Sartre’ın toplumu, Adorno’nun sanatı ya da acının estetiği

Cihan Ülsen’in Kendinden Başka Herkes kitabındaki pek çok şiiri için şu soru sorulabilir belki: “Roboski’den sonra şiir yazılabilir mi?” 

Theodor W. Adorno’nun, 1949 yılında “Auchwitz’den sonra şiir yazmak barbarlıktır” sözü yaşanan trajik her hadisenin ardından akıllara gelir. Ne yazık ki bu söz yaygın bir şekilde kullanılmasına rağmen yanlış anlaşılmıştır. Adorno bu yanlış anlaşılmayı gidermek için 1962 yılında bu sözü alıntılayıp bir makale kaleme alır. Adorno,  “Auchwitz’ten sonra şiir yazmanın barbarca olduğu iddiamı yumuşatmak gibi bir niyetim yok; bu söz, angaje edebiyata ilham veren dürtüyü olumsuz biçimiyle ifade ediyor. Auschwitz’ten sonra şiir yazmanın barbarca olduğu iddiamı yumuşatmak gibi bir niyetim yok; bu söz, angaje [committed] edebiyata ilham veren dürtüyü olumsuz biçimiyle ifade ediyor. Sartre’ın Mezarsız Ölüler oyunundaki bir karakterin sorduğu “İnsanları kemikleri kırılıncaya dek döven birilerinin var olduğu bir dünyada yaşamanın herhangi bir anlamı var mı?” sorusu, aynı zamanda, artık herhangi bir sanat eserinin var olma hakkı olup olmadığı sorusudur.”[1]

Adorno’nun bu sözünün dünyanın pek çok yerindeki sanatçının zihnini meşgul ettiğini söylemek yanlış olmaz. Filozofun bu düşüncesinin dünyanın pek çok yerindeki sanatçının zihnini meşgul ettiğini söylemek yanlış olmaz. Darbelerle sürekli boğuşan Latin Amerika’da, beyaz adamın acımasızca sömürdüğü kara Afrika’da, Hindistan bölünürken yaşanan iç savaşta, Çin’in köylü devriminde, iki dünya savaşı yaşamış ülkelerin her birinde büyük ihtimalle bu duygu ve düşünce vardı. Yaşanan acı deneyimler estetize edilip sanatsal bir takım sembollere dönüştürüldü. Auchwitz’in müzeye dönüştürülmesi, Holokost Anıtı, Rodina Mat Zovyot anıtı, Cristo Rei is one of Lisbon’s anıtı, Picasso’nun meşhur Guernica tablosu, yazılan onca kitap,  çevrilen yüzlerce film acının estetize edilme çabasından başka bir şey değildi. “Çaba” demek yerinde olur, çünkü trajik olanın estetize edilip edilemeyeceği hâlâ tartışma konusudur. Adorno’nun 1949’da söylediklerini 1962’de tekrar bir makaleyle açması süregelen bu tartışma nedeniyledir.

Ülkemizde Van, Dersim, Uludere, Cizre, Sur, Çorum, Kahramanmaraş ve daha pek çok yerde yaşananları akla getiriyor. Bunlardan belki de en bilindik olanı Van’ın Özalp ilçesinde1943 yılında meydana gelen ve 33 köylünün ölümüyle son bulan hadisedir. Yaşananların bunca akılda kalmasının bir, belki de en önemli nedeni Ahmed Arif’in yazdığı “33 Kurşun” şiiridir demek yerinde olur. Olay 28 Temmuz 1943 yılında meydana gelir. 3. Ordu Komutanı Orgeneral Mustafa Muğlalı emriyle İran sınırında infaz gerçekleştirilir. Öldürülen bu insanlar hayvan kaçakçılığı yaptıkları iddiasıyla bir gece evlerinden alınıp sınıra götürülür ve Seydo Deresi denen bir yerde sorgusuz, yargısız kurşuna dizilirler. Orgeneral Mustafa Muğlalı, kaçakçılık yapan köylülerin ölüm emrini verdiğinde belki de aklında olayın üzerinde durulmayacağı kanaati ve herhangi bir soruşturma geçirmeyeceği düşüncesi vardı.Her şey unutuldu, ta ki Arif o yıllarda yaşananları insanların belleğine “33 kurşun” şiiriyle hatırlatana dek bu garip bilinç tutulması devam etti. Arif’in şiirine feyz aldığı hadise trajiktir, ancak bu olay edebiyatın bir parçası kılınmasaydı, muhtemelen çoktan unutulup gitmişti. Edebiyatın yaşananlardan bir bellek yarattığını görüyoruz. Tam da bu noktada şu soru sorulabilir, trajedi estetize edilebilir mi? Ya da yaşanan hadisenin şiirini yazmak mümkün müdür ve dahası doğru mudur?

Adorno’nun sorduğu soru ve verdiği cevap pekâlâ Arif’in “33 Kurşun” şiiri için de verilmiş bir cevap olabilir. Filozofun makalesinde dikkat çektiği olgu kurbanların “sanat nesnesine” belki de bir “tüketim nesnesine” dönüştürülme riskidir. Bu kaygısında haksız sayılmaz. Nitekim kurbanın çektiği acıyı resmetmek, anıta dönüştürmek ya da yazınsal bir metne aktarmak onu her zaman bir tüketim nesnesine dönüştürme riski taşır. Bunun nedeni belki de estetik söylemin modern burjuva kültürü içerisindeki yeri ve tekinsizliğidir. Öyleyse sanatsal edim, bir farkındalık yaratıp bunu tüketim nesnesine dönüştürmediğinde kabul edilebilirdir.

Cihan Ülsen’in Kendinden Başka Herkes kitabında yer alan “roboski: bir şiire giriş için denemeler” şiirinin Arif’in izlediği satıhta yürüdüğünü söylemek mümkün. Yaşanan olay en az Özalp’te cereyan eden hadise kadar sarsıcıdır. Olay 28 Aralık 2011 yılında vuku bulur. 34 insanın ölümünü soruşturan savcılığın hazırladığı rapora göre olayın meydana gelme biçimi trajiktir. 28 Aralık günü 17.20 civarında insansız hava aracı (İHA) Haftanin Deresi vadisinde bir ısı kaynağı tespit eder. Yaklaşık yarım saat sonra dönemin 23’üncü Jandarma Sınır Tümen Komutanı Tümgeneral İlhan Bölük tespit edilen şeyi, “terörist unsur” olarak değerlendirir. Topçu atışı yapmak istediğini 2’nci Ordu Harekât Başkanlığı’na bildirir, değerlendirmenin hemen ardından komutanlıkta topçu atışının yeterli gelmeyeceği kanısına varılır. Pek tabii ki topçu atışının yerine hava harekâtının uygun olacağı kararlaştırılır. 21.43’te dönemin Genelkurmay İkinci Başkanı Necdet Özel’in emriyle ilk bombalama gerçekleştirilir. Sonrası ise malûmdur.

Ülsen’in şiir başlığının, acının estetize edilip edilemeyeceğini tartıştığı açıktır, şiirin başlığından da görüldüğü üzere yaşananların ancak bir şiire giriş için deneme olabileceğini, henüz isminde açık eder bize. Tıpkı Adorno’nun “Auchwitz’den sonra şiir yazmak barbarlıktır” sözünü haklı çıkaracak denli gerçekçi, 1962 yılında revize ettiği kadar da ihtiyatlıdır şair.  Haksız da sayılmaz, ölenlerin yakınlarından birinin sözlerini düşününce bu ihtiyatlı mesafe anlaşılırdır: “Oğlumu aradım cesetlerin arasında, en kısasını gösterdiler. Oğlum uzun boyludur dedim, beni öperken hep eğilirdi.” Tam da bu noktada şu soru sorulabilir, “Roboski’den sonra şiir yazılabilir mi?” Şiirde şöyle bir pasaj dikkat çeker:

“(…)

tütüne, çaya ve mazota yemin olsun

kaçak yalamaya mahkum insanlığa

kahreden sınırlara ve sınırın öte yakasındaki umuda

umudun içindeki ekmek parasına

ekmek parasındaki mecburiyete

mecburiyetteki gidiş gelişlere “[2]

 

Gündelik hayata dair sarf edilen bu dizeler, yaşanan onca acının olağanüstülüğünü insanın tahayyül gücünün sınırlarına yanaştırmak içindir. Zira anlatılmak istenen insanlık hali yaratılan acının büyüklüğüne, bundan da önemlisi manasızlığına işaret eder. Çünkü ekmek parası için ölmenin estetize edilecek bir yanı yoktur, olmamalıdır. Dolayısıyla bu absürt durumun izahı kendi içinde garip bir sıradanlığı barındırır, dizelere de öyle yansır. Ülsen’in şiirinin ölen insanların parçalanmış bedenlerini değil, sıradan insanların hayatlarından yola çıkarak ölümün manasızlığını anlatması bu açıdan anlaşılırdır.  Çünkü acıya odaklanmak, pornografik bir anlatımdan başka bir şey değildir. Oysa acının odağına insanlık hallerini koyup, acıyı bu şekilde göstermek pekâla bu trajediyi yaşamamış insanların empatisini kazanmak demektir. İnsanların hayalleri, zevkleri, tutkuları benzerdir. Oysa yaşanan bir takım trajediler insanları birbirinden ayırır, acının ayırdığı insanlar ancak ortaklık kurabildikleri hallerde yakınlaşabilirler birbirlerine. Dolayısıyla trajediden, bir gençlik hayalinin, aşkın, tutkunun, özlemin, açlığın çıkarılması anlaşılır olduğu kadar gereklidir de. Başka türlü; acıyı çeken, acıya seyirci kalan ve acıya neden olanlar katiyen bir araya gelemezler. Sanatın bir amacının da bu birliği sağlamak olduğu düşünüldüğünde, sanatçının üzerinde yürüdüğü ipin ne tür bir maharet gerektirdiği anlaşılırdır.

Adorno’nun sorduğu sorunun muhatabı acıyı çeken ve bu acıya ortak olan duyarlı insanlardır. Soruya verilecek cevap, bu insanlara bunca acıyı yaşatanları affedip etmeme ikilemine kadar götürür bizi. Dolayısıyla estetize edilmiş her acı tüketim nesnesi değil de bir tür farkındalık yaratıp birlikte yaşamayı mümkün kıldığında, yaraları sağaltıp bununla farklı toplumsal kesimlere kucak açılmasının yolunu gösterdiğinde anlamlıdır. Adorno aynı makalesinde acı çeken insanlardan bahsederken özellikle bunun altını çizer.

“Dipçiklerle dövülen insanların hissettiği katıksız bedensel acının ‘sanatsal’ temsili, uzaktan uzağa da olsa, o acıdan haz devşirmeyi sağlama gücünü içerir. Bu sanattan çıkarılacak ders –bir an için bile olsa unutmamak gerektiği-, kendi karşıtının uçurumuna sürüklenir.”[3]

Adorno’nun bahsettiği uçurum incecik bir sınırdır. Ülsen’in şirini kurduğu satıh özenle düşünülmüştür.

 

“yemin olsun aralık kalmış ayına ve yirmi sekizinde gününe

çakıl taşı gibi düşerken bombalar, bombalara yemin olsun

paramparça edilen bedene, ateşler arasında yanan çaresizliğe

ses vermeyen sese

uzanamayan ele

tutulamayan çığlığa

koruyamayan masumiyete

katır sırtında taşınan hayallere

yemin olsun!”[4]

 

Yukarıdaki şiirde, şairin Adorno’nun bahsettiği uçuruma sürüklenmediği, bu tuzağa düşmediği görülüyor. Zira şiirde ne bir yakarış vardır ne de buna sebep olanlara karşı bir intikam duygusu, yalnızca tarihe şiir aracılığıyla estetik açıdan düşülen bir not vardır. Dilin acıyı estetik bir mecraya taşıması, acısı olanın derdini acıklı kılmadan anlatması yaşanan dehşeti bir nebze de olsa hafifletir. Acı çekene edebiyatla gelen adalet, estetik bir mecrada kendisine yer bulur, kurbanın acısı hafifler böylelikle. Acıyı çekenin umutsuzluğu yerini vakur bir duruşa bırakır sonunda.

 

“ (…)

Oğlunu yitiren sütü kesilmiş anneye

Elma ağacında yetim kalmış babaya

Kardeşini kaybedene, eşinden koparılana, babası elinden alınana

Ve bütün bunları varlığına delil gösteren rab’be yemin olsun ki

Uçurtma hüznüne boğulan çocukların gözleridir ömrü talana sebep”[5]

 

Adorno makalesinin devamında şu sözleri sarf eder: “Üsluplaştırma yönündeki estetik ilke, hatta koronun vakur duası bile, tasavvur edilemez bir sonun sanki bir anlamı varmış gibi görünmesine yol açar; o sonu başkalaştırır, dehşetini hafifletir. Sırf bu bile, kurbanlara haksızlıktır; ama kurbanları başından savmaya çalışan hiçbir sanat adalet talepleriyle yüzleşememiştir.[6]

Tıpkı Ülsen’in “Siyah Bir Öfke” şiirinde olduğu gibi: 

 

“siyah bir öfke

bembeyaz düşler

obama yeniden başkan, malcolm öksüz

gazze, suriye, roboski: modern dünyaya uymayan değişkenler

bir de giriş yapabilseydim şu şiire

gelişip bir sonucun koynuna bile girebilirdim

belki de”[7]     

 

Bahsi geçen toplumsal bütün trajedilerin şairin dizelerinde belirsizlik taşıyan bir dizeye bağlanması tesadüfi değildir, bunun nedeni acının estetize edilip edilemeyeceğine dair yazarın endişedir belki de. Dolayısıyla bütün şiirlerinde bu sınırda gezinmesi anlaşılırdır.

Yine “maraz kokan denklem” şiirinde benzer bir durum göze çarpar.

 

“sokaklardan nemalanan cesetlerden

kayıp gider ellerin kaldrıma kuvveti

anneler cumartesi ve perşembeye amele

                                                                       -cenneten geçeli kaç asır?”[8]

 

Sanat eseri adalet getiremez belki, ama bellek yaratıp trajediyi yaşamış kurbanın, insanların   belleğinde sonsuza kadar yaşamasını sağlayabilir. Adorno’nun tespiti hâlâ orta yerde duruyor, “Auchwitz’den sonra şiir yazmak barbarlıktır.”

Filozofun bu çarpıcı tespiti ışığında Ülsen’in Kendinden Başka Herkes kitabındaki pek çok şiiri için şu soru sorulabilir belki: “Roboski’den sonra şiir yazılabilir mi?” 

Adorno aynı makalesinde, hem Hegel’in “Estetik” kuramına, hem de Pascal’ın teolojik bağlamdaki sözlerine dair şu çarpıcı tespitleri alıntılar: “Edebiyat, Auschwitz’ten sonra var olmasının kinizme teslimiyet anlamına gelmeyeceği bir varlık göstermeli. Gerçek acının boyutları unutuşun hiçbir türlüsünü affetmez; Pascal’ın teolojik bağlamdaki sözlerini –On ne doit plus dormir sekülerleştirmek gerekir. Ama Hegel’in keder bilinci dediği bu acı, sanatı bir yandan yasaklarken bir yandan da varlığının sürmesini talep eder; acının hâlâ kendi sesini, tesellisini –onun tarafından ânında ihanete uğramaksızın– bulabildiği tek yer fiilen sanattır artık.”[9] 

Adorno, Sartre’ın “Mezarsız Ölüler” oyunundan alıntıladığı ve makalesini üzerine kurduğu söz, iki filozofun aynı zamanda sanata dair ayrı düşüncelerinin de temelini oluşturur. Zira Sartre sanatı toplum için düşünürken, Adorno sanatı sanat için düşünür. Bu bağlamda, yaşanan her toplumsal olay sanatçı tarafından estetize edilip işlendiğinde bu iki farklı düşüncenin ekseninde kendine yer bulur. Dolayısıyla yaşanan  trajedileri sanatının parçası kılan her sanatçı, bu açıdan ait oldukları yeri de yaratır aynı zamanda. Bu açıdan sanatçıyı ve sanat eserini bu yönüyle sorgulamadan tahlil etmek güçtür.

Belki de bu minvalde şöyle bir tespit yapmak yerinde olur: Bir soruyu trajediye, oradan bir şairin estetik kaygısına götüren durum, sanatı sanat için ya da sanatı toplum için düşünmekten bağımsız görmek gerekiyor. Belki de yaşanan trajediye, sanatçının yarattığı sanat eserinden ziyade tarihe bellek kazandırılan bir olgu olarak bakmak yeterlidir.

 


[1]Theodor W. Adorno, “Ausçhwitz’ten Sonra Şiir Yazmak” Çev. Elçin Gen, E Skop Sanat Tarih Eleştiri, https://www.e-skop/skopbulten/pasajlar-auschwitzten-sonra-siir-yazmak/3042

[2]Cihan Ülsen, Kendinden Başka Herkes, Edebi Şeyler Yayınevi, S. 35

[3]Theodor W. Adorno, “Ausçhwitz’ten Sonra Şiir Yazmak” Çev. Elçin Gen, E Skop Sanat Tarih Eleştiri, https://www.e-skop/skopbulten/pasajlar-auschwitzten-sonra-siir-yazmak/3042

[4]Cihan Ülsen, Kendinden Başka Herkes, Edebi Şeyler Yayınevi, S. 39

[5]Cihan Ülsen, Kendinden Başka Herkes, Edebi Şeyler Yayınevi, s. 40

[6]Theodor W. Adorno, “Ausçhwitz’ten Sonra Şiir Yazmak” Çev. Elçin Gen, E Skop Sanat Tarih Eleştiri, https://www.e-skop/skopbulten/pasajlar-auschwitzten-sonra-siir-yazmak/3042

[7]Cihan Ülsen, Kendinden Başka Herkes, Edebi Şeyler Yayınevi, S. 24

[8]a.g.e. s. 45

[9]Theodor W. Adorno, “Ausçhwitz’ten Sonra Şiir Yazmak” Çev. Elçin Gen, E Skop Sanat Tarih Eleştiri, https://www.e-skop/skopbulten/pasajlar-auschwitzten-sonra-siir-yazmak/3042