Debussy ve simgecilik

Simgecilere göre, her sözcüğe müzik katmak, her dizede ezgi yakalamak şiirin özünde olmalıdır. Simgeci şairler müziğe ne denli düşkünlerse, Claude Debussy gibi besteciler de aynı ölçüde şiir ve resme düşkündü

19’uncu yüzyıl edebiyatta ve müzikte büyük kırılmaların yaşandığı bir çağdır. Sosyal değişimler, toplumsal sınıfların yeniden yapılanması, sanayi devrimi ve teknolojideki gelişimler, tüm sanatları etkilemişti. Müzik tarihinde de bu değişim çağını yapıtlarıyla yaşama geçirenlerin başında Claude Debussy (1862-1918) geliyordu. Ölümünün 100’üncü yılı dolayısıyla bu yıl boyunca Debussy’nin eserleri daha yoğun olarak konser programlarına alındı ve besteci farklı şekillerde anıldı.

Müzik tarihçileri tarafından genellikle “izlenimci” olarak adlandırılan Debussy, aslında bu sınıflandırmaya çok kızıyordu. Kendisine bu sıfatı yakıştıranlardan bazen alaycı, çoğu kez de kızgın bir ifadeyle “aptallar” diye söz ederdi. Aslında müziğin anlattığının bir dizi izlenim olduğu fikrine katılmakla birlikte, kendini “simgecilik” akımına daha yakın hissediyordu. Çağının izlenimci ressamlarının yapıtlarına hayranlık duyuyor ama William Turner’ın (1775-1851) tablolarından daha çok etkileniyordu. Tıpkı onun tablolarındaki gibi, müzikte de her zaman bir belirsizlik olmalı ve yapıta puslu bir atmosfer hâkim olmalıydı. Debussy’e göre Claude Monet’nin (1840-1926) dev tuvallere resmettiği Nilüferler’i, müzikle çok daha kolay anlatmak olasıydı. Işık ve su oyunlarını, resimdekinin aksine, tüm değişimleriyle müzikte duyurmak çok daha zahmetsizdi.

Tüm simgeci sanatçılar gibi Debussy de bir dönem Wagner’in müziğinden, onun yapıtlarındaki bütüncül sanat anlayışı ve “leitmotiv” kullanımından çok etkilenmişti. Ancak 1889’da Paris Konservatuvarından öğretmeni Ernest Guiraud’ya (1837-1892) gönderdiği bir mektupta şunları yazmıştı: “Wagner’in müziğinde hayran olduklarımı taklit etme peşinde değilim. Kendime başka bir yol belirleme düşüncesindeyim: Müzik, dilin yetersiz kaldığı yerde başlar, ifade edilemeyen için bestelenir.”

"Denizi hâlâ hatırlıyorum"

Paris yakınlarındaki Saint-Germain-en-Laye’de 22 Ağustos 1862 günü, Victorine ve Manuel Achille Debussy çiftinin ilk çocuğu olarak dünyaya geldi ve Achille Claude olarak vaftiz edildi. Babası küçük bir dükkân sahibiydi ve işleri pek yolunda değildi. Daha iyi bir yaşam sürebilmek umuduyla, Debussy beş yaşındayken, Paris’in banliyösü Clichy’e taşındılar. 1870 yılında Fransa-Prusya Savaşı’nın karışıklığı Paris’te iyice hissedilmeye başladığında, Debussy annesiyle birlikte Cannes’daki bir akrabalarının yanına gitti. Bu ailenin maddî durumunun iyi olması, evlerinde dönemin ressamlarının tablolarının bulunması, küçük çocuğun resme ilgi duymasına neden oldu. Kaldıkları evden görünen deniz manzarası, gün içinde gelip geçen trenler bestecinin yaşamında iz bırakmıştı; Debussy, sonraki yıllarda çocukluğunun bu dönemine ait şu izlenimleri aktarmıştır: “Evin önünden geçen demiryolunu ve ufka doğru uzayıp giden denizi hâlâ hatırlıyorum. Bazen demiryolunun denizden çıkıp geldiğini hayal ederdim. Evin hemen yanındaki Rue d’Antibes’de hayatımda hiç görmediğim kadar çok gül vardı. Yakınlarda Norveçli bir marangoz sabahtan akşama, büyük olasılıkla Grieg’in bir şarkısını söylerdi.”

Verlaine ile tanışma

Paris’teki karışık durum Debussy’nin yaşamını da etkilemiş, babası Paris Komünü'nü desteklediği için bir süre hapis yatmıştı. Bu karmaşanın ardından yaşam normale dönerken, Debussy, Marie Mauté de Fleurville’den piyano dersleri almaya başlamıştı. Bir dönem Chopin’in öğrencisi olduğunu iddia eden Fleurville çocuğun yeteneğinden çok etkilenmiş ve onun mutlaka müzikle uğraşması gerektiğini söyleyerek Paris Konservatuvarı'na girmesi için kolları sıvamıştı. Debussy sonraki yıllarda, “piyano hakkında bildiğim azıcık şeyi ona borçluyum” dediği öğretmenin evi, o dönemde Paris’in sanat yaşamında gündeme gelen bir olayın gerçekleştiği mekândı. Bayan Fleurville’in damadı şair Paul Verlaine, 1872 yılında Debussy piyano dersleri almaya başladıktan bir süre sonra, karısı ve çocuğuna olan ilgisini kaybetmiş, Arthur Rimbaud ile ilişki yaşamaya başlamıştı. Debussy yaşamının sonraki yıllarında simgeci şairlerle yakın ilişki içinde olacak, onların şiirlerini besteleyecekti.

Claude Debussy'nin çocukluğuDebussy 22 yaşındayken Roma Ödülü'ne başvurdu ve kazanmasıyla üç yıl süreyle Roma’daki Villa Medici’de konaklama ve eğitim alma hakkı kazandı. Fakat genç besteci ikinci yılın sonunda Roma’dan sıkılmıştı, “Manet görmek istiyorum,” diye yakınıyordu. Paris’e döndükten sonra özellikle “simgeci” sanatçıların toplantılarına katılmaya başladı. Salı akşamları Mallarmé’nin Rue de Rome, No. 87 adresindeki toplantılar, Paris’in o dönemdeki en gözde entelektüel buluşmalarının başında geliyordu.

Romantizme karşı simgecilik

“Simgecilik” akımında, gerçekçilik ve doğacılıktan farklı olarak, bireyin duygusal yaşantısı, basit ve sade bir anlatım yerine, simgeler aracılığıyla dolaylı bir şekilde anlatılır. “Nesnel gerçeklik” yerine, “şeyin bıraktığı etki” üzerinde durulur. Fransa’da öncelikle şairler arasında yayılan simgeciliğin en önemli isimleri olarak, Stéphane Mallarmé, Paul Verlaine ve Arthur Rimbaud öne çıkar. Özellikle Verlaine’in “Şiir Sanatı” başlıklı şiiri, müziğin simgeciler üzerindeki etkisini çok güzel açıklar.

Şiir Sanatı

Musiki, her şeyden önce musiki;
Onun için tekli mısradan şaşma.
Kıvrak olur, erir havada sanki;
Ağır aksak söyleyişe yanaşma.

Kelime seçerken de meydan senin;
Bile bile bir nebze aldanmalı.
Dumanlısı güzeldir türkülerin;
Öyle hem seçik olsun, hem kapalı.

Güzel gözler tül ardında görünsün
Gün ışığı titremeli şiirinde
Ak yıldızlar maviliğe bürünsün
Ilgıt ılgıt sonbahar göklerinde.

Ara rengin peşindeyiz çünkü biz;
Rengin değil, ara rengin sadece.
Ancak öyle sarmaş dolaş ederiz.
Kavalı boruyla rüyayı düşle.

Nükte belâsından kurtulmaya bak;
Acı zekâ, sulu gülüş neyine?
İşe karıştı mı bu cins sarmısak
Maviliğin yaş dolar gözlerine.

Tut belâgati boğazından, sustur
El değmişken bir zahmete daha gir.
Kafiyenin ağzına da bir gem vur
Bırakırsan neler yapmaz kim bilir?

Nedir bu kafiyeden çektiğimiz!
Hangi sağır çocuk ya deli zenci
Sarmış başımıza bu meymenetsiz,
Bu kof sesler çıkaran kalp inciyi?

Hep musiki, biraz daha musiki;
Havalanan bir şey olmalı mısra
Deli bir gönülden kalkıp gitmeli
Başka göklere, başka sevdalara.

Dağılıp tuzu sabah rüzgârına
Mısraların alsın başını gitsin
Kekik, nane kokaraktan, dört yana...
Üst tarafı edebiyat bu işin.(Çeviri: Melih Cevdet Anday, Sabahattin Eyüboğlu)

Fransız şiirinde simgecilik akımı, bir tepki olarak başladı. Şiirdeki katı kurallar yıkılmalıydı. Bunu en iyi yapan Baudelaire’i kendilerine öncü seçip, şairin 1857’de yayımlanan Kötülük Çiçekleri kitabını da örnek aldılar. Şiiri yeniden tanımlarken öne çıkardıkları düşünceler gerçekten de tarihsel olarak yeni bir boyut getiriyordu edebiyata: Şiir her şeyden önce anlık ve geçici duyguları betimlemeliydi. Dile getirilmesi güç sezgi ve izlenimleri canlandırmalıydı. Şairin ruhsal durumunu ve gerçekliği belirsizlik ve karmaşık bir bütün içinde göstermeliydi. Ve de en önemlisi, varoluşun gizemini okura hissettirmeliydi. Baudelaire’in şiiri tüm bu düşüncelere yanıt veriyordu, simgeciler de açıklayıcı, didaktik, temiz bir şiir yerine insanın karanlık yüzünü yansıtan, daha karmaşık bir şiirin peşindeydiler.

Claude Debussy20’nci yüzyılın ortalarından itibaren romantizme karşı sanatın her kesiminde tepki doğmaya başlamıştı. Baudelaire, şiirlerinde bu karşı çıkışın en önemli temsilcilerinden biriydi. Bir Leş başlıklı şiirinde o zamanki okuyucu için son derece çarpıcı, hatta yer yer "iğrenç" betimlemeler kullanarak romantizme tepkisini veriyordu:

Ruhum, anımsa gördüğümüz şeyi, güneş
İçindeki günde, erken:
Çakıldan yatağında öğürtücü bir leş
Bir patikayı dönerken.

Bacaklarını dikmiş bir kadınca, azgın,
Ateşli, zehir dökerek,
Açıyordu buğular kaynaşan bir karın
Öyle edepsizce, gevşek.

(…)

Bir garip müzikle yansıyordu bu dünya
Yel gibi, akarsu gibi,
Tohum gibi, harmancının hoş bir uyumla
Kalburunda çevirdiği.
Biçimler silinip düşe dönüyordu tam,
Beliren bir taslak vardı
Unutulmuş tuval üstünde, sanki ressam
Belleğinde tamamlardı.

(Çeviri: Sait Maden)

Baudelaire zıt kavramları sıklıkla bir arada kullanılıyordu. Kötülük Çiçekleri başlığı da bunun bir yansımasıdır: Çiçek ile kötülüğü bir araya getirmesi karşıt imgeleri güçlü kılar. Aynı dönemde ressam Édouard Manet de tutucu resim çevrelerinin hedefi hâline gelmişti. İspanyol balerin Lola de Valence’nin portresi ve özellikle de Le Déjeuner sur l’herbe (Kırda Öğle Yemeği) tablosuyla gelenekçilerin tepkisini çekmişti. Baudelaire Lola de Valance başlıklı kısa şiirinde Manet’nin tablosuna benzer bir anlatım sergilemiştir:

Anladım ki arzu ağır basıyor, dostlar,
Her yanda gördüğüm onca güzelliklerde;
Ama, Lola de Valance’da, siyah ve pembe
Bir mücevherin şaşırtıcı büyüsü var.

(Çeviri: Erdoğan Alkan)

Unutulmuş şarkılar

Debussy 1885-1888 yılları arasında Verlaine’in dizeleri üzerine bestelediği şarkılarını Ariettes oubliées (Unutulmuş Şarkılar) olarak adlandırdı. Daha sonraki yıllarda diğer simgeci şairlerin yapıtlarına da ilgi gösterdi. Kendi özgün müzik dilini tümüyle bulduğu ilk önemli yapıtı, Mallarmé’nin L'Après-midi d'un faune (Bir Kır Perisinin Öğleden Sonrası) adlı şiiri üzerine bestelediği prelüddür. Rüyasında bir kır perisini gören şair, zihninin gerçek ile düş arasına sıkışmış hâlini anlatır şiirde. Bu şiir üzerine çalışırken Mallarmé bir dostuna şunları yazmıştı: “Faune’umun öyküsüne yakışır bir sonuca ulaşabilsem! Bu şiirle boğuşmanın ne denli güç olduğunu düşleyemezsin. Onun çok yeni, çok güzel olması yanında coşku verici olmasını da istiyorum; her şeyden öte, tiyatro izleyicisinin kulağını şenlendirmeye yönelik, lirik bir şiirden bile daha ritmik olmalı. (...) Eğer şiirsel olmayı diliyorsan, ses ve renk kullanman gerekir; müzik ve görünüm uğrunda nice derin araştırmalar yapmak zorunda kalır düşüncemiz!”

Mallarmé’nin şiiri 1876’da, Manet’nin çizimleriyle birlikte yayımlandığında Debussy bunları görmüş ve çok etkilenmişti. Zaten Debussy, Mallarmé’yle yakın temas hâlindeydi ama ilk başta şiiri bestelemeyi düşünmedi. Onu çok daha sonra, 1892’de bestelemeye başladı ve büyük olasılıkla şiirin bir okumasına eşlik etmeyi planlıyordu ancak bu gerçekleşmedi. Yapıt ilk kez 22 Aralık 1894’te seslendirildi. Debussy, konserden önce Mallarmé’ye eseri piyanoda çaldığında, Mallarmé bestecinin yorumunu eleştirdi. Eser ona göre şiire ters düşüyordu, özlemi ele alışı farklıydı. Debussy’nin puslu ve gizemli atmosfer yansıttığı ve bugün bestecinin başyapıtlarından biri sayılan eserin gerçek anlamda anlaşılması ve beğenilmesi biraz zaman aldı.

"Şarkısı mehtap ile sarmaşdolaş derinden"

Son şeklini 1900’lerin başında verdiği bir başka yapıt da Suite bergamasque başlıklı piyano yapıtıdır. Dört bölümlü yapıtta zaman zaman Barok Dönem çalgı süitlerine gönderme yapmış ancak asıl ilhamını, süitin üçüncü bölümüne de ismini veren Paul Verlaine’in Clair de lune (Ay Işığı) başlıklı şiirinden almıştır.

Ay Işığı

Ruhunuz seçilmiş bir doğa resmi ki orda
Lavtalar eşliğinde ve dans ederek, yarı
Hüzünlü yürüyorlar garip kılıklarıyla
O çekici maskeler, Bergamo oyunları.

Minör makamından, o büyük ve yüce aşkın
Ve yaşamın şarkısı söylenip dillerinden
Düşmese de, bu içli, bu tek yanlı sevdanın
Şarkısı mehtap ile sarmaşdolaş derinden,

Mehtap ile, hüzünlü ve güzel mehtap ile:
Dallardaki kuşlara bile hayal kurduran
Mermerler arasında fıskiyeyi, coşkuyla,
Hıçkırıklarıyla ve gözyaşlarıyla dolduran.

                  (Çeviren: Erdoğan Alkan)

Pelléas ve Mélisande

Simgeci sanatçılar için opera çok önemli bir sanat dalıydı. Her şeyden önce, Wagner müziğine duydukları hayranlık onları operaya yaklaştırıyordu. Yüzyıl sonunda Avrupa’nın değişik ülkelerinde ortaya çıkan operalarda az ya da çok simgeci ögelere rastlanmaktadır ve çoğunda Wagner sonrası müzik dili için birtakım denemeler vardır. Ama gerçek anlamda simgeci opera olarak tanımlayabileceğimiz üç yapıt vardır: Debussy’nin eseri Pelléas et Mélisande (1902), Robert Strauss’un eseri Salome (1905) ve Bela Bartok’un eseri Mavi Sakal’ın Şatosu (1918).

Debussy, Maeterlinck’in oyununda “büyüleyici dilin, rüya gibi atmosferin” kendisini çektiğini vurgulamış, bu dili müziğe ve sahneye aktarmaya gayret ettiğini belirtmişti. Hiçbir döneme ait olmayan masalsı konu besteciyi özellikle çekmişti. “Allemond Ülkesi” olarak ifade edilen ve Orta Çağ'da izlenimi veren ortam Debussy’nin hoşuna gitmişti. Tam da hiçbir zamana ve mekâna ait olmayan kahramanlar üzerine beste yapmak istiyordu.

Maeterlinck’in oyunu, sembolist düşüncenin çok önem verdiği bir öge olan konunun iki farklı katmanda gelişmesine olanak sağlar. Biri gerçek ve görünen katman, diğeri iç dünya ya da altkatman. Burada gelişen olaylar, görünen katmanı tetiklemektedir. Oyunun kahramanları rüyadaki kişiler gibi nereden gelip nereye gittiklerinin, ne yaptıklarının fazla ayırdında değillerdir. Freud’un bilinçaltı kavramıyla bağlantıları olduğu söylenebilir.

Şimdi bu çağın sanatçılarının yazışmalarını okuduğumuzda birbirlerine bağlılıklarını çok net görürüz. Besteciler, ressamlar, şairler ve romancılar hep birbirlerinden etkilenmiş, birbirlerinin sanatından beslenmişler o dönemde. Bu yüzden izlenimcilerle simgeciler hep bağlantılı olarak ele alınmışlar. Debussy’nin bestelerinde şiir kadar resmin de önemi vardır. 1890’lı yıllarda ressam James Whistler’in Noktürnler başlıklı bir dizi resminden esinlenerek keman ve orkestra için üç bölümden oluşan (Bulutlar, Bayramlar, Sirenler) bir yapıt bestelemiştir. Resimde bir tek tonda çalışmak gibi, aynı şeyin değişik bileşimlerini sergilemek istiyordu. Bunları bestelerken renklerin müzikte nasıl ifade bulacağı konusunu düşünüyor ve dostlarıyla yazışmalarında da bunu anlatıyordu. 

Yazının müzik listesini dinlemek için tıklayınız.