Celâl Üster: Türkiye dünyaya kapanırken, dünyayı dışlarken, çevirmenler dünyanın zenginliğini bu ülkeye taşımakta direniyorlar…
17 Mayıs 2018 14:15
Türkçeye kazandırdığı önemli çeviri eserlerin yanı sıra edebiyat üzerine yazılarıyla, yayıncılık ve gazetecilik tecrübesiyle de kültür sanat dünyasının önemli emekçileri arasında Celâl Üster.
Celâl Üster İçin: Çeviride 50 Yıl kitabı ile Cumhuriyet gazetesi sanat sayfalarında yayımlanan köşe yazılarından derlenen Körün Taşı bu uzun emek sürecinin bir özeti niteliğinde.
“Politik tutum ve davranışlarım da, uzun yıllar sürdürdüğüm kültür gazeteciliğim de, hatta çeviri uğraşım da her zaman bir eylem oldu benim gözümde. Çoğunu kendi seçimimle yaptığım çevirileri kültür yaşamına bir ‘müdahale’ olarak gördüm” sözleri de özetliyor gerçi hareket ettiği ve bugün durduğu yeri.
Celâl Üster’le “Kendimi daha iyi tanımamı sağladı” dediği Çeviride 50 Yıl kitabını ve her şeyin siyaset üzerinden konuşulduğu bir zamanda kültür sanat penceresinden yakın geçmişin gündemine baktığı Körün Taşı’nı konuştuk.
Cumhuriyet’teki köşe yazılarınızdan derlenen Körün Taşı ile yarım asırlık çevirmenlik yolculuğunuzu aktaran Celâl Üster İçin: Çeviri Uğraşında 50 Yıl kitabı yayımlandı, yolda da yazmakta olduğunuz Bir ‘Çevirgen’in Notları var. Kültür sanat gazeteciliği, yayıncılık ve çevirmenlik geçmişinizin bir özeti gibi bu çalışmalar aynı zamanda. Neden şimdi, nasıl ortaya çıktı bu kitap projeleri?
50 yıllık çeviri uğraşından şöyle bir soluklanmak istedim sanırım. Körün Taşı yazıları son üç, dört yıldır Cumhuriyet gazetesinde yayımlanıyordu. Epeyce yazı birikmişti. Aralarından bir ayıklama yapayım, güncelliklerinden de hafifçe sıyırarak kitaplaştırayım, oyalanmış olurum dedim kendi kendime.
Son dönemde, giderek ya da ister istemez her şey neredeyse tümüyle siyaset üstünden konuşuluyor, tartışılıyor. Bu da, gittikçe daraltılan, yaşanmaz kılınmaya çalışılan hayatları kaçınılmaz olarak tek boyuta indirgeyerek, tek bir düzlemde düşünmeye yöneltiyor insanları. Oysa politik bakışların, tutumların, davranışların temelinde toplumun ve bireylerin kültürel dokusu yatıyor. Politikacılar ya da politik mücadele veren insanlar kültürle ne denli iç içe olurlarsa, o ölçüde geniş ufuklu ve hoşgörülü olurlar. Buna kuşkusuz sanat ve edebiyatı da katıyorum. Resim ya da heykel sergilerini izlemeyen, roman, öykü, şiir okumayan, siyasetin dar dolambaçlarında yitip giden politikacılardan hayır gelmez.
Nitelikli bir gazetenin de iç sayfalardaki kültür ve sanat haberleri ve yazılarıyla yetinmemesinden, bu tür haberleri zaman zaman baş sayfasından, dahası manşetten vermesinden yanayım.
Körün Taşı’ndaki yazılar böylesi bir yaklaşımın ürünü. Kültür ve sanat dünyamızdaki yasaklamaların, densizliklerin, bilirbilmezliklerin oluşturduğu sığ ortama bir tepkinin ürünleri.
Çeviri Uğraşında 50 Yıl kitabı ise Aslı Uluşahin’in fikriydi. Bana kalsa, 40 yıl düşünsem aklıma gelmezdi. İnsan kendisiyle ilgili böyle bir kitap düşünmez zaten. Başka biri ya da birileri, onun çalışmalarını değerlendiriyorsa değerlendirir. Ama hem Aslı’ya hem de o kitaba benimle ilgili yazılar yazan dostlarıma binlerce teşekkür borçluyum. O yazılar, biraz abartılı da olsa, kendimi daha iyi tanımamı sağladı.
Her ne kadar siz öne çevirmenliği ve gazeteciliği koysanız da çevirilerinizle iç içe geçmiş edebiyat tutkunuz, yıllardır Yeryüzü Kitaplığı başlığı altında okuduğumuz edebiyat yazılarınız ve yayıncılık tecrübenizle edebiyat dünyasının ortasındasınız aslında. Öncelikle edebiyat konuşalım biraz. Aslında iki dil arasında yolculuk yapmanızın kaynağında da edebiyat sevgisi var ve siz de zaten Çeviri Uğraşında 50 Yıl kitabındaki söyleşide edebiyat öğretmeninizi işaret ederek üzerinizdeki etkisinden, o yıllarda hevesle giriştiğiniz çeviri denemelerinizden bahsediyorsunuz. Çevirinin edebiyatla yakın ilişkisini nasıl kurdunuz kendi adınıza? O zamanlar aklınızdan neler geçiyordu?
O zamanlar aklımdan neler geçtiğini bilemiyorum, anımsamıyorum! Ama bugün baktığım zaman, çevirmiş olduğum romanlar, öyküler ve şiirlerin sürekli baskı altında yaşadığımız bu toplumda hayata tutunmamı sağladığını düşünüyorum.
H. G. Wells’in gelecek kurgularında dönemin kapitalist toplumuna yöneltilen eleştirilerin ayırdına varmak, Borges’in uçsuz bucaksız, afallatıcı düşsel evrenine girmek, Rulfo’nun kımıltısız gibi görünen öykülerinde insan ruhunun derinliklerini keşfetmek ya da Orwell’in karşı ütopyasında günümüz toplumunu daha iyi okumak… Bütün bunların hem yaşadığımız hayata daha sağlıklı başkaldırmamı hem de insanlık durumlarını daha derinden kavramamı daha olanaklı kıldığı kanısındayım.
60’ların sonu, 70’lerde Türkiye’de edebiyatın nabzının dergilerde attığını söylüyor, İngiliz Filolojisi’ndeki eğitim kadrosunun ihtişamından bahsediyorsunuz kitapta. Dönemin politik-kültürel hareketliliğinin de etkisi var elbette ama gündelik hayata nasıl yansıyordu edebiyat dünyasında olan biten ya da tam tersi gündem edebiyata nasıl yansıyordu? Bir de, bugünün edebiyat dergilerine, akademi kadrolarına bakınca, nasıl bir manzara gördüğünüzü sormak isterim. Türkiye’de çeviri müessesesi nasıl ve nereye evrildi sizce?
O yıllarda Cağaloğlu gerçekten de edebiyat dergileri cennetiydi. Memet Fuat’ın Yeni Dergi’si, Cemal Süreya’nın Papirüs’ü ve daha pek çok dergi. Hem yazarlarda hem de okurlarda politik bilincin de eksik olmadığı bir edebiyat bilinci, duyarlığı ağır basıyordu. Kendi açımdan en önem verdiğim şey, politik eylemler ile edebiyat çevirisini bir arada sürdürebilmekti. Sonradan o dönemde edebiyata yakın duran arkadaşlarımın giderek siyasal, ideolojik bağnazlığa uzak duracaklarını fark edecektim. Her bakımdan son derece canlı bir ortam söz konusuydu.
80’lerden başlayarak bu zengin düşünsel ortamın gittikçe bastırıldığını görüyorum. Düşünce özgürlüğünün olmadığı, düşüncelerini dile getirmenin zorlaştığı koşullarda hem yaratıcılık sakatlanıyor hem de yeni düşünceler üretmek kolay olmuyor. Cehaletin olanca karanlığıyla ağır bastığı bir toplumda yalnızca sanatsal yaratıcılık değil, bilimsel yaratıcılık da destek bulamıyor.
Yine de o günlerden bugünlere çeviri uğraşının büyük bir gelişme gösterdiğini düşünüyorum. Çok daha iyi çevirmenler çıktı birbiri ardı sıra. Bunu görmek için yalnızca Armağan Ekici, Fuat Sevimay ve Umur Çelikyay’ın son dönemdeki James Joyce çevirilerini okumak bile yeterli. Bence “çeviri” direniyor! Türkiye dünyaya kapanırken, dünyayı dışlarken, çevirmenler dünyanın zenginliğini bu ülkeye taşımakta direniyorlar…
Kitap, Memet Fuat’ın 1970 Ocak’ında Yeni Dergi’de sizin iyi bir çevirmen adayı olduğunuzu muştuladığı alıntıyla başlıyor. O günlerin edebiyat ve çeviri dünyasının zenginliği ve hareketinden de bahsediyorsunuz kitapta. Dönemin gereksinimlerini de göz önünde bulundurunca, edebiyat ve çeviri birbirini nasıl tetikliyor, birbirlerine ne katıyordu?
İyi çevirmen olmak da iyi yazar olmak da kanımca iyi okur olmaktan, iyi yazarları okumaktan geçer. Türkçe düşünüp Türkçe yazıyorsak, bu dili iyi bilmemiz, inceliklerine vâkıf olmamız gerekir. Aslında bir dil o dilde yazan, o dili iyi kullanan yazarlarla gelişir, zenginleşir. Yanılmıyorsam, 50’ler, 60’lar ve 70’lerde dil duyarlığı daha güçlüydü. Yazarlar ele aldıkları izlekler kadar kullandıkları dile de özen gösteriyorlardı. Çevirmenler de nitelikli yazarların dilinden etkileniyorlardı. 60’ların sonları ve 70’lerde oburcasına okuduğumu anımsıyorum. Beni etkileyen pek çok yazar, şair sayabilirim. Hem de birbirinden çok farklı yazarlar. İlk ağızda, Yaşar Kemal, Salâh Birsel, Ferit Edgü geliyor aklıma.
Ama sanırım yazarlar da iyi çevirilerden etkileniyorlardı. Edgü, Çeviri Uğraşında 50 Yıl kitabına yazdığı yazısında, “Kimi zaman çevirmenler olmasaydı ne yapardık, diye düşünürüm,” diyor. “Bırakın yanıtlamayı, soruyu sormak bile korkunç. Evrensel kültürün, çevirmen diye adlandırılan bu karıncalarına, arılarına neler borçluyuz? Benim yanıtım tek sözcük: her şeyimi. Yazarlığımın tümünü değilse bile, yakın bir bölümünü çevirmenlere borçluyum…”
Edgü’nün bu sözlerinde abartı olduğunu sanmıyorum. Çünkü yalnızca okurlar değil, yazarlar da, tüm dilleri bilemeyeceklerine göre, klasik ve çağdaş dünya edebiyatına çevirmenler aracılığıyla erişiyorlar. Bu bakımdan çeviriyi edebiyattan ayırt etmek olanaksız.
Borges, Orwell, Hašek, Thomson, Llosa ve Dahl gibi pek çok farklı yazarın eserini çevirdiniz. Ve hep söylediğiniz bir şey var: “Çevrirmen biraz bukalemun gibi olmalı, çevirdiği yazarla birlikte renk değiştirebilmeli.” Bir sınırı, uyumu işaret ediyorsunuz aslında. Kitabın orijinalinden erek dile geçirdiği yolculukta, bu hassasiyetin önemi ne sizin için?
Yalnızca 20’nci yüzyıl başlarının Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nda yaşayıp Çekçe yazan Jaroslav Hašek ile 20’nci yüzyılda Arjantin’de yaşayıp İspanyolca yazan Jorge Luis Borges değil, üçü de İngilizce yazan Robert Louis Stevenson, H. G. Wells ve George Orwell de birbirlerinden çok farklı yazarlar. Her biri çevirmenin önüne ayrı bir dünya serer. Her birinin düşünsel ve ruhsal yapısı da, yazınsal ve düşsel iklimi de farklıdır.
O zaman, bu yazarların yapıtlarını çevirmeye kalkan çevirmen de onların “kılığına kıyafetine” bürünmelidir diye düşünüyorum. Çevirmen çevirdiği yazarı çevirdiği dilde yaşatmalıdır. Kuşkusuz çevirmen de, üstlendiği uğraşın bir gereği olarak, bir yazardır. Ama çevirdiği yazarın üzerinden bir yazardır. Kendi “yazarlığını” çevirdiği yazarın üzerine çıkarmamalı, yazarlığın şehvetine kapılarak çevirdiği yazarı sakatlamamalıdır. Hiç kuşku yok ki, çeviri de yaratıcı bir metindir; ama daha önce yaratılmış bir metin üzerinden…
Ferit Edgü bir yerde Sait Faik için “Benim deniz fenerim” demişti. Ben de çeviri uğraşında deniz fenerimin Cevat Çapan olduğunu söyleyebilirim. Sappho’dan başlayıp çağımıza gelerek dünyanın şiirini olağanüstü bir Türkçe ve şairlikle önümüze serdi.
Çeviri Uğraşında 50 Yıl kitabındaki bazı yazılarda da vurgulandığı gibi, edebî eserleri olduğu kadar Marx, Lenin, Mao gibi siyasal kuramcıların/politik aktörlerin kitaplarını da, çocuk kitapları da çevirdiniz. Bir çevirmen olarak bu tercihlerinizin de çok önemli olduğunu düşünüyorum...
Daha önceleri de, günümüzde de kimi politikacıların cahilce bir yaklaşımla küçümsedikleri, hatta aşağıladıkları entelektüellere gittikçe daha çok gereksinim duyduğumuz kanısındayım. Entelektüel deyince, okuyan, yazıp çizen, düşünen ve eyleyen, düşünce ile eylemi yaşamında bir kılan bir insanı düşünüyorum. Gerçeği aklın ve yüreğin tüm yaşamla uyumunda arayan bir insan.
Şimdi gençlik çağımdan bugüne uzanan yaşamıma baktığımda, hep böyle bir insan olmayı özlediğimi görüyorum. Politik tutum ve davranışlarım da, uzun yıllar sürdürdüğüm kültür gazeteciliğim de, hatta çeviri uğraşım da her zaman bir eylem oldu benim gözümde. Çoğunu kendi seçimimle yaptığım çevirileri kültür yaşamına bir “müdahale” olarak gördüm. O yüzden, Marx’tan, Engels’den, Lenin’den, George Thomson’dan yaptığım çevirileri Stevenson’dan, Wells’den, Hašek’ten, Borges’den yaptığım çevirilerden ayırmıyorum.
Çocuk kitabı çevirmeye gelince. İlyada ve Odysseia destanlarının çocuk uyarlamaları, James Joyce’un torununa yazdığı mektuplardan devşirilen çocuk kitapları, Roald Dahl’ın, Maurice Sendak’ın kitapları…
Montaigne’in gözlemi ne kadar doğru: “Çocukların oynadıkları oyunlara oyun demek zordur. Çocuklar hiçbir zaman oyun oynarken ki kadar ciddi değildirler.” Bence çocuk edebiyatı da böyle bir şeydir…
Kaldı ki, bazı kitaplar çocuklar, gençler ve yetişkinler arasındaki sınırları ortadan kaldırır. Örnekse, Küçük Prens, Define Adası, Huckleberry Finn, Tom Sawyer ya da Alice Harikalar Diyarında. Orwell’in Hayvan Çiftliği’ni çevirirken, bir dostumun 10-11 yaşlarındaki oğluna bazı bölümleri okumuş ve ilgiyle dinleyişi karşısında büyülenmiştim.
İyi yazarların çocuklar için yazdıkları kitaplardaki yalınlığı, sözcük tutumluluğunu yakalayıp dilimize aktarmaktan büyük keyif alıyorum.
Çevirirken yeniden keşfettiğiniz ve daha başka bir yerinden yakaladığınız yazar ya da yazarlar var mı?
Bazı yazarların arkalarında bıraktıkları, yazdıklarından çok kendi imgeleridir. Hatta bazılarının arkalarında bıraktıkları imge, yazdıklarından daha güçlüdür. Böyle bir yazarı çevirirken onun imgesi hep kafanızın bir yerindedir. O imge çevirinize ışık tutar, yol gösterir. Ama her metin her yeni okumayla yeni anlamlar, yeni katmanlar kazanır.
Çeviriyi de bir “derin okuma” olarak kabul edersek, sözgelimi bir romanı çevirirken daha önceki okumalarınızdan farklı incelikler, derinlikler, anlamlar keşfedersiniz. Örneğin H. G. Wells’in, ne bileyim, Doktor Moreau’nun Adası’nı ya da Zaman Makinesi’ni çevirmeye oturduğunuzda, bilimkurgunun insanlığa bir gelecek biçerken aynı zamanda, belki de aslında dönemin toplumuna yergi okları fırlattığının ayırdına varırsınız.
Bazı yazarların arkalarında bıraktıkları, yazdıklarından çok kendi imgeleridir. Hatta bazılarının arkalarında bıraktıkları imge, yazdıklarından daha güçlüdür. Böyle bir yazarı çevirirken onun imgesi hep kafanızın bir yerindedir. O imge çevirinize ışık tutar, yol gösterir. Ama her metin her yeni okumayla yeni anlamlar, yeni katmanlar kazanır.
Peki, sizin çevirmenleriniz kimler? İlham aldığınız, ufkunuzu açan isimler var mı bizden ya da dünyadan?
Tabii, hemen 19’uncu yüzyıl Rus edebiyatını bize sevdiren Hasan Âli Ediz ve Nihal Yalaza Taluy geliyor aklıma. Sonra Azra Erhat ile A. Kadir’in dilimize kazandırdıkları İlyada ve Odysseia destanlarını zaman zaman hâlâ okuduğumu söyleyebilirim. Sabri Esat Siyavuşgil’in Cyrano çevirisi, Can Yücel’in Shakespeare çevirileri, onların Türkçe dehalarının ürünleridir.
Ahmet Cemal’in Musil’den, Kafka’dan, Canetti’den, Zweig’dan yaptığı çevirileri okurken, onun çeviri yaparken nasıl kılı kırk yardığını, ne zorlukların üstesinden geldiğini görerek hayranlık duymuşumdur.
Ferit Edgü bir yerde Sait Faik için “Benim deniz fenerim” demişti. Ben de çeviri uğraşında deniz fenerimin Cevat Çapan olduğunu söyleyebilirim. Sappho’dan başlayıp çağımıza gelerek dünyanın şiirini olağanüstü bir Türkçe ve şairlikle önümüze serdi. Yalnız şiir mi, George Thomson’ın, Ernst Fischer’in, John Whiting’in, Arnold Wesker’ın, John Berger’ın yapıtlarından yaptığı çeviriler de bana her zaman yol gösterdi.
Yabancı çevirmen deyince, David Magarshack’ı anımsarım hep. Rus edebiyatını İngilizceye taşıyan çevirmenlerin başında gelir. Gogol’ün Palto’sunu, Dostoyevski’nin Suç ve Ceza’sını, Çehov’un Vanya Dayı’sını Magarshack’ın Penguin Klasikleri’nden yayımlanan çevirilerinden okumuştum. Çehov’un, Gogol’ün, Dostoyevski’nin, Puşkin’in, Stanislavski’nin, Turgenyev’in yaşamöykülerini de yazmıştır.
Hem Körün Taşı’nda hem de Çeviri Uğraşında 50 Yıl kitabında daktilo ya da klavyeyi çok kullanan bir insanın tüm yazdıklarını nasıl aktardığını da görüyoruz: Tek bir parmakla! Hem Semih Poroy’un Körün Taşı’nın kapağına taşıdığı hem de Handan Börüteçene’nin ince bir ironiyle işe dönüştürdüğü bu parmak mevzusunun hikâyesini bir de sizden dinleyebilir miyiz?
Valla, efendim, bu parmak meselesi gerçekten de bir tuhaf. Bir insan yarım asır boyunca klavyede tek parmakla, sol elinin işaret parmağıyla yazabilir mi? Yazabilirmiş demek!
Tabii, “Neden” sorusu geliyor akla. Ama bir neden bulamıyorum, bulmak da istemiyorum galiba. Bir psikiyatr birkaç sorudan sonra çözer aslında bu sorunu. Ama ne gerek var! Bu saatten sonra…
Sol elimin işaret parmağı çok özveriliymiş, 50 yıl yatmamış, uyumamış, öteki dokuz parmak için çalışmış, onları çalıştırmamış, yan gelip yatmalarını sağlamış, diyelim geçelim!