"Çeviriye sığındığım doğrudur..."

Erlend Loe'nun Norveççe'den Türkçedeki üç romanının da çevirmeni olan Dilek Başak'la Norveç edebiyatı, Erlend Loe romanlarının dünyayla derdi ve çeviri üzerine konuştuk

22 Kasım 2018 14:05

Kimi çevirmenlerle çevirdikleri yazarın popülerliği/tanınırlığı, edebî başarısı ya da kitaplarının içeriği sebebiyle/sayesinde yollarımız kesişir; kimi çevirmenlerin çevirdikleri kitapların sayıca fazlalığı onları bize yaklaştırır; kimilerinin dili kullanma becerileri göze çarpar ve Türkçeleri diğerlerinin arasından sıyrılır; kimi çevirmenler de çeviride kullandıkları dil çiftleri söz konusu olduğunda az bulunur çevirmen olmaları sebebiyle karşımıza çıkar. Erlend Loe’nun Türkçedeki üç romanının da çevirmeni olan Dilek Başak’la beni buluşturan hem kullandığı Türkçenin güzelliği hem de Norveççeden Türkçeye çeviri yapan çevirmen sayısı bir elin parmaklarını geçmezken onunla Norveççeyi ve Norveç kültürünü konuşabilme ihtimaliydi. Bu ikisinin bir isimde kesişmesi aslında pek alışık olduğumuz bir durum değildi. Çevirmen Dilek Başak’la haftalar süren mektuplaşmalarda pek çok şey konuştuk, hatta biraz dertleştik.

Doppler’deki ve Bildiğimiz Dünyanın Sonu’ndaki kahramanımız Doppler’in kahramanlığını ve bu kahramanlığın tepetaklak oluşunu birlikte yorumladık; Naif. Süper’deki isimsiz kahramanımızın özünü bulma ve hayatı(nı) sorgulamasını birbirimize anlattık. İnsanlarla geçinememe mevzusunu bu kurmaca eserler bağlamında ele aldık; kadının nesneleştirilmesi ve pornografi dünyası bir yana, bu romanlardaki erkekliği ve asıl kaybedenin kim olduğunu da tartıştık. Bu metinlerin yanında Dilek Başak’ın çevirmenliğini, Norveççeyi öğrenme macerasını, yayıncılık yaptığı yılları, yazarla olan tanışıklığını, Erlend Loe’nun dilinin sadeliğini ve bu sadeliği başka bir dile aktarmanın zorluğunu da mektuplaşmalarda dile getirdik. İstedik ki siz de bu mektuplara ortak olun, bizimle birlikte Norveç edebiyatının önemli yazarlarından Erlend Loe ve kitapları çevresinde dönen bu sohbetimize katılın.

Bir de, isterim ki, yukarıda bahsettiğim nicelik meselesi de Oslo’da öğretmenlik yapan Dilek Başak’ın çevirmenliğinde öne çıksın, o daha çok çevirsin, biz Norveççeden başka yazarları da onun Türkçesiyle okuyalım.

Geçen ay Erlend Loe Türkiye’deydi, siz de sosyal medya hesaplarından ve internetten yapılan haber ve duyurulardan görmüşsünüzdür. İmza almak için uzun kuyruklar oluşturan okurlar aynı kalabalığı söyleşinin yapılacağı salona da taşıdılar. O salonda sizin kulaklarınız da çınladı; söz alan bir okur, çevirinizin başarısını ve kullandığınız Türkçenin güzelliğini anlattı. Bunu size iletmeyi kendime vazife bilerek söze başlamak istiyorum. Keşke siz Türkiye’de olsaydınız da o söyleşiyi çevirmenle yazar olarak birlikte yapsaydınız diye geçirdim içimden. Sizin merak edip Erlend Loe’ya sormak istediğiniz bir soru oldu mu mesela?

Çeviri için söylenen güzel sözlerin hepsine teşekkür ederim. Yapıcı eleştirilerden de öğrendiğim çok şey oluyor. Erlend Loe’ya neden Doppler’i porno olayının içine soktuğunu sorardım. Biraz da retorik bir soru olurdu aslında ancak ahlakçılara cevap verme olanağı sağlamak açısından. Belki Mikhail M. Bakhtin’den, François Rabelais’den, karnaval kültüründen, grotesk gerçekçilikten konuşma fırsatı doğardı.  

Nasıl da güzel olurdu... Kendisiyle yüz yüze bir tanışıklığınız var mı peki?

Evet, 2003 yılında Naif. Süper Tavanarası Yayıncılık’tan (benim küçük bir yayınevi kurma girişimimdi) çıktığında tanıştık ilk kez. Erlend Loe, ITEF’in davetlisi olarak İstanbul’a ilk geldiğinde de yanındaydım.

Erlend Loe ve Dilek Başak İstanbul'da.

Ben sizin bir yayınevi kurduğunuzu bilmiyordum, biraz bahseder misiniz? Ne kadar sürdü yayıncılık faaliyetiniz? Neler bastınız? Ve üzülerek soruyorum, neden son verdiniz? 

2001 yılında yayıncılığa başladım ve üç yıl kadar sürdü, son verdim çünkü para kazanamadım. James Hollis’in Cennet Projesi (İnsan ilişkilerinin, aşkın dinamikleri hakkında bir kitap), Nancy Qualls-Corbett’in Kutsal Fahişe (Cinsellik ve ruhsallık arasındaki ilişkiyi inceleyen bir kitap) adlı psikoterapi kitaplarından yayımladım. Romanlar arasında da verebileceğim birkaç örnek şunlar: Giorgio Manganelli, Centuria Yüz Küçük Irmak Roman; Mario Benedetti, Mola; Erlend Loe, Naif. Süper ve yine bir Norveçli olan Tarjei Vesaas’tan Buz Sarayı. Hal Sirowitz’den Annem Diyor ki, Terapistim Diyor ki adlı müthiş komik şiir kitapları -Norveç’te Erlend Loe çevirisiyle yayımlandı. Jerzy Grotowski, Yoksul Tiyatroya Doğru kitabı da tiyatro serisinin ilk kitabıydı.

Önce kahramanımızı konuşalım istiyorum. Sizdeki Doppler’i anlatır mısınız biraz? Seviyor musunuz onu?

Erlend Loe’yu seviyorum. Lafı dolandırmadan, cilalamadan, gibi yapmadan, boğuntuya getirmeden söyleyebilen tarzını seviyorum, alaycılığını, daha doğrusu naif alaycılığını seviyorum. Ukala, kibirli bir ironi değil onunkisi, daha çok sevecen ve akıllı bir ironi. Pek bize has bir durum değil bu. Bir de herkesin gıptayla baktığı Norveç’i eleştirebilmesini, kitaplarında toplumsal eleştirileri gayet dalgacı bir sesle yapabilmesini seviyorum.

Doppler karakterini eğlenceli buluyorum. Biraz şaşkın, muhalif ve absürt bir tip. Bu küçük adamın postmodern toplumu, tüketim toplumunu hemen her yönüyle eleştirmesi içimizdeki isyankârı dürtüyor. Doppler hem toplumsal hem de erkekliğe dair (maskülin) bir kriz yaşıyor. Hayatta bir anlam arama çabası var ama tam olarak bunu nasıl bulacağını bilemiyor. O bir “Norveç’i kendi elleriyle kurmamış olanlar” (Bu laf Erlend Loe’ya aittir) kuşağından. Hazıra konmuşlardan. Doppler neleri istemediğini çok iyi bilenlerden ancak ne istediğini pek bilemiyor. Çocuksu, saf bir düşünce tarzı var çünkü tıpkı çocuklar gibi sonuçlarının ne olacağını düşünmeden, iyice ölçüp biçtiği bir planı olmadan davranıp dış dünyadan kendini soyutluyor. Modern toplumun işleyişinden ve Norveç’in başarıya dayalı kültüründen, tüketim toplumundan yana dertli. Eleştirdiği şeylerin dışında kalmayı da beceremiyor.

Romanda oldukça samimi, bir o kadar da duru ve yer yer komik diyebileceğim bir dil kullanıyor Loe. Ama “Babam öldü” gibi kısacık bir cümleyle Doppler’in açılışını yaparken aslında bir trajediyle değişen hayata giriş de yapıyor. Yani dilin sadeliğinde başka bir ağırlık olduğunu düşünüyorum. Siz ne dersiniz? Bu dili çevirmek zorladı mı sizi?

İlk kez Naif. Süper’i çevirirken zorlandım açıkçası. Başta, kısa kısa, kolay cümlelerden ibaret bir kitap, ben bunları iki günde çeviririm havasındaydım. Bu kitapla, 15 yıl önce, basitin zor olduğunu öğrendim. Kendi dilinizde o sadeliği, iddiasızlığı yakalamanız gerek. Yazar bir de bunu karmaşık cümleler yazamadığından, yeteneksizliğinden yapmıyor, tercihi bu olduğu için yapıyor. İlk kitapla ilgili Erlend Loe ile yaptığım söyleşide “Herkesin basit ve naif düşünmeye hakkı vardır,” demişti. Edebiyatta okurunuzla iletişim kurmak gibi bir derdiniz varsa, ille de sofistike olmanız gerekmiyor. Bunu Loe’nun yaptığı gibi, basit ve naifçe de yapabiliyorsunuz. Loe, karmaşık sorunlara basit yollardan geçerek yaklaşıyor. Dilde de bunu aktarabilmeniz lazım. Bu tarzı kendime çok yakın ve hınzırca buluyorum. Sanırım çeviriyi yaparken bana en çok bunun faydası oldu. Bu lafları Loe kadar hınzırca Türkçede nasıl söyleyebilirim diye düşündüm. Dilin basitliği bazen konunun derin olmadığı, yazarın ciddiye alınacak bir yazar olmadığı yanılgısını yaratabiliyor. Ben çeviriyi yaparken Loe’yu hiç hafife almadım. Onun varoluş, tüketim toplumu, bilgi toplumu, sözde refah toplumu, popüler kültür, çevrecilik vs. gibi bir sürü kavramı değerlendirip eleştiren tavrının farkındayım. Yaptığı mizah, zaman zaman absürtlüğün sınırlarını zorlasa da, en ciddi türden.

"Babam öldü." Bu kadarcık kısa bir cümle ancak bu kadar ağır bir yük taşıyabilir. Hiçbir şeyin artık eskisi gibi olmayacağını söyleyen bir cümle. Geldiğiniz yer kayboluveriyor. Birinin çocuğu değilsiniz artık. Aşk acısına benzer bir acı yaşıyorsunuz. Tabii ki herkes farklı şekillerde yaşıyor kaybını. Bu durum, bir varoluş sorununu ve dünyadaki yerimizin ne olduğunu sorgulamayı da beraberinde getirmeye uygun bir durum, Doppler’de olduğu gibi. Ben hâlâ "babam gitti" demeyi tercih ediyorum (şu günlerde neredeyse üç ay oldu). Nordmarka ormanına kapağı atmadım henüz. Naif. Süper’deki kırılma noktası da daha genç olan karakterin, doğum gününde ağabeyine kroket oyununda yenilmesidir.

Sabırlar dilerim. Benim beş yıl geçti, hâlâ “ölmek” fiiliyle babamı yan yana getiremiyorum. Hemen konuyu değiştirip sizin bahsettiğiniz kroket sahnesinden devam etmek isterim. Bu yenilgiyle birlikte karakter için her şey birdenbire anlamsız geliyor: “Kendi yaşamım, diğerlerinin yaşamı, hayvanların ve bitkilerin yaşamı, tüm dünya. Hiçbiri bir bütün etmiyor, birbirine uymuyordu.” (s. 13) Bu fark ediş ânından sonraki değişimi nasıl yorumluyorsunuz?

Bu fark ediş, aslında dünyanın absürt bir yer olduğunu anlama ânı. Karakterin doğum günü. Her saniye sona biraz daha yaklaşıyor. Eni konu ölecek. Her şeyin bir sona doğru ilerlediğini keşfettiğimizde, bir anlamsızlık duygusu içimizi kaplar ve hayatımıza yabancılaşabiliriz. Naif. Süper’deki karakterin, her an ölüme daha fazla yaklaşıyor olmamızla ilgili sorunu var. Zaman kavramı onun için anlaşılmaz bir şey. Zamanı bilinçli bir şekilde kavramak, kendi sonunun da bilincine varmayı beraberinde getiriyor. Absürdün duygusu, varoluşumuzun anlamını ve bütünlüğünü yitirmek demek aynı zamanda. Camus’ye göre yaşamımız genellikle absürdün duygusunu unutmamız için geliştirdiğimiz alışkanlıklarla şekilleniyor. Absürdü hissetmek tüm eski alışkanlıklarınızın birer birer çökmesini de beraberinde getiriyor. Bu yüzden absürdün duygusunu tatmış olan karakterimiz şimdiye kadar yaptığı şeylerden vazgeçip yeni bir arayış içerisine giriyor. Varoluşunun saçmalığına karşı stratejiler geliştirmeye ve saflığa, çocuksuluğa sığınıyor. 

Naif. Süper’deki bu karakterimiz hani bir bütün bulamıyor ya artık hiçbir şeyde... Kendi tabiriyle kafayı listelerle bozmasını da buna bağlayabilir miyiz sizce? O listelerle bir toplama mı ulaşmaya çalışıyor dersiniz? 

Listeler yapmak saçma olanın yarattığı duyguya karşı koymasına, varoluşunda bir bütünlük bulma çabasına yardımcı oluyor. Her şeye sıfırdan başlamak, çocuk gibi davranmak, tekrarlardan hoşlanmak (çakma tahtası, duvar top atma) gibi listeler yapmak da bütünlük arayışının bir parçası. Listeler, önemsizleri önemli olanlardan ayırmak, bir düzene sokmak için yapılır. Yaptığı listeler birtakım şeyleri kafasında derleyip toparlamaya yarıyor; kaostan bir düzen çıkarabilmek için gerçekleri bir sisteme oturtma, kategorize etme çabası. Ayrıca, listeler yaparak dünyanın üzerine gelişini sınırlamaya çalışıyor. Listeler yapınca kendini dünyaya karşı daha fazla güvende hissediyor. Karakterimiz dünyasını mümkün olduğunca küçültmek ve başa çıkabileceği bir yer kılmak çabasında. 

Doppler’i birinci tekil şahsın kullanıldığı bir anlatımla okurken, Bildiğimiz Dünyanın Sonu’nda üçüncü tekil şahıs anlatımla karşılaşıyoruz ve biz artık kahramanımız Doppler’e dışarıdan bakıyoruz. Aramıza bir mesafe alıyoruz, aramıza dünya giriyor sanki. Siz bu farklılığı nasıl yorumluyorsunuz? 

Aramıza dünya giriyor lafı çok güzel gerçekten. Öyle oluyor denebilir. Doppler dibe vuruyor bu romanda. İlk kitabı okuyanların bazıları bu kitaptaki Doppler’i pek sevmediler çünkü Doppler bir anti kahramandan çok bir kurban bu kitapta. Kaçtığından daha da beter bir toplumla karşılaşıyor. 

Doppler’in düşüncelerini, hayata yaklaşımını yakından bilen bir üçüncü tekil şahıs hikâyeyi anlattığında kahramanı yargılayan bir sesi de duyabiliyoruz. Üçüncü tekil şahsın sesinden Doppler karakteri an an küçümsenip an an da takdir edilebiliyor.

Doppler’in bu değişimini sadece bisiklet kazasıyla yorumlamak mümkün görünmüyor sanki. Bir başkaldırı mı, isyan mı, uyanış mı, yoksa kaçış mı sizce? 

Hepsinden birazcık var diye düşünüyorum. Doppler’in bu anî değişimi, ister kaçış ister isyan ister uyanış deyin, bir sürü sorgulamayı beraberinde getirme imkânı taşıması açısından ilginç. Yazar karakterini uçlara taşıyarak toplumu sorgulamamız için alan yaratıyor. Hem de dünyanın en gözde refah toplumunu.

Bildiğimiz Dünyanın Sonu’nun son bölümünde birkaç sayfa Doppler’den “adam” olarak bahsedildiğini görüyoruz, o artık bir özneden ziyade herhangi bir şahsa dönüşüyor, adını taşımıyor, Mirela evine geldiğinde tekrar kazanıyor adını. Yalnızlığına bağlayabilir miyiz bunu? Sizin nasıl okuduğunuzu merak ediyorum.

Erlend Loe tam bir Knut Hamsun hayranı. Türkçeye Behçet Necatigil’in Almancadan çevirdiği Dünya Nimeti adlı kitap Hamsun’a Nobel Ödülü'nü kazandırıyor. Roman, Isak Sellanrå’nun bir vadiye gelişi ve yerleşecek bir yer arayışıyla açılır. “Bu sözcükler ve cümleler Norveç edebiyatında o kadar ölümsüz ki bunları çalmak istedim. Özellikle de kitabımın sonu için. Ayrıca bu durum imdadıma da yetişti sayılır,” diyor Erlend Loe bir söyleşisinde. Doppler’den "adam" olarak söz etmesi tamamen Hamsun’dan arakladığı cümleler yüzünden ama bence hikâyeyi daha güçlü, teatral bir biçimde sonlandırma girişimi. Doppler’in daha belirgin bir edebî figür olarak hatırlanmasını isteme çabası.

Doppler ormanda olmasını bir zorunluluk olarak açıklarken, “Sen hayatını gayet güzel idame ettiriyorsun, bense zar zor; insanlarla hiç zorluk çekmeden anlaşıyorsun, benimse onlarla geçinmeye gönlüm yok,” (s. 26) gerekçesini sunduğunu görüyoruz Doppler’de. Sonra üçüncü kitap Bildiğimiz Dünyanın Sonu’nda ormanda geçirdiği günlerini “avarelikle geçen yıllar” olarak tanımlayan kahramanımız, “Çocukların en büyük desteği ben olacağım, yemek yapıp evi, bahçeyi çekip çevireceğim. Belki eski eşime bile geri dönebilirim,” diyerek hayallerini paylaşıyor. Bu değişimi nasıl yorumluyorsunuz? Bir başarısızlık mı, hayal kırıklığı mı; tatmin mi, korku mu?

Bu insanlarla geçinememe konusu iki romanda da karşımıza çıkıyor. Doppler, Bildiğimiz Dünyanın Sonu romanında Doppler’de olduğundan daha karanlık, daha acılaşmış, daha isyankâr bir tip. Derdi artık sadece toplumla değil, bir de kendisiyle. İçinde yaşadığı topluma ve kültüre uyamamasının getirdiği bir rahatsızlığı, huzursuzluğu söz konusu. Doppler başından beri bir iç huzur arayışında ve ailesini terk ettiği için vicdan azabı çekiyor ve neyi istemediğini bilip tam olarak neyi istediğini bilemediğinden ormanda geçirdiği yılları "avare yıllar" olarak tanımlıyor olabilir.

Kasım ayıyla açılan ilk kitap Nisan-Mayıs aylarında son buluyor. Kahramanımız doğayla iç içe, ormanda ve geyiğiyle yaşarken doğanın döngüsüyle hesaplanıyor geçen zaman. Ama son kitapta zaman eylemlerle tanımlanıyor: “Çamın Tepesinde Geçen Aylar”, “Mavi Evdeki Zaman”, “Televizyon Önünde Geçen Aylar”, “Mavi Evin Dışında Geçen Zaman”, “Beden İşiyle Geçen Yıllar”... Sizce bu zaman akışını Doppler’in hayatında nasıl görüyoruz?

Söylediğiniz çok doğru. Birinci kitapta olaylar doğanın döngüsüyle gelişiyor bir anlamda. Eylemlerle bölümleri ayırıyoruz ancak burada da bir hiciv söz konusu. Dişe dokunan bir eylem yok ortada. Asıl avarelikle geçen zaman bu. Son derece absürt bölüm başlıkları bunlar bence. Çamın tepesinden eve iniyor. Eve girdiğinde televizyona yapışıyor sonra kendini kapının önünde buluyor ve sonunda da nihayet bir işi oluyor, ne iş ama...

Romanın sonundaki “...çemberin dışına çıkmışlardı. İnsanların arasına karışmıyorlardı artık,” ifadesi Murathan Mungan’ın “Çember” şiirini getiriyor aklıma. Tam da o şiirdeki gibi bir hayatı denemedi mi Doppler?

Haklısınız. Çemberin ne içinde ne dışında, bir türlü tutunamadı Doppler. Ben Doppler’in pek çemberin dışına çıktığını da düşünmüyorum. Tam bir kaçış değil Doppler’inki, azıcık bir kaçış. Ne yardan ne serden, ne toblerone’dan ne yağsız sütten vazgeçiyor. İşin komik yanlarından biri de buydu bence. Tam da bu noktada Norveçlileri eleştiriyor Loe. Ormana kaçıyorum dediği yeri, biraz daha irice bir Yıldız Parkı gibi düşünün ama içinde kafeler, biçilmiş çimenler falan olmadan. Şehrin içinde, akşam işten çıktıktan sonra kayağa gidebileceğiniz, yazın yürüyüşe çıkıp göllerde yüzebileceğiniz bir orman ama çemberin dışında değilsiniz bence. Ben o ormanın hemen dibindeki bir öğrenci yurdunda altı yıl yaşadım. Geçen cuma günü bir televizyon programında Erlend Loe, Tesla marka elektrikli araba kullananları eleştirdi. Devlet sübvansiyonuyla bile 600 bin Türk lirası kadar bir fiyatı olan Tesla’yı altınıza çektiğinizde, kendinizi iyi bir çevreci olarak görüp istediğiniz kadar uçağa binmek konusunda vicdanınızı rahatlatabiliyorsunuz, deyiverdi. Tesla’cılar ayağa kalktı. Norveçliler, Hong Kong ve Pekin’de yaşayan 50 milyon insandan daha sık, kendi üç büyük şehirleri arasında uçakla seyahat ediyor. Uçak yakıtı çevreyi kirleten etmenlerin başında geliyor. O yüzden Norveç’in çevreci görüşlerinin bir anlamda trajikomik olduğu doğru.

Bildiğimiz Dünyanın Sonu’nun sonuna dönersek; Doppler bu kitapta en berbat televizyon dizilerini, en banal internet pornolarını birbiri ardına seyrediyor, dünyanın sonuna hazırlanan ve bir tür tarikat olarak nitelendirebileceğimiz gruplara katılıyor, Kopenhag’da porno yıldızı oluyor ve kitabın sonuna doğru tek iletişim kurabildikleri Romanlar; onlar da en az onun kadar toplumdan dışlanmış kişiler. Doppler’deki gibi toplumu terk eden o değil artık, onu dışlayan toplum.

Doppler’den uzaklaşıp biraz size dönelim. Norveç’te yaşıyorsunuz uzun zamandır. Romanın böylesine doğayla iç içe olduğunu düşününce, anlatılanların içinde yaşayan bir çevirmenin bu metinleri çevirmesinin nasıl kolaylıklar sunduğunu merak ediyorum. 

Tabii ki sunduğu kolaylıklar var ama bu, her çeviri yapanın dilinden çeviri yaptığı ülkede yaşaması gerektiği anlamına gelmiyor. Ben bazı kültürel kodları daha iyi tanıyorum. Ben de bu ülkede aynı çocuk şarkılarıyla çocuk büyüttüm, her cuma günü yıllardır Norveç’in farklı bölgelerinde yaşayan insanlarla yapılan röportajların yayınlandığı "Norveç’in Tamamı" programını seyretmişimdir. Programın içeriğini ve etkisini yansıtmayı en iyi becerebilecek Türkçe sözcüğü "Gezelim Görelim" olarak seçebiliyorum çünkü ben Türkiye’de Gezelim Görelim programını seyreden TRT kuşağından geliyorum. Bir tür kültürel hibrid-kırma olabilmenin faydaları işte. 

Oslo’da öğretmenlik yapıyorsunuz, bir yandan anneliğin gerektirdiği sorumlulukları da omzunuzda taşıyorsunuz. Çeviriye sığınıyor musunuz dinlenmek için?

Çeviriyle dinlendiğimi pek söyleyemem ama çeviriye sığındığım doğrudur. Anadilimi kullanmayı özlüyorum. İstanbul’da yayıncılık piyasasında çalıştım. Yayıncılığı özlüyorum. Oradaki iletişim ağımı, birlikte çalıştığım dostlarımı özlüyorum. Çeviri bana bu özlemleri gidermede yardımcı oluyor. İstanbul’a geldiğimde, kendimi turist gibi hissetme azabından kurtulmamı sağlıyor. Kendimi yayıncılık piyasasının bir parçası olarak hissetmek hoşuma gidiyor, bazen ama... 

Ne zaman öğrendiniz Norveççeyi?

Norveççeyi Oslo Üniversite’sinde eğitimime devam etmek için geldiğimde öğrenmeye başladım. Üniversitenin hazırlık kurslarına gittim ama bana Norveççeyi kendi çocuklarım ve çocuk yuvalarında çalıştığım yıllarda baktığım çocuklar öğretti diyebilirim. Çocuklar en elzem ve en yalın sözcüklerle konuşuyorlar dili, bir de lafı sürekli tekrarlamaları, kısaca vır vır etme huyları çeşitli kavramların beyninize kazınmasına yardımcı oluyor.

Norveççeden Türkçeye çeviri yapmanın dilsel zorlukları neler peki? Kültürel olarak karşılığını veremediğiniz, bulamadığınız sözcükler var mı mesela? Hani bu renk yoktur o dilde, şu hayvan bulunmaz orada ya da böyle bir ilişkiyi tanımlayamazsın o kültürde deriz ya, o tür şeyleri merak ediyorum.

Karşılığını bulamadığınız sözcükler oluyor tabii. Doppler’deki bu türden en belirgin sözcük, karşılığı olan ama kullanmayı tercih etmediğim "elg" sözcüğü. Bongo, Norveç’te yaşayan bir Kanada geyiği. Tüm Kuzey Avrupa’da rastlanan bir geyik türüne neden Kanada geyiği adı verilmiş o da ayrı bir konu. Ayrıca Norveççe’de Kanada Geyiği olarak da geçmiyor. O yüzden roman boyunca Kanada geyiği yazmak yerine geyik sözcüğünü tercih ettik. "Hyggelig," "Vafler" şu anda aklıma gelen diğer sözcükler. "Hygge" keyifli işler yapmak olarak çevrilebilir ama yine de buradaki geniş anlamı karşılamıyor. "Vafler" buranın neredeyse millî bir hamur tatlısı, İngilizcede "waffle" olarak kullanılıyor. Tabii ki dipnot bir çözüm olabilir ancak çok tercih edilen bir şey değil, akışı bozan bir durum. 

Bizler, yani Türkçe kitapların okurları, üçlemenin ikinci kitabını okuyamıyoruz ne yazık ki. Siz bize anlatabilir misiniz? Neden çevrilmedi o kitap?

Bu üçleme aslında birbirinden bağımsız kitaplardan oluşuyor. Doppler Türkiye’de baskıya girdiğinde Bildiğimiz Dünyanın Sonu Norveç’te yayımlandı. Diğer dillerle birlikte Türkçeye çevrildi. Erlend Loe bir söyleşisinde aynen şöyle der: "Bildiğimiz Dünyanın Sonu esasında Doppler’i takip eden kitaptır. Birinci kitaptaki konuyu işleyip geliştirmeye devam eder." Bu seçim yazarla birlikte yapıldı ve yayın kurulu da bu kararı destekledi. İkinci kitapta Doppler neredeyse bir yan karakterdir. İkinci kitap diğer iki kitaptan tamamen bağımsız okunabilir. 

Sanırım yazarın son kitabı Eylül 2018’de yayımlanmış Norveççede. Onu da çeviriyor musunuz şu an?

Hayır. Sırada başka kitaplar var.

Sırada hangi kitapların olduğunu söylemenizi istesem.

Erlend Loe’nun Mal Sayımı ve Kadının Fendi kitaplarını çevirmek istiyorum. Mal Sayımı romanında kifayetsiz muhteris bir şairin "Bospforos" adlı şiir kitabının hunharca eleştirisine Loe tarzı bir absürdlükle isyanı anlatılıyor. Kadının Fendi, kadın erkek ilişkisi üzerine bir roman ve Loe’nun ilk kitabı. 

Şu anda çevirisini yaptığım ve Koç Üniversitesi Yayınları’ndan çıkacak müthiş ilginç ve son zamanlarda çevirdiğim kitaplardan farklı bir kitap var sırada, Anne-Sverdrup Thygeson’ın Böcekler Gezegeni. Dünyada, yaşayan her bir insana karşılık 200 milyon böcek var. 479 milyon yıldır yeryüzündeler. Dinozorlar gelmiş geçmiş. Biz insanlar yalnızca 200 bin yıldır buradayız. Yusufçuğun gözü otuz bin küçük gözden oluşuyor. Bir insan gözü bir saniyede 20 ayrı kareyi görebilirken, yusufçuğun gözü bir saniyede üç yüz ayrı görüntü görebiliyor. Drosophila biforca adlı minnacık bir tür meyve sineği dünyadaki canlıların arasında en uzun sperm rekorunu elinde tutuyor; 6 cm, bir erkeğin sperminin bir eltopu sahası büyüklüğünde olmasına tekabül ediyor bu ölçü. Tinkerbella nana adlı sinek o kadar minicik ki saçınızın telinin ucuna konabiliyor. Dünyadaki en akıllı, en üstün, en gelişmiş canlı türü iddialarımızı yeniden gözden geçirmemize neden olacak, hassas bir şekilde birbirine kenetli sistemler içerisinde biz insanların milyonlarca canlı türünden sadece biri olduğumuzu hatırlatan birtakım bilgiler mizahi bir dille anlatılıyor.

“Kadının nesneleştirilmesi” meselesi üzerinden Doppler’in biraz erkek romanı olduğunu söyleyebilir miyiz?

İlk kitapta bir anti kahraman olan Doppler, bu kitapta ciddiye alınmayan, gülünç olan bir kurban. Doppler gibi satirlerde, bedensel süreçlere odaklanıldıkça kurban, ki bu durumda Doppler, hayvanîleşiyor, kendi bedeninin esiri hâline geliyor. Bu duruma düştüğü için de sosyal konumunu, anti kahraman konumunu yerle bir ediyor. 

Doppler, bir yandan kadınları cinsel olarak çekici buluyor, onların ilgisine, sevgisine muhtaç, öte yandan kadınları o nefret ettiği insan sinyallerinin en önemli temsilcileri olarak görüyor. Bu yüzden kadınları eleştirisi, bir anlamda toplumun eleştirisi.

Peki, kadın onun biyolojik ve duygusal anlamda ihtiyaç duyduğu bir varlık mıdır, yoksa tamamlayıcısı mıdır?

İnsanî ilişkilerinde Doppler tamamen beceriksiz biri. İnsanların ondan ne beklediklerini anlamakta zorluk çekiyor. Doppler kadınlarla başa çıkamıyor, onları bir beden parçasına, kıçlara indirgemek, nesneleştirmek ve böylelikle Doppler’in işlerine karışmalarını, nasıl davranacağını söylemelerini engellemenin bir yolu. Bedenin bir parçası olarak kıçlar yalnızca birer nesne. Ondan bir beklentileri yok. Kadınların bütünü yerine, bedenlerinin bir parçasını tercih ediyor. 

Loe’nun romanlarında kadınlar genellikle cesur, ne istediğini bilen, becerikli, işleri güçleri olan, cinsel olarak aktif ve erkeklere hiçbir türlü bağımlı olmayan kahramanlar. Erkekler ise çağımızın mutsuz erkekleri; dünyadaki yerlerini bir türlü bulamayan, yaşamın anlamını, hedefini bilemeyen kahramanlar, zayıf cins. Kontrolü kaybedip kriz geçirenler onlar. Geleneksel erkek rollerinin değiştiği postmodern toplumda ben kimim, hayatımın işlevi nedir, erkek olmak ne demek sorularını soran kahramanları var Loe’nun romanlarında. Bir de şunu unutmamak lazım: Bildiğimiz Dünyanın Sonu romanının en büyük kaybedeni Doppler’in ta kendisi. 

Naif. Süper’de adını bilmediğimiz karakterimiz de biraz öyle aslında. Yirmi beşinci yaşına girince zamanla ilgili sorgulamalara giriyor ve hayatını değiştirmeye başlıyor. Kitabın sonunda da bir şeylerin anlamlı olduğuna inanıyor artık, iyi biri olmak istiyor ve o ilk fark ediş ânından sonra âdeta Âşık Veysel’in şiirindeki gibi yaşamı bir seyahat olarak görmeye başlıyor. İstemeye istemeye Amerika’ya yaptığı seyahat ona neler kattı dersiniz?

Yeni bir perspektif kattı diyebilirim. Seyahat insanların dünyaya bakışını değiştirebilir. Dünyayı biraz daha anlaşılır kılabilir. Genel olarak hem farklılığı hem de benzerliği serer gözlerimizin önüne. Romandaki karakterimiz her şeye yeniden başlamayı isteyen biri. Bu seyahat ona bir yenilenme, yeniden başlama fırsatı da sunuyor.

“Yoksul ya da dertli insanlar. Birbirimize daha iyi davranmalıyız. Sadece Amerika’da değil. Tüm dünyada, herkes birbirine daha iyi davranmalı,” deyip kahramanımızın, önünden geçenlerle konuşup onlar için neyin önemli olduğunu soruyor. Ben de size sorayım son soru olarak: Sizin için önemli olan nedir ve işlerin sonunda tüm dünya için iyiye gideceğine inanıyor musunuz?

Benim için ne önemli hayatta? Zor bir soru. Aklıma bir sürü şey geliyor. Ailem, dünyayla didişmeden huzurlu yaşamak (nasıl olacaksa artık), sağlık. Tüm dünya için işlerin iyiye gideceğine inanmıyorum. Hayır, inanmıyorum. Beş yıl önce sorsaydınız başka türlü cevap verebilirdim ancak şimdi durum farklı. Yaşlanıyorum, dünyanın absürdlüğü iyice gözüme batıyor. Birbirimize, çocuklara, doğaya yaptığımız kötülüklerin sınırı yok. Aptallık ve vicdansızlık diz boyu. 

 

Sanem Sirer'in K24 için Erlend Loe ile yaptığı söyleşiyi okumak için tıklayın.