68 Hareketi'nin 50. yılı vesilesiyle hazırlanan Devrimci Portreler kitabında, “erkekliği” yeniden üretmek niye? 68'i erkek yumruğuyla özdeşleştiren bu algıyı kırmak, onu dönüştürmek ihtimali hiç mi gelmedi akıllara?
16 Ağustos 2018 13:52
Türkiye’de özellikle Gezi direnişinden sonra pek çoğumuzun nihayet intikal ettiği bir gerçek şu oldu: Toplumsal muhalefet salt sınıf hareketiyle sınırlı kalmayacak, çok daha heterojen bir yapıya sahip olacaktı. Çünkü sorunlar da talepler de sadece ve sadece ekonomik temelli değildi.
Gerek yaş grupları, cinsiyet grupları, toplumsal sınıflar, etnik, dinî ve mezhepsel gruplar, gerekse siyasal ideolojiler açısından farklı toplumsal gruplar Gezi’nin içinde yer aldı. Gezi’deki Türk bayraklı gence yardım eden BDP bayraklı gencin görüntüsü; antikapitalist Müslümanlar namaz kılarken farklı gruplardan eylemcilerin onların etrafında çember oluşturarak polis saldırısından koruduğunu gösteren fotoğraf hepimizin belleğinde yer etti. Yeni toplumsal hareketin farklı grupları içeren, sınıfsal aidiyetle sınırlı olmayan kimliğinin en taze örneği Gezi direnişi.
Bu heterojenliğin ifade ettiği tek şey hareketi oluşturan kesimlerin farklılığı ve çeşitliliği değildi kuşkusuz. Bu, aynı zamanda toplumsal hareketin meselelerinin de çeşitlendiğini gösteriyordu. Hareketin kadrajına sadece ekonomik ya da sınıfsal mücadele ve taleplerin değil, çevre, ekoloji, insan hakları, hayvan hakları, feminizm, barış gibi temaların da dâhil olduğunu gördük. Gezi’nin çıkış noktası zaten iktidarın yaşam ve kent kültürünü, doğayı tehdit eden girişimiydi. Direniş boyunca eylemcilerin hayvanlarla kurduğu ilişkiye dair sayısız örnek yaşandı. Bunların herhalde en çarpıcı örneği yaralı bir martıyı kurtarmak için seferber olan tıp fakültesi öğrencileriydi.
Toplumsal hareketteki bu dönüşümün örgütlenme biçimine, diline, üslûbuna, eylem tarzına yansımaması mümkün değildi. Heterojen bir toplumsal hareketin klasik anlamda hiyerarşik/dikey bir örgütlenme biçimini kaldırmayacağı, böylesi bir yapının hareketin işine yaraması bir yana, onun ayağına dolanacağı muhakkaktı. Çok daha katılımcı, yatay ve demokratik bir şekilde örgütlenmek gerekiyordu. Aslında örgütlenme kavramıyla ilgili algımızı da yeniden gözden geçirmek mecburiyeti doğuyordu. Heterojenliğe uygun bir çokseslilik lazımdı bize. Merkeziyetçi, hiyerarşik, statükocu eski örgütlenme biçimlerinin yerini katılımcı, yatay, enformel ve lidersiz bir biçimin alması kaçınılmazdı. Bunları görmemiz eski biçimin bir eleştiri ve özeleştirisinin yapılmasını da beraberinde getirdi. Hemen belirteyim, bu dönüşüm Gezi’yle başlamadı. Gezi uzun yıllara dayanan bir sürecin sonunda gelinen yerdi. Aslında tüm dünyada 60’larda uç veren, 70’lerde zirve yapan bu yenilenme, Türkiye’ye (her şeyde olduğu gibi) biraz geç geldi. Geç olsun güç olmasın, yeni toplumsal hareketlerin içinde aktif olarak bulunanların önünde önemli bir sorumluluk vardı; eskiden kalma biçim ve üslûpların köhneliğinin farkında olarak, bunu eleştirerek, burdan dersler çıkararak yola devam etmek.
Fakat ne yazık ki, -belki defansif olarak- eski toplumsal hareketlerin önderleri yeniyi ya görmezden gelen ya da daha çok eleştiren bir tutum takındılar. Bu hep böyleydi, yani sadece Gezi’de değil. Mesela Türkiye’de özellikle 60’lı ve 70’li yıllarda yükselen sol hareket içinde feminizmin söylemlerini tartışmaya açmak isteyenlere karşı refleksif bir tepki vardı: “Kadın hakkı yoktur, insan hakkı vardır. Sınıfsız toplum kurulduğunda kadın meselesi de çözüme kavuşacak!”
Eski anlayışla kurulmuş örgütlenmeler içinde toplumsal cinsiyet, çevre ya da etnisite gibi meselelerle ilgili taleplerin önemsenmesi gerektiğini dile getirenler olduğunda, verilen yanıt hemen hep bu minvalde oldu. Öncelik sınıf mücadelesi. Yani her alanda olduğu gibi meselelere karşı da hiyerarşik bir bakış kendini gösteriyordu. Bu hiyerarşide LBGTİ+ mücadelesinin yeri bile yoktu. Yine dünyada esen “demokratik ve özgürlükçü” rüzgârın etkisiyle Türkiye’deki sol örgütler içinde hiyerarşik yapıda kimi hava delikleri açacak demokratik talepler karşısında da benzer tepkiler verilmişti. Örgütlerin bürokratik ve statükocu yapısını kırmak pek mümkün olamamıştı. Genel yaklaşım; tartışmayı kestirip atmak, farklı fikirler dile getirenleri “hizipçi” diye damgalamak, tecrit etmekti.
Yani yeni toplumsal hareketlerin özgürlükçü, gökkuşağının tüm renklerini içine alan bakış açısı Türkiye’deki sol örgütlere pek uğramadı. Tekil bazı örnekler yaşandı, bu söyleme yaslanan partiler kuruldu belki ama eski sol geleneğin baskın karakteri altında eriyip yok oldu. Kuşkusuz başka parametreler de bunda etkili olmuştur ama bu yazının sınırlarını aşar. Oraya hiç girmiyorum.
Türkiye’deki sol gelenek (parça pinçik de olsa bir gelenek var, çünkü bizde sol ne kadar çok fraksiyona sahip olursa olsun ortak bir kültüre, dile, yaklaşıma sahiptir kanımca) bu yeni toplumsal hareketlere karşı hep mesafeli ve eleştirel bir tutum sergiledi. Sınıf mücadelesine halel gelecek korkusuyla mı artık, toplumsal cinsiyet, ekoloji, insan hakları vb. konularına burun kıvırdı.
Gezi bu konuda “sol örgütleri” bir parça afallattı tabii. Fakat o da çok uzun sürmedi. Bu deneyim zihinlerde birtakım soru işaretleri yaratmış gibi göründüyse de Gezi’nin son günlerinde herkes yine eski hâline dönüverdi. Taktiksel, stratejik manevralarla gençleri “tavlamaya” çalışmaktan pek öteye geçemedi “sol”un bu konudaki aydınlanması. Herhangi bir sol örgütün bu yeni toplumsal hareketlerle birleşebilmek adına dişe dokunur bir özeleştirisine de rastlamadım. Oralarda işlerin aynı tas aynı hamam devam ettiğine dair işaretler çoğunlukta.
Gezi’nin bize belki de en büyük armağanı toplumsal hareket içinde erkek dışındaki cinsel kimliklerin de aktif rolünü göstermesi oldu. Bu noktada özellikle LBGTİ+'ların etkin rolünü de hatırlamakta fayda var.
Polis biber gazı sıktığında da barikatlarda da kadınlar vardı. Parktaki her göreve talip kadınları, konuşma yapanları, slogan attıranları da gördük. Bu durum sadece kadınların katılımına işaret etmiyordu elbette. Kadınlar Gezi’de aktiftiler çünkü artık canlarına tak etmişti. Son yılların en temel mücadele alanlarından biri kadına yönelik artan şiddet olayları, kadın cinayetleriydi. Yaşama kültürüne yönelik saldırılar en önce kadını vuruyordu. Dolayısıyla toplumsal cinsiyet eşitsizliğiyle ilgili meseleleri gündemine almayan bir hareketin başarısızlığı da garantileyeceği aşikârdı. İşte maalesef bu da sol örgütlerin ezberini bozan bir durum teşkil etti. Artık "öncelik sınıf mücadelesi" söylemi kitle duvarına çarpıp geri dönüyordu. Kitle cinsiyetler anlamında da heterojendi çünkü. Üstelik bu heterojenlik erkekleri de kapsıyordu; öyle alışkın olduğumuz sol profile pek uymuyorlardı, çoğu bıyıklı ve asık suratlı değildi.
Devrimci Portreler kitabını elime aldığımda kapağın hemen hemen tamamını kaplayan erkek yumruğu beni şaşırtmadı ama irkiltti. Aklımdan geçen ilk cümle şu oldu: “Demek devrimci portreler erkekmiş.” Daha sonra kitabı incelediğimde bu kanım desteklendi. 387 sayfalık kitapta sadece 17 sayfalık bir bölümde 68 hareketinin kadınlarından söz ediliyordu.
Bunca şeyi niye hatırlattım? Yakın zamanda çıkan bir kitap, bana eski toplumsal hareketlerin devamcılarının bütün bu deneyimlerden hiçbir ders çıkartmadığını ve kendi geleneklerine sıkı sıkıya tutunduğunu, üslûbunda, söyleminde ve zihniyetinde en küçük bir dönüşüm yaşamadığını düşündürdü.
68 hareketinin 50. yılı dolayısıyla hazırlanmış olan bu kitabın adı: Devrimci Portreler. Kitabın bütününü incelemektense, özellikle üslûbu, biçimi ve kadınların 68’deki varlığını yok sayan tutumu üzerinden eski toplumsal hareketin temsilcilerinin yeniyle birleşmeye olan direncini tahlil etmeye çalışacağım.
Hikmet Çiçek’in hazırladığı, Kırmızı Kedi Yayınevi’nden çıkan Devrimci Portreler kitabını elime aldığımda, kapağın hemen hemen tamamını kaplayan erkek yumruğu beni şaşırtmadı ama irkiltti. Aklımdan geçen ilk cümle şu oldu: “Demek devrimci portreler erkekmiş.” Daha sonra kitabı incelediğimde bu kanım desteklendi. 387 sayfalık kitapta sadece 17 sayfalık bir bölümde 68 hareketinin kadınlarından söz ediliyordu. Nasıl ve ne şekilde söz edildiği kısmına geleceğim. Kapaktan başlayalım…
Bazı kitap kapakları vardır ki mesajı örtüktür, üstü kapalı bir biçimde söyler söyleyeceğini. Okuru ürkütmek istemez, kitabın içeriğini bir anda deşifre etmekten kaçınır. İma etmeyi tercih eder. İma, okuru da düşünmeye davet eder. Yani demokratiktir. Okuru yaratıcı bir düşünme sürecine davet eder. Aslında böylece konunun çerçevesini daha baştan çizmek istemediğini de belli eder. Okurun yorumuna, algısına, katkısına açıktır. Bu tür kapak tasarımlarının çoğunlukla estetik değeri de daha yüksek olur.
Devrimci Portreler bunun tam aksi bir kapağa sahip. İmâ yok. Farklı ihtimallere yer yok. Kitabın çerçevesini çiziveriyor ve tartışmaya meydan vermiyor. Havaya kalkmış, damarları çıkmış, güçlü erkek yumruğunun verdiği mesaj açık: Kitabın adı “devrimci portreler” ve tabii ki erkek.
Yumruk herhangi birinin yumruğu olabilir. Bileğin az aşağısından kesilmiş bir figür var kapakta. Bedenden kopuk, öyle havada duruyor. Kime, nasıl birine ait bilemiyoruz. Fakat burada enteresan bir şey daha var. Bileğin bedenden koptuğu bölümde suluboya desenleri göze çarpıyor ve bu desenler kan efekti gibi duruyor. Yumruğun arka planında da daha açık tonda olmakla birlikte aynı efekt görülüyor. Geleneksel devrimci tarz ışığında bakınca yadırganacak bir durum değil aslında. Devrimci geleneklerimizde yeri olan kan, şiddet ve feda kültüne uygun bir tasarım. Bu yönüyle de eril zihniyetle tutarlılık gösteriyor.
Bu kapak tasarımında bir köhnelik var. 68 hareketi deyince aklımıza ilk gelenin havaya kalkmış bir erkek yumruğu olmasına mı üzüleyim, estetikten yoksun bu üslûba mı? “Bir belgesel kitapta, tarihsel gerçekliğe uygun bir kapak yapılmış, seni rahatsız eden ne” diyeceksiniz belki. Duyduğum rahatsızlık kuşkusuz ki kitabın içeriğiyle birleşiyor ama oraya sonra geleceğim. Fakat sadece bu kapak üzerinden düşününce de sormak gerekiyor: 68 gerçekten salt bir erkek yumruğuyla tanımlanabilir mi? Mesele kızlı erkekli öğrencilerin yan yana yürüdüğü bir kitle fotoğrafı da mı yoktur 68’den bize kalan? Eğer yoksa, vay hâlimize!
Evet, vay hâlimize. Kitabın içinde kullanılan fotoğraflara da bakılacak olursa, öyle kızlı erkekli bir durum pek olmayabilir gerçekten de. Peki, eğer durum buysa, 68’in 50. yılı vesilesiyle hazırlanan bu kitapta, “erkekliği” yeniden üretmek niye?
Başka bir dünya mümkün madem, hadi buradan başlayalım. Yeni bir ifade ve yeni bir anlam arayalım mesela. Bu kitap bize bu konuda ilham veremez miydi? 68’i erkek yumruğuyla özdeşleştiren bu algıyı kırmak, onu dönüştürmek ihtimali hiç mi gelmedi akıllara? Gelecek kuşaklara 68’i anlatan bir kitap bırakırken, 68’in bu erkek kimliğinin altını çizmek yerine özeleştirisini yapma seçeneğini bir düşünelim, nasıl olurdu acaba? O zaman belki “başka bir dünyanın mümkün” olduğuna inancımız tazelenirdi. Gezi’de de olan buydu zaten.
Kitap kapağında hâkim olan renklere bakıyorum, siyah beyaz, gri ve kırmızı. Türkiye’de sol deyince neden hep bu renkler karşılıyor bizi: Siyah ve kırmızı. Yoksa kandan ve ölümden mi besleniyor geleneğimiz? Sol, yapısı gereği özgürlükçüdür. En azından beklenen odur. Peki neden kan ve yas renginin ötesine geçemiyoruz? Gökkuşağının öteki renkleri dâhil olunca ruhumuzda bir yumuşama oluyor da ondan mı? Erkekliğe halel mi geliyor acaba?
Solun ikonları bin yıllardır aynı mantralar ve ezgiler eşliğinde resmigeçit yapıyor. Bu kahramanlık kutsaması günümüzde artık geçerli değil aslında ama ne yazık ki sol, tarihini yazarken ondan bir türlü vazgeçemiyor. Hiyerarşik kalıplarından, dikey yapısından, liderlik kültünden sıyrılamıyor.
Kitabın içeriği bu fikri destekliyor. On iki devrimci portre kendilerine ayrılan özel bölümlerde farklı yazılarla anlatılmış. Mesela Deniz Gezmiş’in anlatıldığı bölümde sekiz ayrı yazı var. Kendilerine özel bölümlerin ayrıldığı diğer isimler şunlar: Mahir Çayan, İbrahim Kaypakkaya, Cihan Alptekin, Bora Gözen, Hasan Yalçın, Mustafa Kuseyri, Mehmet Fatih Öktülmüş, Aktan İnce, Ömer Gürcan, Saffet Alp, Doğu Perinçek.
Solun ikonları bin yıllardır aynı mantralar ve ezgiler eşliğinde resmigeçit yapıyor. Bu kahramanlık kutsaması günümüzde artık geçerli değil aslında ama ne yazık ki sol, tarihini yazarken ondan bir türlü vazgeçemiyor. Hiyerarşik kalıplarından, dikey yapısından, liderlik kültünden sıyrılamıyor.
İkonların tümü erkek. Demek ki 68 kuşağından bir tek kadın bile yok ki, şöyle ayrı bir bölümle anılmayı hak etsin. Söylediğim gibi, kadınların anlatıldığı bölüm 17 sayfa. Kitabın tamamı 387. 370 sayfa erkeklere ayrılmış. Kadınların anlatıldığı “Militan Kızlar” başlıklı bölümde ise 13 kadının adı anılmış. 13 kadına 17 sayfa. Yazıların girişi, çıkışı derken her bir kadına düşen bölüm bir, bilemedin iki paragraf. Açıkça geçiştirilmiş, görev savılmış. Erkek devrimci portrelerin her birinin fotoğrafının perde sayfa yapılarak öne çıkarıldığı bölümlerin arasına sıkıştırılmış bir grup kadın. İçlerinden bir teki dahi adlarına bölüm ayrılmasını hak edecek bir şey yapmamış demek… Mümkün mü? Eğer öyleyse de insanın gözü bu konuda bir özeleştiri arıyor. “Nerede yanlış yaptık da önder kadınlar çıkmadı içimizden” diye sorulmasını, bunun tartışmaya açılmasını bekliyor. Nafile…
Daha da ilginci, erkek ikonları anlatanlar da -biri hariç- hepsi erkek. Yani Mahir Çayan’dan Doğu Perinçek’e, Deniz Geçmiş’ten İbrahim Kaypakkaya’ya uzanan bu listedeki isimleri bugün hakkını vere vere anlatabilecek kadın da bulamamışlar. Sadece Cihan Alptekin'i kardeşi Nuran Alptekin Kepenek anlatmış. Ama o da zaten bu kitap için yazılmış bir yazı değil. Nuran Alptekin Kepenek'in Bizum Cihan isimli kitabından yapılmış bir alıntı. Öyle görünüyor ki kız kardeşi ya da karısı değilse bir devrimci erkeği anlatmak kadınlara düşmez. Erkekleri erkekler anlatır. Ancak bu şekilde dört başı mamur bir kahramanlık destanı yazılabilir diye düşünmüş olmalılar.
Anlatının içeriğine fazla girmeyeceğim ama açıkçası bugüne kadar yazılmış 68 kitaplarından çok farklı bir şeye rastlamadım. O zaman sormak gerekiyor; bu insanlar hakkında anlatacak yeni bir hikâyemiz olmayabilir, ama bugüne kadar yaptıkları üzerinden üretebileceğimiz yeni bir perspektif, yeni bir soru da mı yok? Buralar bu kadar tükendiyse başka kimse de mi yok? 10-15 erkekten mi ibaret 68 hareketi? Neden hadi farklı bir şey yapalım, isimsiz kahramanların izinde bir tarih yazalım, tarihi yeniden bir de bu açıdan anlatalım denilmemiş mesela? İşte, bunlar hep merkeziyetçi bakış açısının tezahürü. Bu kitap bize solun geldiği yeri gösteriyor ama ne yazık ki gitmekte olduğu yolu da gösteriyor. O yolun hiçbir yere çıkmadığını da biliyoruz. 1970’lerden kalma bu kafayla feministlerle, çevrecilerle, hayvanseverlerle, gençlerle, LGBTİ+'larla birleşilebilir mi?
İçeride kullanılan siyah beyaz fotoğraflara bakıyorum; özellikle arıyor gözlerim, acaba bu kahramanlarımızın yanında yöresinde hiç kadın var mı? O da yok. Bıyıklı ve asık suratlı adamlardan başka kimseyi göremiyorum. Bir teki hariç. O da DTCF Fikir Kulübü toplantısında 16 erkek arasında Füsun Akatlı’nın yer aldığı kare. (s. 26) Ha bir de Bora Gözen’in anlatıldığı bölümün açılışını yapan sayfada Bora Gözen’in evlenirkenki fotoğrafı var. İster istemez yanında bir kadın var. Müstakbel karısı. Hiçbir kitle eylemi ya da yürüyüş fotoğrafında kadın görünmüyor. İnsan merak ediyor, kadınlar aralardan tek tek ayıklanamayacağına göre acaba haremlik selamlık bir durum mu vardı? Gerçeklikte öyle değilse bile bu kitabın hazırlanışında olduğu muhakkak. Baksanıza, bölümleme bile o şekilde yapılmış.
“Militan Kızlar” başlıklı bölümde kadınların “göründüğü” dört fotoğraf var. Bunlardan biri zaten bölümün kapak fotoğrafı. Diğeri içeride bahsi geçen kadınlardan biri olan Feyza Perinçek’in masa başında kitap okurken çekilmiş bir fotoğrafı. Fakat diğer ikisi oldukça ilginç. Biri Rüçhan Manas’ın anlatıldığı paragrafın altına yerleştirilmiş. Fotoğraf aslında Mahir Çayan’ın fotoğrafı.
Fotoğraf altını aynen aktarıyorum: “Solda Ulaş Bardakçı, sağda Mahir Çayan, arkada Jülide Zaim ve Rüçhan Manas.” Jülide Zaim olduğunu tahmin ettiğim kişinin sadece bir yanağını, bir kulağını ve tek gözünü görebiliyoruz. Rüçhan Manas ise neyse ki daha net. Ama her koşulda kadınlar arkada. Yani bu kadınlardan birinin özne olduğu bölümde bile aslında erkeklerin fotoğrafları kullanılmış. Kadınlar hasbelkader oradalar.
Diğer fotoğraf ise Şirin Cemgil’in anlatıldığı paragrafın altında. Bu ise bir nikâh fotoğrafı ve yanında Sinan Cemgil görünüyor. Şirin Cemgil’in yüzünü de görmemiz pek mümkün olmuyor. Fotoğrafın merkezinde yine bir erkek var. Zaten Şirin Cemgil’den söz eden paragrafın ilk cümlesi de şu şekilde: “Şirin, o zamanlar Sinan Cemgil’le evliydi.” Yani kadını yine bir erkeğin dolayımında tanımlayarak başlıyor söze.
Erkeklerin her birine koca koca bölümler ayrılan kitapta, kadınların anlatıldığı iki yazının ikisi de sade suya tirit. Kadınların mücadeleye katkısına dair özgün tek bir söz yok. Baştan aşağı hamasi cümleler, bol retorik. 68’de kadın olmaya ilişkin bir fikir edinsek diyorum hiç değilse, o da yok.
Bu kadınlar ne yaptılar? Hapse girdiler, tamam. Öldürüldüler, peki. Çok cesurdular, anladık. Güzel türkü söylerlerdi, eyvallah. Başka? İki kadının kaleme aldığı iki yazıda da devrimci kadınlarla ilgili söyleyenecek şeyler bundan mı ibaret? Eh, ayrılan yer bu kadar olunca onlar n’apsın? Kitapta oldukça eklektik duran bu bölümün el çabukluğuyla kotarıldığını düşündürüyor tüm bunlar. Bu bir mazaret değil. Bir diğer soru da şu çünkü: Kadınlar neden son anda geliyor akla?
“Militan Kızlar” başlıklı bölümdeki iki yazıdan birinin sahibi olan Necla Ülkü Kuglin’in kendi yazısında bir ara başlık dikkat çekiyor: 68 “Erkek” mi? Kuglin “Şu Ünlü 68 Hareketi ve Kadınlar” başlıklı yazısının bir yerinde “dışarıdan bakanların bir kısmı”nın 68’e yönelik iki eleştirisinden birinin şu olduğunu söylüyor:
“Bizim 68 çok ‘erkek’ bir hareketmiş, kızlar hep azınlıkta, ikinci planda ve geri görevdelermiş.”
Böyle –miş’li, -mış’lı yazmasından anlıyoruz ki Kuglin bu eleştiriye katılmıyor. Fakat yazı boyunca eleştiriyi çürüten herhangi bir olguya da rastlamıyoruz. İroniye bakın ki, tam da eleştiriyi doğrulayan bir kitabın içinde gerçekleşiyor bu durum. “68 ‘Erkek’ mi?” ara başlığının altındaki paragrafta da çok istememe rağmen bu soruya somut bir yanıt bulamıyorum. Işıl Özgentürk’ün Cumhuriyet’teki köşesinde kaleme aldığı bir yazıdan ve kendisinin ona yanıtından söz ediyor Kuglin ama ara başlıktaki soruya ilişkin bir yanıt yine yok. Kuglin’in yazısı bize birtakım Ankaralı devrimci kadınlardan söz ediyor etmesine ama gerek içeriği gerekse hacmiyle yazı 68’in “erkek” olmadığını kanıtlayacak cürme sahip değil.
Böylesi bir kitapta kadınların hareketteki konumu üzerine özeleştirel bir yazıya yer verilmemiş olması (kadınların kaleme aldığı yazılarda hiç değilse beklentim buydu) durumun ne kadar içler acısı olduğunu gözler önüne seriyor.
Füsun İkikardeş’in yazısının başlığı ise “68’in Delikanlı Kızları”. Öte yandan yazının üçüncü paragrafında meydanlarda “Bağımsız Türkiye” diye çınlayan ses için şöyle diyor yazar: “Tüm sesler bir gırtlaktan çıkıyordu ve sanki cinsiyeti yoktu.” Görülen o ki İkikardeş içselleştirdiği dili hiç sorgulamıyor. Kadınları övmek için “delikanlı” ibaresini ekleme ihtiyacı duymasında bir sorun görmüyor. Oysa artık hepimizin bildiği gibi dil, toplumsal cinsiyet kalıplarının en çarpıcı şekilde uç verdiği alan. O yüzden siz ne kadar “cinsiyetsizdi” deseniz de kullandığınız dil sizi ele veriyor.
Kadınlar için “delikanlı” sıfatını kullanmaktan çekinmeyen bu dil, anlam veremediğim bir biçimde ısrarla “kadın” demekten kaçınıyor. Onun yerine hemen her seferinde “kız” kelimesini seçiyor. Bu durum her iki yazıda da dikkat çekiyor. Zaten bölümün başlığı da “Militan Kızlar”. Denilebilir ki 68 kuşağı üniversite öğrencilerinden, yani genç kız ve oğlanlardan oluşan bir hareketti. Öyleyse sormak gerekiyor; öteki bölümlerde erkekler neden bir kez olsun “oğlan” sözcüğüyle anılmıyor?
Yeni toplumsal hareketlerin temel özelliklerinin başında bürokratik ve hiyerarşik yapıları reddetmeleri geliyor. 68’in devrimci portrelerinin anlatıldığı bu kitap ise ülkemizdeki sol geleneğin, eski toplumsal hareketlerin yapı ve anlayışını olduğu gibi koruduğunun temsili gibi. 68’e karakterini veren bir özellik de olsa bugünkü okur için hazırlanan bir kitapta bu yapıyı sürdüren yaklaşım, tarz ve içerik, geçmişin hiçbir özeleştirisinin yapılmadığını ve bugünün toplumsal muhalefetiyle birleşme konusunda geleneksel solun - ya da eski anlayışın bugünkü temsilcilerinin diyelim- pek de umut vaat etmediğini düşündürüyor. Böylesi bir kitapta kadınların hareketteki konumu üzerine özeleştirel bir yazıya yer verilmemiş olması (kadınların kaleme aldığı yazılarda hiç değilse beklentim buydu) durumun ne kadar içler acısı olduğunu gözler önüne seriyor. Yanı sıra kitabın biçiminde göze çarpan 70’lerden kalma üslûp da en azından 68 hareketinin yaşayan temsilcilerinin bu köhneliğe dört elle sarıldığını; Gezi’de çokça örneğini gördüğümüz estetikten, neşeden, kahkahadan ve renkten nasibini almadığını, almayı da istemediğini düşündürüyor.
Nasıl bir toplum istediğimizin en açık göstergesi örgütlenme ve eyleme biçimimizdir bana göre. Tek bayrak, tek yumruk, tek cinsiyet üzerinden politika üretenlerin nasıl bir gelecek tasavvur ettiklerini tahmin etmek güç değil. Yeni toplumsal hareketlerin heterojenliği ve herkesin katılımına açık olması bu nedenle çok değerli zaten. Merkezî olmayan, katılımcı karar mekanizmalarını savunmak, gelecekteki demokratik hayat ihtimalinin en büyük işareti. Birlikte yaşama kültürünü yana yakıla savunmamız da bundan.
Bu nedenle de işte 1960’larla birlikte siyasal ve toplumsal alanda yaşanan dönüşüme koşut olarak geçmişte hâkim olan hiyerarşik ve merkezî örgütlenmeleri temel alan toplumsal hareketler yerlerini daha esnek, merkezi olmayan ve heterojen yapılara bırakmak zorunda.
Kadınları dışlayan bir tarihyazımının, gelecekte ne kadını, ne eşcinseli, ne ağacı, ne hayvanı kapsayabileceği gerçeği ise apaçık ortada.