Yazdıklarıyla bizi uykusuz bıraktı, içimizi kararttı ama hafızamızı tazelemeyi de asla ihmal etmedi. Müziğin metafiziğini yaptı. Dostoyevski ve Shakespeare’i ölçü kabul etti. Albrecht Dürer ise onun peygamberiydi...
10 Eylül 2015 12:00
Birkaç yıl önce Paris’te bir mezarlık turuna çıkmış, Père-Lachaise ve Montparnasse mezarlıklarını tavaf etmeye çalışmıştım. Elbette bağımsızlığını ilan edecek kadar kalabalık ve uluslararası hüviyete sahip bir nüfusu olan Père-Lachaise’in hakkını vermek için yapılacak en iyi şey orada yorgunluktan ölmek ve gömülmektir. Montparnasse’ın ise bir arkadaşa bakıp çıkılacak kadar turist-dostu bir mezarlık olduğu söylenebilir. Birbirine yakın yatan Sartre, Beauvoir, Baudelaire, Beckett, Cortazar, Ionesco gibi yazarların uzağına, yolun öteki yakasına düşen talihsiz Maupassant’a biraz daha zaman ayırmak gerekebilir. Bu mezarlığa ilk gidişimde yorgunluktan, ikinci gidişimde de mezarlığın kapanış saatinin yaklaşmış olmasından kaynaklı olarak kabrini ziyaret edemediğim, içimde ukde kalan tek bir yazar vardı: E.M. Cioran. Zaten yazdıklarıyla çok ayrı bir yerde duran, gizemli, karanlık, rahatsız edici bir felsefi duruşu olan Cioran’ın mezarını görmeyi kaçırmış olmam, yazarın eserlerinde sürekli vurguladığı tersliğe, boşluğa, absürtlüğe uygun düşüyordu. Hayatı boyunca düşünceleriyle adeta kendi mezarını kazan Cioran’ı bulamamam, onu ararken mezarlık bekçisinin bağırış çağırışları arasında mekânı terk etmek zorunda kalmam oldukça manidardı.
Cioran’ın Çürümenin Kitabı, Burukluk, Tarih ve Ütopya gibi metinlerini daha önce Türkçede okuduk ve yazarın erişimi zahmet ve zaman isteyen bir kalemi olduğunu gördük. Geçtiğimiz günlerde yayımlanan Gözyaşları ve Azizler ise, belki de Cioran’ın 20’li yaşlarında yazdığı erken dönem metinlerinden biri olduğu ve kısa pasajlardan, aforizmatik paragraflardan oluştuğu için nispeten akıcı ve sade bir metin. Bu kitabı, üslup ve aynı zamanda içerik bakımından Burukluk’a benzetebiliriz. Fransa’da 1952’de yayımlanan Burukluk, biraz daha çeşitli bir içeriğe sahiptir, aşk ve müzik gibi konulara da değinilir, fakat bu kitabın “Eğer Tanrı’ya inansaydım,” diye başlayan dinle ilgili bölümü, Gözyaşları ve Azizler’i destekleyici bir okuma olarak görülebilir.
Jaguar Kitap’ın yayımladığı Gözyaşları ve Azizler, el emeği ürünü olan kapağıyla ve kapsamlı içeriğiyle özel bir kitap. Girişte bizi, eserin Fransızca çevirmeni Sanda Stolajan’ın önsözü bekliyor. Ana metnin arkasından da, kitabın Rumence yayımlanan ilk halinden yapılmış bir seçki geliyor. Böylece, metin Fransızcaya çevrilirken Cioran’ın neleri elediğini ya da değiştirdiğini görmek mümkün oluyor. Ben de, tüm dünyaya, inançlarımıza, uygarlığa, hayata zıt giden biri olan Cioran’ın anısını yâd edebilmek için, kitabı okumaya bu son bölümden, Cioran’ın elediği metinlerden başlayıp bile bile ters köşeye yatmak istedim. Elbette bu bölümü önceden ayrı bir şekilde okumak, asıl metnin taşıdığı bütünlükten yoksun bir okuma deneyimine sebep oluyor. Yine de araya yılların girdiği iki farklı Cioran’ı keşfetmek isteyen okurlara, Rumen Cioran ile Fransız Cioran’ı karşılaştırmak için bir zihin jimnastiği de sağladığını söyleyebiliriz.
Cioran’ın uçurum düşkünlüğü, Burukluk’taki bölümlerden birinde de karşımıza çıkar. “Uçurum Dolandırıcısı” başlıklı bölümün ikinci cümlesinde “Bir hayli tedbir alarak, derinliklerin etrafında döneniyor, onlardan birkaç başdönmesi sızdırıyor ve tüyüyorum; bir Uçurum dolandırıcısı gibi,” der Cioran. Kitabın son sayfasında da “Berrak uçurumları olan bir ruhun vay haline!” diyerek insanın içindeki dehşetle yüzleşme merakına, karanlık sırları açığa vurma çabasına vurgu yapar. Kitabın sondan bir önceki cümlesinde de “yaşla birlikte, insan kendi korkularına alışıyor, onlardan kurtulmaya hiç kalkışmıyor, Uçurum’un içinde burjuvalaşıyor,” der ve “gözyaşı dökmek için mezarlarını kazan Mısırlı keşişleri kıskandığım bir zaman olduysa da, şimdi kendiminkini kazsam ancak sigara izmaritleriyle doldururdum,” diyerek esere noktayı koyar. Bu uçuruma ulaşmak için Cioran’ın eserlerinden daha doğru bir yol gösterici olamaz herhalde. Korkularımızı, nefret kaynaklarımızı, tarihsel ve coğrafi aidiyet sıkıntılarımızı, yaradılışımızdaki bütün maraz ve hasarları kaleme alan Cioran, bu kaleme alma eyleminin kendisinin de sorunlu olduğunu sezdirir. Onun her eserinde, sayfalar sürgün yeridir ve sıkıntı oralarda bir yerdedir.
“Bizim azizlerle yakınlaşmamızı sağlayan bilgi değil, derinliklerimizde uyuyan gözyaşlarının uyanmasıdır,” diye başlayan Gözyaşları ve Azizler’in ana temasının Tanrı’nın yalnızlığı olduğunu söylemek mümkün. Azizler de bu bağlamda rol oynuyor, çünkü onlar, metafizik yalnızlığa çare olarak var oluyorlar Cioran’a göre. Burada azizler ile modern insanın farkı da ortaya çıkıyor. İkisinin karşılaştırılması, ortaçağ ve modern çağın, geçmişin ve yirminci yüzyılın karşılaşmasına dönüşüyor. Bir aziz-perest değil, aziz-zede olarak konuşan, elbette her zamanki muğlaklığını elden bırakmayan Cioran’ın azizlere yönelik tespitleri, modern insana dair tespitler için bir temel oluşturuyor. Hepimizin suretini parçalanmış bir aynada tasvir ediyor. Özellikle geçmişin Tanrı’ya yakın, modern zamanların ise Tanrı’ya uzak olduğu anlatılırken, içine düştüğümüz boşluk sıklıkla vurgulanıyor. Bu boşluk hissi, okudukça bir girdap haline geliyor. Bu girdabın içinde sürüklenen her modern birey gibi Cioran’a da düşen, gözyaşlarımızı uyandırmak, düzene zıt gitmek, ebediyetin sınırlarını tartışmak, inşa halindekilerle değil, yıkıntı halindekilerle uğraşmak, dışarıyla değil içindekilerle didişmek, yerden ziyade yeraltıyla, gökten ziyade öteki dünyayla hesaplaşmak, varlık ve hiçliğin kesişim kümesini deşmek, aydınlık değil alacakaranlık bir durumda ölümü ya da daha doğrusu yaşamı beklemek… Kısacası Cioran, diğer kitaplarında yaptığı gibi, “bizi tarihe bağlayan ve tarihten koparan” meselelerle ilgilenmeye devam ediyor.
Cioran, 17 yaşında uykusuzluk hastalığına yakalanıp yazmaya başladı ve 84 yaşında Alzheimer’dan mustarip bir şekilde öldü, ama yazdıklarıyla bizi uykusuz bırakmaya devam ederken, hafızamızı tazelemeyi de asla ihmal etmedi. Müziğin metafiziğini yaptı. Dostoyevski ve Shakespeare’i ölçü kabul etti. Albrecht Dürer ise onun peygamberiydi. Eserlerinde hep yan yana gelen ve yakından bakıldıkça anlamı bulanıklaşan sözcükler gibi, bir yazar olarak Cioran’ın kendisi de içimizi karartarak bizi aydınlatan ikilemlerin vücuda geldiği bir kaynak oldu. Gözyaşları ve Azizler’in Rumence versiyonunda “Dostoyevski’yi azizleştirme çabamız boşuna. Bu konuda hep başarısızlığa uğrayacağız. Buna rağmen, onun pabuçlarının bağcıklarını çözmekten gurur duymayacak bir aziz var mı, emin değilim,” demişti. Bizim de Cioran’ı azizleştirme çabamız olmamalı belki de, yoksa mezarından gözyaşlarıyla kalkıp musallat olabilir hepimize. Yine de, Cioran’ın Montparnasse’ta ıskaladığım mezarını böylece bulabilirim sanırım. Uykusuzluğu devam ediyorsa alacakaranlığa kadar sohbet edebilir, hafızası yerinde değilse ona kitaplarını okuyabilir, -Burukluk’ta vasiyet ettiği gibi- “Bize günlük kasvetimizi ihsan eyle,” diyerek dua edebilirim.