Cevat Çapan’da şiirsel yeryüzü

"Cevat Çapan, şiirini bir sahne kuruluşu gibi tasarlar. Önce sesinin notasını işitiriz, kırk makamı ezbere bilen şair çoğu kez pes bir notadan girer; hitabî şiddetten arınmış, klasik musikinin pes perdelerinden puslu bir cümledir sahne yaratma deneyiminin girişi."

23 Temmuz 2020 12:58

MAKSİM GORKİ'nin bir kahramanının lakabı “kelime avcısı”dır. Kazan’da bir fırın işçisi. Bir Tatar. İnandığı bir mit vardır: İnsanları eşit ve özgür kılan bir şiir varmış Altın Çağ’da. Zaman geçmiş, insanlar bu şiirin eşitlik ve özgürlük verdiğini unutmuşlar, kötülükler doğmuş aralarında. Ve Tanrı gazaba gelmiş ve dünyadaki her dile ve dahası her bireyin diline dağıtmış şiirin parçalarını. “Her kelimesini aynı düzende bir araya getirene kadar huzur yok size” demiş ve gitmiş. Tatar işçi, o şiirin parçalarını bulup birleştirmeye çalışan bir “kelime avcısı”. Birini dinlerken duyduğu bir kelimeyi tekrar söylemesini ister konuşandan, o kelimeyi bir de kendi sesiyle yankılar, dudakları kıpır kıpır bir süre düşünür, sonra ‘bu da değil’ deyip kalan yerden aynı dikkatle dinlemeye devam eder, yeni bir kelime onu ürpertene kadar.

CEVAT ÇAPAN'ın şiirinde gezgin bir özne vardır; ülkeler, kentler gezmiş, dağlar, denizler aşmış, nice diyarlar görmüş, yollar arşınlamış, sayısız dost-arkadaş edinmiş bir şiirsel kişi. Bu kişi çoğu yerde şairin kendisidir ama başkalarının göçebeliğini de içermiş, o bireyi kendi muhayyilesinde yeniden kurarak çoğalan, yeryüzü yurttaşı bir şiir kişisi yaratmıştır sekiz kitaplık emeğiyle Cevat Çapan. Hem kendi zamanı içindeki gezginlik hem de eşduyum kurduğu şairin, yazarın, ressamın, müzisyenin, düşünürün zamanı içinden geçerek açılan geniş bir coğrafya oluşur şiirlerinin bütününde. Göçüp gidenlerin hatırasını yâd ederken bıraktıkları mirası, kendi üslubunda, kendi değerleriyle yeniden yaratma deneyimidir bu. Bir tür yirminci yüzyıl edebi dünya sahnesidir şiiri, yirmi bire uzanan.

Çevirilerindeki geniş dünyadan söz etmiyorum, hayali şairler yaratmayı da kastetmiyorum. Fernando Pessoa’nın denediği gibi değil bu şiirsel bütün. Kendi içinde bir başkası olmak değil. Yaşamış, yaşayan birinde, gerçek bir başkasında olmayı kastediyorum. Bu mümkün müdür? Evet, mümkündür ancak sonuçta ne göçen, ne göçülen aynı kişi değildir ortaya çıkan şiirde; ikisini de andıran bir başka siluet. Üstelik zordur, çetrefildir bu eşduyum uğraşı: Senin anadilinde yazdığın o güzel dizeleri / üvey kardeşimmiş gibi yorumlamaya çalışıyorum / kendimce / renklerini soldurmamaya çiçeklerin. / Beni en çok zorlayan / soluğunun düzeni.

Bu yolu modern şiirde zengin bir programa dönüştürenlerden ilki Nâzım Hikmet’tir. (Yahya Kemal’in Akıncılar’ını da analım). Nâzım, Hintli bir devrimcinin gerçekliğine bürünerek Benerci’yi yaratmış, Bedreddin müridi donunda büyük isyana karışmış, Jokond’un Çinli sevgilisi Siyau, Taranta Babu’nun sevgilisi “bir İtalyan arkadaş” olmuştu. Hiroşima’da ölen çocukların sesiyle seslenmişti dünyaya. Bunlar da bir tür göç değil miydi? Otobiyografi’sinde ülke ve yer adları baş döndürür, bu da ayrı. 1951’den sonra dünya üzerinde barış güvercini olarak dolaşıyordu, insana ait ilgilenmediği sorun, konmadığı meydan kalmamacasına. Bu dönemde yazdığı şiirlerde sayısız sanat insanının adı geçer ama artık onların yerinde olmak değil, onlarla konuşan Nâzım Hikmet olarak bulunacaktır. İlk ağızda hatırlananlara devam edersek, şiirde bu varoluş biçimi, yani bir başkasına göçme yönelişi; Melih Cevdet Anday’da (Odysseus, Gılgamış), Salah Birsel’de (Hacivat), Turgut Uyar’da (Akçaburgazlı Yekta, Bektaş Yalağuz), Edip Cansever’de (Tragedyalar’ın kahramanları, Ben Ruhi Bey Nasılım –gerçek bir kişi olduğu söylenir– Bezik Oynayan Kadınlar. “Ben dediğim kocaman bir oyuk”), Ahmet Oktay’da (Dr. Kaligari ve birçok müntehir şair-yazar), Gülten Akın’da (acıya isyanla direnen bütün kadınlar), Akif Kurtuluş’ta (Ödünç cesaretle’de işkenceye direnen devrimciler, Mehmet Ali Altaca, Levent Sönmez, Sedat Baykal; Yavuz ölüm’de diktadan kaçıp Avrupa’ya sığınanların gönüllü kılavuzu, balet Aydın Erol) … Daha da çoğaltılabilir bu örnekler; şiirin ana damarlarından biridir bu akış, bu yöneliş. Her dilin şiirinde aynı damar vardır.

Bu şairlerin ortak yanları göçtükleri kimliklerden defterler dolusu şiirlerle dönmeleri değil yalnızca; anmak istediği, içinde yaşattığı bir başka şairi, yazarı, devrimciyi yeniden doğurmaları da değil yalnızca, yeryüzünü birbirine bakışık dizelerden örülü bir gezegene dönüştürmeleridir.

Cevat Çapan da işte bu türden bir gezgindir demiştik. “Uzun, karanlık bir çığlığın da ardına düşebilir insan / Titrek, eğri büğrü bir yazının çağrısına da uyar” demişti. Öncelikle, gerçekten gezmiş, görmüş, yaşamış ve yazmış haliyle bir dünya şairidir. Ayrıca başkasına göçtüğü, o olduğu ya da onunla yüz yüze geldiği haliyle şairlerin, yazarların, düşünürlerin dünyasında yaşar. Bildiği bir yerden bilmediği yere doğru giderken yanına aldığı bir gezginin defteri gibidir şiirleri. Birkaç örnek sıralayabiliriz hemen: Hayatta çok geç öğrendim / Yolumu kaybetmeyi ormanda (Benjamin); Aklın özgürlüğüydü senin çılgınlığın (John Berryman); İçimin içime sığmaması / Canevimde çırpınan / Küçük bir kuş / Olmasından mıdır aklın? (Wittgenstein); tam kurşuna dizilmek için beklerken o duvarın dibinde göz göze (Dostoyevski); Sonra nasıl yitirdiniz birbirinizi, / nerde çözüldü eller (Nadejda ile Mandelştam); Hâlâ gözlerinde o mavi yangın (Ahmatova); açmak için baharı bile beklemeyen (Memet Fuat); “bizim evde de kokulu çiçeklere bayılırlar” diyerek başlayıp hayaliyle konuştuğu Eleni Vakalo; ve daha buralı ya da şuralı sayısız şair, yazar. İkinci Yeni’nin kadrosu, hemen hepsi; haiku pîri Başo ve tilmizleri; tabii tam donanımlı haliyle Mahzun Yüzlü Şövalye ve arkadaşları Oğuz Atay, Vüs’at O. Bener, (bir de Bünyamin)... Ayrıca mitlerde, masallarda, ortaoyununda kimi kahramanlar bir esine kılavuz oldukları gibi, geçmişe göçmekte bir dayanak ya da geçmişi bugüne çağırmakta birer jalondurlar Çapan şiirlerinde. Bugünlerse epey hüzünlüdür; doğa ve insan yıkımlarıyla keder yüklüdür; doğanın tahribi, insanın anomisi; İmdat ile feryat arasında yaşanan. Ama acıyı ironiyle, kederi espriyle hafifletmenin ustasıdır Çapan. Bu durumun en uygun tanımlamasını -çoğu kez olduğu gibi- Orhan Koçak yapmıştı: Çapan’ın dizesinden alıntıyla, “Kötü günlerin iyimserliği” diyordu: “Hemen her zaman gülümseyen bir yüzü vardır bu şiirin, ama razı oluşun ya da aldanışın gülümsemesi değildir bu. Stoacı bilgeliğin ve Akdeniz iştahının hamuruna kuvvetli bir dozda bir Thomas Hardy külyutmazlığı da karışmıştır onda.”

Çapan’ın yeryüzünde gezme türlerini saymıştık ama eksik oldu betimlemesi. Geçmişe gitmek, ruhta ya da zihinde iz bırakan bir anıyı yeniden çağırmak, o günü, o ânı yaşandığı haliyle bugüne çağırmak, onu hatırlatan kışkırtıcılarıyla birlikte yeniden kurup düşünmek… Proust yazarlığı gibi bu; yitik zaman peşinde. Ancak onun gibi düzyazı olanağının “çalçenesi” değil (Beckett diyor bunu), şiirin iktisat bilgisiyle çalışan en az sözcükle. Birçoğu o ânın yeniden canlandırılmasıyla kuruluşu şiirinin açık güdüsüdür; lirik varoluşu. Bu başlı başına bir programdır onda; Marcel Proust gibi bir dâhinin bütün ömrünü verdiği türden. Ama kim der ki Proust bundan ibaret ve kim der ki Çapan şiirinin bütün emeği bu tutkulu geriye dönüşlerden, can beraber hatırlama deneyimlerinden ibaret!

Şiirini bir sahne kuruluşu gibi tasarlar. Önce sesinin notasını işitiriz, kırk makamı ezbere bilen şair çoğu kez pes bir notadan girer; hitabî şiddetten arınmış, klasik musikinin pes perdelerinden puslu bir cümledir sahne yaratma deneyiminin girişi: Örnekse, “Görünmeyene bakıyorsun bilmediğin bir sona” giriş dizesi. Dizeler ‘ağır aksak usulde’ gidişiyle bir mekânın, onunla birlikte canlanan bir zamanın içine doğru sürükler adım adım; amaçsa şudur: “belki de eskiden gördüklerin yeniden canlansın diye / sönük gözlerinde.” Giderek geçmişteki bir an-zamanın canlanışını izleriz, onu belleğe nakşeden kadrosuyla. Hatırlama odağının arka plan kadrosu olarak beliriyordur bunlar. Doğa görünümleri şiirin vazgeçilmez kadrosudur ve betimlemesi mutlaka vardır:“Belli belirsiz buluttan bir dağ uzanıyor göklerin enginliğinde.” Sahne giderek zenginleşir, zaman ve mekânı bir arada tutan öğeler yerlerini alır, tabii kuşlar da: Külrengi bir saçağın altına yuva yapıyor / kırlangıçlar, / Yıllarca önce bu kuşları mı seyretmiştin / uzaktan?

Fotoğrafçının kare kare, kameramanın odaksal bir akışla resmettiği anların manzarasındayızdır. Anlam henüz belli belirsiz. Bir izlenimi takip ediyoruz, usulünce konaklayarak ilerliyoruzdur. Şair çoğu zaman niyetini açık eder: Sonra özenle yapıştırıyorum / kırık çanak çömlek parçaları gibi / dans eden figürler yaratmak için canlanan / gölgelerinden. Şiir bittiğinde artık o görüntüler ne tek başına bir sahne, o sesler ne tek başına bir notalar düzeni, ne de anlam tek başına anlamdır; her şey kendisinden daha fazla bir şeye dönüşür bu bileşimde. Geçmiş bir yaşantının kazılarında belirmiş eski varlıklar şiirin olanaklarıyla canlanmış gibidir. İkinci kez hayat bulmuş, yazının içinde doğan yeni ömrünün serüvenine başlamıştır. Bu durum hemen hemen bütün şiirlerinde farklı makamlarla, benzer yapıdadır. Son kitabının alınlık dizeleridir şunlar: “Yeni sesler, yeni kokular, yeni renklerle yeniden / unutulmuş bir kıştan uyanırcasına, / uzağı yakın eden yeni tutkular / başka bir hayat başlatabilecek miydi bize bu çağrışımlar?”. (Bir Başka Coğrafyadan).

İLERİDE daha da değineceğim gibi, “baba” yadigârı gezgin bir huyla dolu şair ve onunla dolaşıyor çok kez, gezgin babanın karakterine nakşettiği ruhla. İlki (Dön Güvercin Dön) 1985’de yayımlanmıştı, yaş elli iki. Oysa yayımlanan ilk şiirinin tarihi 1952’dir; yaş on dokuz. O şimdi 87’lik; sekiz cilt şiir kitabı ve sayısız çeviri. Şiirden hiçbir döneminde kopmamış, aksine bütün emeğini büyük oranda şiire adamış bir şairin kitap için bu kadar beklemesinde bir neden olmalı değil midir?

Şöyle bir edebi ütopyayı yakıştırıyorum ona: Çapan’ın iyi bildiği, şiirlerini çevirdiği T. S. Eliot’a göre, dünyada yazılan bütün şiirleri bilmedikçe ve hakkıyla özümsemedikçe, şiir hakkında daima yanılabileceğimizi baştan kabullenmeliyiz. Tutucu politik çizgisinin ötesinde, büyük şair denen türdendi ve güçlü bir eleştirmendi Eliot. Ağır zahmet isteyen bir yol öneriyordu: “Hiçbir şairin, hiçbir sanatçının kendi başına tam bir anlamı yoktur” diyordu. “Ona bir anlam vermek, onu değerlendirmek, onun ölmüş şairlerle (…) ilişkisini değerlendirmek demektir. Tek olarak ele alırsanız, ona bir değer biçemezsiniz. Onu karşılaştırmak, karşıtlamak için ölülerin arasına yerleştirmeniz gerekir. Ben bunu sadece tarihsel bir eleştiri ilkesi olarak değil, bir güzelbilimsel eleştiri ilkesi olarak anlıyorum”. Bir eleştirmen olarak değil ama bir şair olarak (–ki her şair başlı başına bir eleştirmendir–) Eliot’ın ütopik imkânsızlıktaki bu sözünde saklı şiirsel keramete inanmayı seçmiş gibidir Çapan. İnanmak değil yalnızca, o uğurda yol yürümek, çalışmak, daha da yürümek. Sonu olmadığını, varamayacağınız bilse bile bu yolda gitmek. Dünya çapındaki okur-yazarımız Salah Birsel’in deyişiyle “yazarak ölmek”.


Cevat Çapan, Abidin Dino

BİR DE ŞU durum vardı: Çapan’ın şiire yetiştiği 1950’li yıllar ve sonrası, 1970’e, hatta ‘80’e kadar edebi ortam şiir akımlarının birbiriyle kıran kırana yarıştığı, zorlama kutupların oluştuğu bir ortamdı. Yarış kimi ruhları inciten, yıpratan şeydir. Şiir adına kim varsa hemen hepsi arkadaşıydı, dostuydu ya da ahbabıydı. Şu parça o yılların hatıralarından örülmüş değil midir:

Senden başka her şeyi nerdeyse unutmuşken
birden atıyla konuşan o cengaver geliyor aklıma
çocukken dinlediğim masallardan;
hele o atta küheylanlık varsa
ve simya dedikleri nasıl bir sanatsa,
birden değişiyor manzara, rüzgâr diniyor;
sanki Bebek’te, Şadırvan’dayız,
Edip, Turgut ve Memet Baydur’la; (…)

Çapan bu ortamda dünyanın şiirini Türkçeye ulaştırmakla meşguldü daha çok. Bu otuz üç yıllık “kitapsız” bekleyişte, ustası Necatigil’in şu sözü de etkili olmuş olabilir: “Bir şair, belli bir süre içinde moda olan yönelişe uzak kalıyorsa, bu onun çağın sorunlarına sırt çevirmiş olduğunu göstermez. Ama o, kendine göre bir iş bölümü yapmış, tezgâhını ona göre kurmuştur. Bildiği zanaatın en iyi ürünlerini vermeye, içtenlikle vermeye yönelmesi de bir kişilik, bir ahlak, bir tutarlılık belirtisidir” diyordu bilge Abdal. “Herkes şairdir gençlik yaşlarında” demişti bir konuşmasında:

“15-20 yaşlarında herkesin gönlünde şiir vardır. O yıllarda hepsine ben şair gözüyle bakarım. Şair olmak için yazmak şart değil. Yeni bir duyarlığın kesinleşmiş, bilenmiş olması, o kişide şiirin varlığını gösterir. Bütün mesele, tekniği ve bu işi yazıya nasıl en tertipli biçimde dönüştüreceğini kestirmektir. (…) 20 yaşında herkes şair, mesele 45’inden sonra da şair olduğunu ispatlayabilmektir.”

Bir neden daha var yazdığını gecikmeli yayımlayan bu gezgin şairin dünyasında. Seleflerinden ikisi, Oktay Rifat, Melih Cevdet Anday. İçinde geyikler gezinen dizelerin şairleri. Onlardaki şiirin gücüne karşı kendini bulmak belki de fazla ezmiş olabilir genç şairi. (Kimi zorlamamıştır; kim ezilmemişti ki!) Bu etki-endişe çatışması her şairin şöyle ya da böyle yaşadığı hakikattir. Sonradan bu seleflerin üzerindeki etkisini onları “öldürerek” değil, yok kılarak değil, samimi bir yüceltim savunmasıyla dönüştürmeyi bilmişti. Ne Güzel Yolculuktu Aklımdan Çıkmaz şiirleri Anday ile doludur. Doğal Tarih’i Oktay Rifat’a adamasını da unutmamalı.

Bir de Peçerik’li Baba var. Edebi babaların dışında bir de gerçek baba, bir yoldaş var ki, kendini arzuladığı özgürlük yolunda gerçekleştirmiş, bir gezgin olarak sınır tanımazlığı hakkıyla yaşamış bir baba. Şiirindeki Adaları Seven Adam. Baba imagosu uzaklara gidenin dönüp anlatacağı zengin hikâyelerle güçlü bir romans yüklüdür. Baba hep yanındadır Çapan’ın şiir gezegeninde:

Adaları seven bir adam,
Adaları da kadınlar kadar.
Bir adam, gelip dağ köylerinden,
Han kahvelerinde duran.
Bir köylü, imparatorluğun payitahtında.
Bir kaçak, Cezayir zindanlarında.
Bir yolcu, Marsilya’dan.
İkinci Abdülhamit’in padişahlığında
Kalkıp Havana’ya giden babam.

Baba, Erzincan’da doğmuş (köyünün adı Pekeriç. Şimdi Çadırkaya olmuş. Bir ince marangozdun sen Pekeriç), “Ulu Hakan”dan kaçıp soluğu “Afrika, Amazon, Santiago, Havana”da almış, ülkeler arşınlamış, sonra dönmüş bir baba. Gurbetinden dönüşte kendisi gibi göçebe bir kadınla karşılaşmış. “Bir başka kıtadan, bir başka dünyadan gelen”, “Rumca şarkı söyleyen”. Girit mübadili bir genç kadın. Âşık olmuşlar birbirlerine. Böyle bir ana-baba imagosu var onda, atlaslarla konuşulan. Şiirinin besleyici ilham kaynaklarından ikisi. Hemen her yapıtında birkaç dizede iç çektiren kederli bir gülümsemeyle belirirler. Şükür, Kafka’nın babası gibi çocuğun açtığı haritalara çatık kaşıyla uzanıp oğluna kaçacak yer bırakmayan baba değil. Aksine ona uzaklara gitmek gibi bir yolculuk ruhu aşılamış bir baba, karşı kıyılara hasretle bakan bir anne var. Şairin ruhu zorda kaldıkça yaslandığı ontolojik kayalar.

CEVAT ÇAPAN'ın şiirsel yolculuğu öyle bir yolculuk ki, bu ister hayali isterse gerçek olsun, ister kendi yolu ister bir başkası olarak dolaşsın, Çin’den Peru’ya, Japonya’dan İngiltere’ye, Jamaika’dan Amerika’ya, Afrika’dan Avrupa’ya. Yanında yol arkadaşı birçok kez Bünyamin. Bünyamin’in aklı daha çok batık gemilerde.(Bu hayali yol arkadaşı Walter Benjamin mi? Yoksa Oğuz Atay’ın Olric’inin bir benzeri alteregosu ya da cini mi?)

Bütün bu şiirsel göçlerden, uzun yolculuklardan, sayısız dostlardan kendisine yeni bir hayat kurmuştur Cevat Çapan. Nurdan Gürbilek’in “İkinci Hayat” dediği durumdur bu. Şöyle betimlemişti bu durumu Gürbilek:

“Yazarlar bir yeri anlatmakla kalmaz, daima yeniden yaratırlar. ‘Vatan’ Namık Kemal’in bölgesiyse, ‘ülke’ Cemil Meriç’in, ‘topraklar’ Orhan Kemal’in, ‘memleket’ Nâzım Hikmet’in, ‘coğrafya’ Tanpınar’ındır. Bu sözcüklerin aynı yere işaret ettiğini kim söyleyebilir? Cemil Meriç ‘ülke’ sözcüğünden mağdurluk, hüsrandan ve öfkeden yontulmuş bir ülke yaratmıştı. Nâzım Hikmet’in ‘memleket’i yeryüzünün dört bucağına, Akdeniz’e, Ortadoğu’ya, Afrika’ya, Hindistan’a açılan, kahredici olduğu kadar yaratıcı da olan bir memleketti. Orhan Kemal ‘topraklar’dan kanla beslenen, bir o kadar da bereketli topraklar, Tanpınar ‘coğrafya’dan yalılar, köşkler, çeşmeler ve mescitlerle dolu, sılanın kendisinden çok sıla özleminden yapılmış bir kültürel coğrafya yaratmıştı.” (İkinci Hayat, Metis, 2020, s. 11-12)

Daha da genişleyebilecek olan bu coğrafyada Çapan ülkesinin adı emeğinde belirgindir: şiirsel yeryüzü. Yaratıcısına aşkı, acıyı, umudu, umutsuzluğu verdiği kadar, direnme ve tahammül gücünü de veren bir dünyadır bu yurt. Bu yurt üzerinde yeni bir şiir yaratmakla kalmamış, dünyanın şiirini Türkçede yeniden yaratmış olması Eliot’ın öğüdünü kılavuz edinmek değilse nedir? Gorki’nin arkadaşı, kahramanı o kelime avcısı olmak değilse nedir?

“Şiiri önce yaşamak gerek – yazılması fazlalıktır.” Blaise Cendrars’ın sözüydü bu; Çapan için bu sözü ödünç almak, hiç de borçlanmak gibi gelmedi bana. Çünkü tam ona da yakışan bir söyleyiş bu. Çok kez yaptığımız gibi, en yakınımızdakini uzaktaki “seçilmiş akrabasıyla” tanıtmak burada da önemli bir iş görüyor olsa gerek. Cendrars’ın şiirindeki yolculuk temaları, bir manzaranın karşısında, bir dostun sofrasında, bir sevgilinin sesinde, kısaca ruhun uyanış anlarında (“uyanışla başlar her şey” diyordu Walter ‘Bünyamin’) beliren şiiri anımsamak ve bu kez sözcüklerin havalanışıyla yeniden yaşamak. “Niçin yazıyorum: çünkü…” demenin devamına gerek olmadığı durum da buydu. Proust için bu, “yitik zaman izinde” yaşamak, bütün ömrünü verdiği, yazarak öldüğü bir yaşam biçimiydi. “Kötü günlerin iyimserliği”nin ruhsal-zihinsel emeği, duygusal yatırımı şiir oldu Çapan’da. Freud’un mutluluk-mutsuzluk karşıtlığını çözümlerken kaydettiği şu sözün işlemi sayılmaz mı bu çaba: “Sorun şurada ki” diyordu Uygarlığın Huzursuzluğu’nda Freud, “acıya karşı en korunmasız olduğumuz zaman, sevdiğimiz zamandır; en çaresiz olduğumuz zaman ise, sevdiğimiz nesneyi ya da onun sevgisini, yitirdiğimiz zamandır”.

Çapan’ın baştan beri yaptığını son kitaptaki şu iki dizesi onun yaratıcılığının apansız bir açıklaması gibidir: Yeniden hız vermek için son gürlüğüne, /delikanlı günlerinin soğuk baharlarını hatırlıyor. Bir Başka Coğrafyadan’da “gitmediğimiz adalar var” diyor hâlâ; yolculuk teması yeni yollarla, unutulmaz anılarla nakışlanıyor gene; arkadaşlar, anlar, geçmişe dair o sahne kuruluşları... Bu kitaptaki şiirlerin öncekilerden farklı özelliği ayrıntılarda, tekil durumlarda elbet var ama daha önce yazma güdüsü neyse burada da onun güdülediği bir esinsel oluşumlar bütünü. Ömrünün büyük bir bölümünü coğrafyalar değiştirerek geçirmiş şairin konakladığı yerlerdeki dostlarıyla yaşadığı anları hatırlayışı, o kayıp anları yeniden ele geçirmenin şiirsel çabaları, delikanlı günlerinin anısına bağlılık duygusunu vurgulu söyleyişi…

O unutulmaz yaz Pirenelerin eteklerinden
Zaragoza’dan Tarazona’ya.
Bernardino, Luis Martin Santos’un
Sessizlik Zamanı’nı okuyor; benim elimde,
yıllar önce Minâ Hanım’ın hediye ettiği
Cumhuriyetçi İspanyol Şairler Antolojisi,
son sayfasında, kendi elyazısıyla
Perulu Cesar Vallejo’nun adı.
Sonra yeniden yola çıkmak
yarışarak başka rüzgârlarla,
aşarak Alpler’i, Karpatlar’ı,
Ege’ye dönmek yeniden,
yeniden adalardan adalara
güneşin serin aydınlığında.
(...)
yük gemileri geçiyor açıktan,
bu masal uzarsa, gece ay aydınlığında,
Varna’ya yolcu taşıyan
Vasil Kolarov’u da göreceğiz evlere dağılmadan
şu simya dedikleri nasıl bir sanatsa.

Nice 87’ler şaire.
“Aynen Con Vaynen!”



GİRİŞ RESMİ:

Cevat Çapan, fotoğraf: Lütfi Özgünaydın