Eleştirmenin sanat eserine yaklaşırkenki hangi tutumu bizi özgür tartışma ortamından mahrum kılıyor? Daha da önemlisi, yeni üslup ve biçimlerin ortaya çıkışına ket vuruyor?
15 Haziran 2017 14:00
Bundan önceki “Eleştiriden muaf olmak ya da olmamak” başlıklı Devrik Cümle yazısında eleştiri karşısında sanatçının tutumunu tartışmıştım. Her yeni akımın öncekini eleştirerek kendini var ettiğini söylemiş ve bu eleştirinin ortaya çıkabilmesi içinse verimli bir tartışma ortamının var olması gerektiğini belirtmiştim. Peki, bu tartışma ortamının yaratılmasının önündeki tek engel yazarın eleştiri karşısındaki tahammülsüzlüğü mü? Eleştirmenin bunda hiç mi payı yok? Kuşkusuz ki var. Hiçbir ilişki bir tarafın hatalarıyla bozulmaz ne de olsa.
Eleştirmenin sanat eserine yaklaşırkenki hangi tutumu bizi özgür tartışma ortamından mahrum kılıyor? Daha da önemlisi, yeni üslup ve biçimlerin ortaya çıkışına ket vuruyor? Eleştirmen olarak sanat eseriyle girdiğim ilişkide içine düştüğüm handikapın, aldığım eğitim ve kuram bilgisinin bağnazca uygulamalarından kaynaklandığını düşünüyorum. Zira gerek tarihte, gerek günümüzde yenilikçi, farklı ve özgün eserler ilk önce “eleştiri kurumunun” duvarına çarpmış, böylece yok sayılmış ve dışlanmışlardır.
Önceki yazıda vurguladığım bir şeyi hatırlatarak açıklayayım. Demiştim ki, sanatta “ilerlemeyi” sağlayacak olan şey yeni bir iddiası olan sanat akımlarının hâlihazırdaki akımlara eleştiri getirmesidir. Fakat eleştirmen olarak içinde bulunduğum handikap şu ki, bu yeni bakış açısına sahip esere bakarken kullandığım ölçütler “eski”nin içinden çıkma oluyor çoğunlukla. Eskinin şablonlarıyla yeniyi açıklamaya kalkışmak ise pek çok problem barındırıyor. Newton mekaniği ile kuantum fiziğini açıklamaya kalkmak gibi bir şey bu. Oysa ihtiyacım olan, yeniyi önce anlamak, sonra açıklamak. Anlamak içinse öncelikle önyargı yaratacak her şeyden kurtulmam gerek. Anlamak için bilgiden daha çok ihtiyacım olan şey ise arzu.
Üniversitenin birinci sınıfının ilk gününde bölüm başkanının, biz antropolog adaylarına şöyle dediğini hatırlıyorum: “Bir antropolog her zaman yeni doğmuş bir bebek gibi olmalıdır. Hiçbir şey bilmiyormuş gibi bakmalıdır etrafına. Sahada araştırma yaparken de yine hiçbir şey bilmeyen bir çocuğun aklıyla sorular sormalıdır.”
Hocamız, bildiklerine sonsuz güven duymanın getireceği körlüğe karşı uyarıyordu bizi. Antropolog, karşılaştığı bir kültürü çok iyi tanıdığına inansa bile oraya gittiğinde, onlarla karşılaştığında tüm bildiklerini geçici bir süreliğine de olsa unutması gereken kişidir. Bu “bilgisizlik” zihninde yeni bilgilere, ruhunda ve bedeninde de yeni deneyimlere alan açacaktır. Antropolog, farklı bir kültürle karşılaştığında üzerine kendi kültürünün ve alışkanlıklarının gölgesini düşürmeyen kişidir aynı zamanda. Yeniyle karşılaşmaya açık olmazsa gerçeğe ulaşamaz. Bu açıklık da yine bir diğeriyle, farklı olanla kaynaşma, onunla etkileşime girme, ondan kendine bir şeyler katma arzusundan doğar.
Yani aslında antropoloji başlı başına bir iletişim bilimidir. Farklı kültürlerden iki insanın, ya da farklı kişisel özelliklere sahip iki insanın birbirinden alıp vereceklerine yaslanır. Araştırmacı sahaya indiğinde etkileşime alabildiğine açık olmalıdır ki temas ettiği her insandan bir şey öğrenebilsin.
Bana göre okurluk da bir tür antropoloji faaliyetidir. Okur, hiç tanımadığı bir insanın dünyasına adım atar. Bu kişi ister kendi kültüründen olsun, ister olmasın, onun için bir yabancıdır. Bilmediği, tanımadığı topraklara girer okur. O topraklarda karşılaşacaklarına açık değilse, yani etkileşime gönlü yoksa okuduğu kitaptan alabilecekleri sınırlıdır. Dahası bu kapalılık, “kendi bildikleriyle” çelişen “yeni” şeylerle karşılaştığında okuduğunu yekten reddetmesine yol açabilir. Aslında yaptığı şey, zihnindeki eski ve hazır kalıplarla metni yargılamaktır.
Araştırdığım kültürü zihnimdeki şablonlara göre değerlendirirsem o kültüre yaklaşamam. Aynı şekilde bir okur olarak alışkanlıklarımın dışında bir üsluba, biçime ya da içeriğe rast gelince, bundan rahatsız olup iletişimi keser ya da önyargılarımı cetvel olarak kullanırsam metnin bana sunabileceği yeni dünyadan kendimi mahrum etmiş olurum.
Eleştirmen olarak bunu yaptığımdaysa bu yeni dünyadan yalnızca kendimi değil, başkalarını da mahrum etmiş olurum. İşte bu yüzden, eleştirmen olarak öncelikle metnin okuru olmayı becermem gerektiğine inanıyorum. Bir okur olarak, hatta belki bir parça da saf okur olarak, metinle karşılaşmaya, onunla ilişkiye girmeye açık olmalıyım. Bir süreliğine saf okur olursam incilerim dökülmez. Aksine, bunu yapabilirsem, metnin beni değiştirmesine imkân tanır, bildiklerimi gözden geçirme şansı yakalarım. İlişki elbette tek taraflı kurulamaz. Her metin onu okuyanın geçmişten getirdiği deneyim ve birikimle yeniden yazılır. Eleştirmen belki de bunun âlâsını yapan kişidir. Metnin her okurda yeniden yazımına olanak tanıyan bu birikim elbette ki bir şanstır. Ama hiç değilse başlangıçta, geçmişin gölgesinin metnin üzerine olabildiğince az düşmesi de başka bir şansın kapısını açabilir.
Bir imkânsızlıktan söz ediyor gibi göründüğümün farkındayım. Öyle ya, insan bildiklerini gerçekten unutamaz. Bildiklerimiz orada duruyordur, nasıl bilmiyormuş gibi yapabiliriz ki? Evet, tam da “-mış gibi yapmak”tan söz ediyorum. Nasıl ki yazar –mış gibi yaparak karakterinin yerine geçer, onun gibi düşünmeye çalışır ve bu esnada sanki kendisi değilmiş, kendisini unutmuş gibi yapar, eleştirmen de eleştirmenliğinden, sahip olduğu bilgilerden azade imiş gibi yapabilir. Bu bir kandırmaca değil, oyundur. Oyun hâlidir. Eleştirmenin çocuklaşmasıdır ve bu ona hiçbir şey kaybettirmez.
Bildiklerimizi ortadan kaldırmak, silmek mümkün değil elbette ve zaten gerekmiyor da. Ama bildiklerimize saplanıp kalmak zorunda değiliz. Çelişkili gibi görünse de söylemek isterim ki, bildiklerimizi bir parça geri plana almamız, onların zihnimizdeki hâkimiyetinden sıyrılmamız, bilginin gerçekten değerlendirilmesine de yarayacaktır. Ancak bu şekilde sahip olduğumuz fikirler ve bilgiler etkileşime açık hâle gelerek tartışmaya açılabilir ve geliştirilebilir. Eleştirmen kendini neden bu imkândan mahrum etsin?
Kuramlar anayasa değildir. Sürekli sınanması, yenilenmesi, değişip dönüşmesi gerekir. Eleştiri kuramı sanat eseriyle gerçek bir etkileşime girerek yenilenebilir, gelişebilir. Eleştirmen olarak öncelikli amacım, karşılaştığım metni kendi teorime uygulamak mıdır, yoksa her karşılaştığım metinde, teorimi gözden geçirmek, irdelemek, söküğü varsa onarmak, gerekirse söküp yeniden mi dikmektir? Bu ikincisini yapmıyorsam teorimi bir şablon olarak kullanmaya başladım demektir.
Oysa sanat eseri herhangi bir şablona göre üretilmez. Kuşkusuz ki kuram bilgisi, sanatçının tekniği üzerine düşünmesi ve onu geliştirmesi için yararlıdır. Ancak hiçbir sanatçı, kuramı “üretim kılavuzu” olarak kullanmaz. O yüzden de bir kuramı, belli bir eseri değerlendirirken şablon olarak kullanmak yanıltıcı olacaktır. Bunu yaparsam, sanatçının o güne dek oluşturulmuş kuramların da dışında, bambaşka ve yeni bir şey, dolayısıyla yeni kuramlara kaynaklık edecek yeni bir eser ortaya çıkarmış olma ihtimalini göz ardı etmiş olurum. Bunun sonucu olarak da eserin sahip olduğu nitelikleri doğru değerlendiremediğim gibi, olumsuz yargılarda bulunarak, sanattaki “devrim ihtimali”ni de kaçırabilirim. Oysa yenilikçi eserleri tutucu bir yaklaşımla reddeden eleştirmenler kervanına katılmanın ne esere, ne sanata, ne de bana faydası vardır. Öyle görünüyor ki fikirlerdeki kalıplaşma, yani değişmezlik, sadece yazar için değil, eleştirmen için de en büyük tehlikelerden biri.
Kalıp hâlinde yaşamak, düşünmek, hissetmek kişiyi hep aynı kalmaya, kendisi dışında başka seçeneklere kapalı olmaya, başkalarının yerine geçememeye mahkûm eder. Oysa edebiyatın belki de en önemli işlevi budur. Gerek okur, gerek yazar olarak kurmaca dünya, başkalarının yerine geçme, onların duygularını hissetme, yaşamlarına nüfuz etme imkânı sağlar. Bunun yaşamdaki en büyük getirisi de ötekini anlama becerisi edinmektir herhalde.
Eleştirmenin en büyük handikapının aldığı eğitim olduğunu söylemem de bundan. Eğitim bizi kalıba sokar. Dünyaya, hayata o kalıplardan bakma alışkanlığı ediniriz; eğitile eğitile, eğile büküle. Öğrenmeye kapalı değilim. Aksine öğrenmeye, öğrendiklerimizi sorgulayacak denli açık olmaktan yanayım. Bu da formal yapılar içinde sıkışıp kalarak mümkün görünmüyor.
Öğrenmeye açıklık benim açımdan deneyime açıklıktır. Deneyim sadece fiziksel yaşamın içinde yoktur. Bir romanda kahramanın yerine geçer ve onun hayatını ya da hayatından bir kesiti deneyimlersiniz söz gelimi ve ne çok şey öğrenirsiniz. Yazar da aynı şekilde yarattığı her kahramanla, onların yerine geçerek kendisi olmaktan kurtulur bir parça ve yeni deneyimler edinme şansı yakalar. Çünkü çıkması en güç hapishane insanın kendisidir çoğu zaman. Sanat oradan çıkma araçlarından biridir.
Sanat eseri, kendi kalıplarımın dışına çıkmak, öğrendiklerimi sorgulamak, farklı deneyimler edinmek için bir olanak sunar bana. Metnin okuru olmak bu olanağı değerlendirmenin bir yoludur. İlk etapta metinle saf okur gibi etkileşime girmemin bana kazandıracaklarına değinmiştim. Bunun belki de ikinci aşaması metnin yazarının yerine geçmek olmalıdır. Bakın, metin bir anda benim için farklı kimliklere bürünebildiğim bir oyun alanına dönüştü bile. Bir okur oluyorum, bir yazar ve kuşkusuz ki okur olarak da hikâyenin kahramanlarına dönüştüğüm de olmuştu. Böylece eleştirmen de oyun oynayan bir çocuk gibi, metinle girdiği ilişkinin keyfini sürüyor, yaratıcı bir eylemin içinde buluyor kendini. Şunu da söylemeliyim ki “saf okur” olmama takıntısından kurtulmadan bunu yapması güç.
Yazarın yerine geçmek bana ne kazandıracak? Sonuçta ben bir eleştirmen isem, metinle arama belli bir mesafe koymalı, kendi bakış açıma göre değerlendirmemi yapmalı, soğukkanlı bir doktor gibi alet edavatımı, çantamı toplayıp çekip gitmeliyim, öyle mi? Bence öyle değil. Eleştirmensem, metinle önce okuru, sonra da yazarı olarak ilişki kurmalıyım ki, onu iliklerine dek hissedebileyim. Okuma eylemi böylece bir oyuna ve başlı başına renkli, eğlenceli, öğretici, ilham verici bir deneyime dönüşsün. Yazarın yerine geçmenin getireceği en önemli fayda ise şu; okuduğum metnin yazarı burada ne yapmaya çalışmış, neyi oldurmaya çalışmış, onu anlamak.
Önceki yazıda Roland Barthes’ın “Bir anlatı üzerine anlatıdır eleştiri” sözünü hatırlatmış ve şöyle demiştim: “Bu da gösteriyor ki, eleştiri, yerginin aksine emek isteyen bir uğraş. Her şey bir kenara yeni bir anlatı kuruyorsunuz. Demek ki eleştiri yazısı deyip geçmemek gerekiyor, orada da ciddi bir emek olduğunu, hiç değilse olması gerektiğini unutmamalı. Nedir bu emek? Eleştirdiği eseri enine boyuna incelemek, değerlendirmek. Ne için? Yaratıcısının yapmaya çalıştığı şeyi anlamak için. Anlayacaksın ki, neyi yapıp yapamadığını, neyi neden yaptığını çözümleyebilesin. Eh, bunun için de o metnin içine iyice bir nüfuz etmen şart. Nüfuz etmek de okuyup geçerek olacak iş değil, yoğun bir mesai gerektiriyor. Öyleyse bu uğraş, eleştirmen ile metin arasında derin bir ilişkinin gelişmesi manasına da geliyor. Yergi için tüm bunlara gerek olmadığını belirtemeye ne hacet.”
Aslında sadece yergi söz konusu olduğunda değil, kendi zihnindeki şablonu metne uygulamak ve sonuçlara varmak için de bu kadar yoğun bir ilişkiye girmek gerekmez. Öte yandan her ilişki gibi bu da bazı riskler barındırıyor. Değişme ve kendini sorgulama ihtimali. Yazarın ne yapmaya çalıştığını anladığımda, o güne dek doğru kabul ettiklerim sarsılabilir. Her temas bizde bir şeyi değiştirir. Doris Lessing’in de söylediği gibi “İlişkileri hakikatli kılan izlenim değil deneyime açıklıktır.” Herhangi biriyle temas ettiğimizde, onunla ya da hayatla ilgili zihnimizdeki izlenimleri uygulamaya çalışmak yerine, o kişiyle gerçek bir deneyim yaşarsak hakikatli bir ilişki kurabiliriz. Aynısı sanat eseriyle girdiğimiz ilişki için de geçerli. Bu deneyime izin verirsek değişebiliriz ancak. Bağnazlık bu nedenle temastan hoşlanmaz belki de. Bağnazlık ile eleştirinin yan yana gelmesi ise herhalde en son düşüneceğimiz şeydir.
Eleştiri başlı başına bir temas işidir. Temas kuşkusuz ki karşılıklı bir etkileşimdir. Eleştirmenin metni kendi geçmişi ışığında okuma ve yeniden yazma hakkına dil uzatıyor değilim. Bunun aksi zaten mümkün değildir. Pek çok kez tanık olduğumuz bir gerçek şu ki, kendi teorisine bağnazca tutunan eleştirmen, bu teması kendi lehine çevirmek istercesine okuma/ eleştirme eylemini teorisinin sağlamasını yapacağı bir arena olarak kullanıyor. Bunun da tek bir sonucu var, hep olduğu gibi kalmak. Fakat diğer bir sonucu da teorisini doğrulamayan bir eserle karşılaştığında öfkeye kapılmak. Öfke, çoğunlukla yıkıcı eleştiri olarak tezahür eder. Karşısındakine yaşam hakkı tanımayan bir dile yol açar.
Bu tür eleştiri belki herhangi bir yergide bulunmuyordur ama sesi otoriterdir. Savunduğu düşünceleri belli bazı kuramlara dayandırmakla eleştirilemez noktaya sabitlendiğine inanır nedense. İspatlanmış, yerleşmiş, kabul görmüş fikirler ileri sürdüğü algısını kuvvetlendirecek bir üslupla konuşur. Diyalog kurmaktan pek yana değildir. Daha çok vaaz eder gibidir. Yargılayıcıdır. Oysa biliriz ki bir sanat eserinin farklı farklı teoriler ışığında türlü çeşitli okuması yapılabilir. Fakat hiç kimse bunların mutlak değerlendirmeler olduğunu ileri süremez. Dolayısıyla hiçbir teori kendi alanında otorite olduğunu iddia edemez. O yüzdendir ki eleştirmenlerin yalnızca sanat eserinin değil, öteki kuramsal çalışmaların da okuru, hatta saf okuru olmaya ihtiyacı vardır.