrılar’da böyle diyor. Her zamanki gibi yazının kaotik mekânına okurunu çekerken kendini ve dünyayı tersyüz etmeye cesaret edemeyenleri, içini dışına taşıramayanları kapının dışında bırakıyor. Asıl şiddetiniyse onlara değil, asıl yazının mekânına adım atma cüretini gösterenlere saklıyor. Yazı onun Capharnaüm’u. Zain Cioran’ın içinden konuşuyor: Varlık idraki aşar, varlık korkutur. Cioran yine korkunç ve şiddet dolu. Tesellisiz, kurtuluşsuz, ümitsiz bir ümit olarak konuşuyor. Cehennemin merkezinden, Capharnaüm’dan ve kendisini de ters yüz etmeye açarak konuşuyor. Dünyayı ele geçiren şeytanî hazzın, katarsisin, kendinden geçmelerin, arsız iştihanın yalancılığı, sarhoş aldatıcılığına karşı meleklerin korkunçluğunu kulaklara fısıldıyor. Hayır bazen acıyla uluyor. Saf olanın ele geçirilemezliği, geri dönüşsüz bir çürümenin yası ve melankolisi hep orada. Zain’e sevinebiliriz, peki ya sayılmaz diğerleri? Zamansız bir zaman arzusu gibi, ışık yakın ve uzak.

Yazmak, Cioran için hayat memat meselesidir. İnsan varoluşu, özünde sonsuz bir çaresizlik ve umutsuzluktur. Yazmak ise şeyleri daha katlanılır kılar der, Doğmuş Olmanın Sakıncaları Üstüne’de. Labaki için de belki bu filmi yapmanın anlamı biraz böyledir.

Cioran kasvetiyle umutsuzluğun doruklarını mı, cehennemin dibini mi hedeflemiştir? Bilinmez ama metinlerinde okurunu hem diplere daldırıp hem doruklara çıkartmayı başarmış biridir. Onun düşüncesine insan kaçarken yakalanır. Filmi ve Cioran’ı eş zamanlı düşünmek belki de bundan. Film de bizi kaçtıklarımızdan yakalıyor, tıpkı filozofun şiddeti gibi hakikatin apaçıklığıyla saldırıya geçerek bize yıkıcılığın olanaklarını bir yanıyla hatırlatıyor. Bizi bakmaya ve işitmeye zorlayan düşünce ve sanat…kabuğu kırıyor, en yumuşak yerlerimize ve sinir uçlarımıza dokunuyor. Acı kaçınılmaz. Arabesk bir kendinden geçişin arınma ritüelleri sonuna kadar ve sahicilikle gidemeyenler için elbette var, onlar bir tuzak.

Yazmasaydım bir suikastçi olabilirdim, diyen bir düşünür. Bu, Godard’ın İmaj Kitabı [Le livre d'image] filminde medeniyetin ahlaksız ve ikiyüzlü güçlerine karşı savunmasız ceylandan yana tavrını yansıtmak için söylediği hâlâ bombalara inanıyorum, cümlesini anımsattı. Yönetmenin filmini Batı, medeniyet ve güç ilişkileri eleştirisiyle bir bomba olarak tasarladığı bu nedenle kolaylıkla düşünülebilir.

Cioran’ın Yeni Tanrılar’da da tartışmaya açtığı her şey parçalı, fragmantal, bütünlükten uzak, şüpheli ve çelişkili. Tıpkı hayat gibi. Onun söyledikleri kadar, söylemindeki bu yön önemli. Kendiyle çelişerek şüphenin fitilini kendinden ateşleyen biri, önce kendi acıdadır, yanmakta. Deneyimin izleri bugünden yarına değişir. Onu metafiziğin içinde tutan sanıldığının aksine ruhtan çok bedenle kurduğu dünyevi ilişkinin vardırdığı doruklardır. Bir uykusuzun açık sinir uçlarıyla gördüğü kabuslar kadar çok az şey dehşet vericidir. Seyirmeler ve sıçramalar… Hepsi hayat kadar sert ve gerçektir. Kabuslar da bir Capharnaüm’dur.

Cioran’ın parçalı düşüncelerle dizgeden, sistematik ve blok düşünceden kaçması doğaldır ve rastlantı değildir. Hayat kaotikliği ile zamanın düşünce insanlarını biraz da buraya sürükler. Cioranın acılı hazzı belki  sürüklenebiliyor olmaktır. Belirsiz, geçici, kendini kendiyle yıkan ve kendini tersinleyen. Cüret.

Düşünce ve sanat bize ne yapar? Cüret kazandırır. Baktığını görmeye ve doğruyu söylemeye. Bugün bu çürümenin içinde yapabileceğimiz budur.