Çavlanın ortasında bir yerde…

Çok zaman hep aynı sükût! İnsan şüpheleniyor, yoksa Nezihe Meriç'i unuttuk mu? Eh “okurları” değilse bile birilerinin unuttuğu, hatta aslında hiç bilmediği ortada…

07 Haziran 2018 14:15

Bugünden geriye dönüp baktığımda, tam on buçuk yıl evveldi (Bunu söylerken, Nezihe Meriç’in “Yahu yaşın kaç ki evvel diyorsun, ‘önce’ desene” dediğini duyar gibi oluyorum). Gülün İçinde Bülbül Sesi Var kitabı yayımlanmıştı, okur okumaz nispeten taze bir kültür sanat muhabiri olarak “röportaj” talebiyle Nezihe Meriç’i aramıştım. Gerekçem “10 yıl sonra yeni bir öykü kitabı” yayımlamış olmasıydı. Tam bunu söylemiştim ki, Alacaeren’i, Çisenti’yi, Çavlanın İçinde Sessizce’yi ve diğer başka kitaplarını da kastederek, bunca zamandır hiçbir şey yayımlamamış olmadığını, olabildiğince nezaketle belirttikten sonra, “böyle gazetelere söyleşi falan işlerine” çok yanaşmadığını söyleyerek reddetmişti. Daha evvel (önce mi demeliyim diye hâlâ şüphedeyim) üç kere farklı yerlerde, farklı vesilelerle bir araya gelmiş, tanışmıştık da. Tıpkı onun gibi “Türkoloji mezunu”ydum, genç bir muhabir olarak hayaller kuruyordum o telefon görüşmesinde, olur da kabul ederse, başka birçok şey konuşacaktım; mesela Ağrı’yı, Eskişehir’i, laf lafı açacaktı bu ortak yönler vesilesiyle sohbet koyulaşacak, kim bilir belki başka nelerden bahsedecekti…

Olmadı. Daha ismiyle bile çok şey anlatan kitap üzerine kısa tanıtma yazılarından birini yazmakla yetinmiştim, boynu bükük.

Derken araya hayat girdi. Bu araya giren hayatta bir de “askerlik” müessesesi var ki, ardından ilk “sivil hayat” tecrübem, Nezihe Meriç’in cenazesi olmuştu. Teşvikiye’den kalkmamıştı, hayır. Esaslı denebilecek bir kalabalıktı. Onu tanıyanların çoğunlukta olduğu…

Birkaç eleştirmene, yazara, akademisyene soruyordum (gazetenin eklerinde yayımlanmak üzere) 68’in Türk edebiyatına bir etkisi olup olmadığını. Hepsi söz birliği etmişçesine 12 Mart’ın daha büyük etkisi olduğunu söyleyip birkaç isim sayıyorlardı. Nezihe Meriç yok!

Sonra, bugün 10 yıla yakın bir zaman geçmiş aradan. İlk olarak Yandırma yayımlandığında ve peş peşe Toplu Öyküler I-II çıktığında, 1998’de okumuştum Nezihe Meriç’i. Edebiyat fakültesinde okumak için daha bir yılım var. Öyle “Eskişehir milliyetçisi” de değilim. Ama Nezihe Meriç’in kitaplarını o meşhur ifadeyle, içer gibi okuyorum. Biraz yakın tarihe meraklıyız, herkes gibi. Öykülerinde o 68’leri, 12 Mart’ların karanlığını görüyorum. Biraz da özellikle arıyorum. Sonradan daha çok bulacağım. Hem de öyle çok bulacağım ki şaşıracağım. Neden şaşırdığıma gelince; yine muhabirlik vesilesiyle birkaç eleştirmene, yazara, akademisyene soruyordum (gazetenin eklerinde yayımlanmak üzere) 68’in Türk edebiyatına bir etkisi olup olmadığını. Hepsi söz birliği etmişçesine 12 Mart’ın daha büyük etkisi olduğunu söyleyip birkaç isim sayıyorlardı. Nezihe Meriç yok!

Satı Erişen, Bilge Karasu, Nezihe Meriç, Saffet (?), Gönül Hürkuş ve Halil Deveci bir kuma toplantısında"Belki de dikkat etmemişler" diyesi geliyor insanın. Ama yok, tam olarak öyle değil… Daha zalim bir cümle var ama, Nezihe Meriç kurmamış o cümleyi, ben mi kuracağım şimdi?

Orhan Suda’ya yazdığı mektupta anlatıyor (Aix-Londra-İstanbul Mektupları, YKY 2011). Dumanaltı adlı öykü kitabını Suda’ya gönderiyor Meriç. Suda, öyküler üzerine fikirlerini yazıyor ve Nezihe Meriç, uzun uzadıya ne yaptığını anlatıyor o mektuplarda. Mümkün olsa bütün mektubu alıntılayayım ama gerek yok, meraklısı bulur, okur zaten. Kısaca şunu söylüyor Nezihe Meriç:

“Bu öyküler, 1968’den bu yana küçük küçük yazılmalıydı. Birçok öykü vardı. Aynı tema çevresinde döndüğü için roman değil, buna katılmıyorum, çünkü romanı çok başka anlıyorum -ayrı bir tartışma konusu.” (Vurgu bana ait).

Devam ediyor mektup: “(…) Şaşırdım dedim ya, ben bu öyküleri, o dönemden sonra epeyce, bir-iki yıl daha beklettiysem sırf bu yüzdendi, hani şu gına getiren 12 Mart edebiyat ürünlerinden uzağa düşmek mi diyelim, onların getirdiği ters tepkinin etkisinin geçmesini beklemek mi diyelim, onun gibi bir şey içindi işte. Çünkü ben, adından da belli olduğu gibi, sadece bu yıllar içinde karambole gelmiş, neye uğradığını tam anlayamamış, birden ‘Sen nesin, kimsin?’ sorusuyla karşılaşmış, sarsılmış, hem meseleleri bilmediğinden, hem sonuçları ve etkileri ağır bir biçimde yaşadığından şaşkına dönmüş insanlardan beni en çok ilgilendiren üç-beş tanesinin öyküsünü, dumanaltı oluşunu yazmak istiyordum.”

 “Vay! Siz. İsmet Paşa’ya mı gidersiniz! Siz kimsiniz! Kim bu Nezihe Meriç? Komünizm propagandası yapmaktan mahkemelik kadın yazar.”

Uzun lafın kısası yekten 68’i, 12 Mart’ı anlatmak yerine “dönemi bütüncül biçimde” ve etkileriyle aktarır aslında Nezihe Meriç. Buradan Çavlanın İçinde Sessizce’ye sekiyor zihnim. (Hazır lafı geçmişken, "çavlan" kelimesinin etimolojik olarak ismime denk düştüğünün ve Nezihe Meriç’in anılar toplamasına isim olmasının “okur gururu”nu yaşarım o gün bugün). Daha ilk kısımlarında değinir 60’lı yıllardan itibaren. 27 Mayıs’ın etkisiyle Nâzım Hikmet’in şiirlerini yayımlama kararı almışlardır. Ancak tedirgindir Nezihe Meriç. Memleketin farkındadır da ondan. (Bu cümleyi tekrar kuracağım için şimdiden altını çiziyorum). Fakat kararlıdır da, öyle ki işin içinde bir tutuklanma olursa, bunun Salim Şengil (edebiyat dünyasının Salim Amca’sı) değil de kendisi olması gerektiğini, yoksa yaşanacak hadisenin (gelir kapısı ve çocuklar vardır işin içinde) bir felakete evrileceğini öngörür. Dost ve Seçilmiş Hikâyeler’in yazı işleri müdürüdür. Derken öngörü doğru çıkar! (Memleketin farkındadır da ondan). 12 Mart öncesidir, tutuklanır. Mahkemeler sürer. Kısa süre sonra 12 Mart patlar. Deniz’ler idam edilecektir. Onat Kutlar, Fikret Otyam, Altan Öymen ve Nezihe Meriç İsmet Paşa’ya giderler! Şöyle aktarıyor bu hadiseyi Nezihe Meriç: “Vay! Siz. İsmet Paşa’ya mı gidersiniz! Siz kimsiniz! Kim bu Nezihe Meriç? Komünizm propagandası yapmaktan mahkemelik kadın yazar.”

Bir hafta Merkez Cezaevi’nde kalır. Sonra kaçak bir hayat! Ama tam bir Türkiye panoraması çıkar bu kaçak dönemden. “Benim kaçak yaşayışım, tabir caizse, dillere destan olmuştu. Beni seven çokmuş meğer. Herkes üzülüyordu Salim’e ‘Sakın Nezihe’nin nerede olduğunu bana söyleme, duyulur muyulur da!’ diyenler çoğunluktaydı. Pek öyle sıkı izlendiğimi de sanmıyorum. İsteseler bulamazlar mıydı! Bir sıra komiklik bir aradaydı zaten. Bir yandan komünizm propagandası (!) yapan zararlı bir yazarı tutukluyorlar, öbür yandan aynı günlerde bu yazarın yazdığı oyun (Sular Aydınlanıyordu) devletin tiyatrolarında oynanıyor. Hem de çoğunluk izliyor. Çünkü, Oda Tiyatrosu’nda olsun Yeni Sahne’de olsun kapalı gişe oynuyor oyun. Hapishaneden çıkmışsın, davan sürüyor, yaptığın hayınlık ayyuka çıkmış, sen tiyatroda kendin gibi komünist -Suat Taşer- bir yönetmenle oyununu çalışıyorsun, oyunun sahneleniyor.”

Edebiyat / “siyaset” bağlamında yapılan tartışmalarda-konuşmalarda Nezihe Meriç adına rastlamak nedense pek mümkün olmaz. Ne garip! Hazır söz buraya gelmişken, meraklısı bir bakıversin. Nezihe Meriç’in yakın çevresinde bulunan adlar, yazarlar kimler?

Bu “kaçak” dönemde evinde kalmasa da sosyal hayattan kopuk değildir Nezihe Meriç. Tiyatrolara bile gider. Geceleri çıkmaz sadece dışarı o kadar. 1968-1974 arası bir dönemden söz ediyoruz. Altı yıllık bu dilimde mahkeme, hapis, kaçaklık…

Nezihe MeriçAncak edebiyat / “siyaset” bağlamında yapılan tartışmalarda-konuşmalarda Nezihe Meriç adına rastlamak nedense pek mümkün olmaz. Ne garip! Hazır söz buraya gelmişken, meraklısı bir bakıversin. Nezihe Meriç’in yakın çevresinde bulunan adlar, yazarlar kimler? Genç kuşak edebiyatçılar o yakın çevreyi tekrar tekrar ansalar da Nezihe Meriç’in adını nedense hep ihmal ederler. (Okumadıklarından elbette) Edebiyat, kadın yazarlık, siyaset bağlantısı hatta Ankara! Oysa günümüzün nice dergisine (hangileri olduğu malum) birkaç kere kapak olacak kadar malzeme var. Kim bilir belki de kabahat Semih Poroy’undur (!) İşin tuhafı, diğer dergilerde de Nezihe Meriç bahsini görmek pek mümkün olmuyor. (Bilmiyorum, belki de ben ıskalıyorum) Kimi adlar tekrar tekrar konuşulur yazılırken (Tabii bunda bir beis yok ama insan söylemeden de edemiyor), hiç kimsenin mi aklına gelmez Nezihe Meriç? Demek gelmiyor.

Şakayla karışık anlatıyor Nezihe Meriç; “Şimdi şuraya, Kızılay Meydanı’na çıksanız, 'Çetin Altaaaan!’ diye bir bağırsanız, meydandaki yüz kişiden en az doksan tanesi, Çetin Altan’ın kim olduğunu bilir. Aynı şeyi benim için yapsanız, ‘Nezihe Meriiiç!’ diye bağırsanız, bir iki kişi ya çıkar ya çıkmaz.” Çünkü memleketin farkındadır da ondan.

Oysa, “okur nezdinde” kitaplarının düzenli tekrar baskı yaptıracak halde olduğunu görürüz Nezihe Meriç’in. Hatta anılarında ve Orhan Suda’ya gönderdiği mektuplarda kısa sürede tekrar baskı yapan kitaplarından nasıl sevinçle bahsettiğini görmelisiniz… İş dönüp dolaşıp “ortam” meselesine geliyor. Hatta o ortamda asla gözardı edilemeyecek bir durum var. Nezihe Meriç çağdaş Türk öykücülüğünün kurucu adlarından! Sait Faik’i, Orhan Kemal’i ve başka adları sayarız da Nezihe Meriç’i saymayız…

Haydi bakalım, yazar hayatında sadece magazin arayan, yazar şair ortamlarının kalabalık masalarından fotoğraf karelerinde yazar arayan yazıcı ve okuyucular düşünsün bunları…

Alın size mıh gibi bir durum daha; Füsun Akatlı hatırlatır bunu (Ben değil). Eh Füsun Akatlı ismi de az buz değil hani! Ne diyor; Cumhuriyet’in (kısaca T.C.) “ilk kadın yazarı” Nezihe Meriç. Diğer taraftan öyküde-romanda (bütün bir edebiyatta) kadın-kadınlık meselesinde de ilk akla gelmesi gereken isimlerden… Güven Turan’ın Zor Yokuşu adlı ‘seçme öyküler’de yazdığı Kadınca… İnsanca başlıklı sunuş yazısından alıntılıyorum: “Nezihe Meriç daha ilk öykülerinden başlayarak, bir sorun üzerine odaklanmıştı. Kadın sorunu. O özellikle Anadolu’da yaşayan, Cumhuriyet’in önüne açtığı eğitim ve yaşam olanaklarını kullanmak için, ailesini, çevresini zorlayan, onlara başkaldıran genç kızları seçmekteydi öykülerinde. (…) Nezihe Meriç, sonuna kadar kadın, özellikle de genç kız sorununu, dönemin, dönemlerin bütün değişimleri içinde ele almıştır.”

Haydi bakalım, yazar hayatında sadece magazin arayan, yazar şair ortamlarının kalabalık masalarından fotoğraf karelerinde yazar arayan yazıcı ve okuyucular düşünsün bunları…

Gerçi Çavlanın İçinde Sessizce’de yine olağanüstü biçimde anlatıyor Nezihe Meriç. Ekim 1998’de Yaşasın Edebiyat dergisinde yayımlanan bir toplantıdan dem vuruyor. Kimler yok ki, Füsun Akatlı, Semih Gümüş, Cevat Çapan, Erdal Öz, Doğan Hızlan, Ataol Behramoğlu… Cumhuriyet’in 75’inci yılı için gerçekleştirilmiş bu oturum. Birkaç yerde adı geçiyor Nezihe Meriç’in. Füsun Akatlı’nın “ilk kadın yazar” hatırlatması ile giriliyor konuya. Toplantıda yer alan isimler biraz girizgâh mahiyetinde cümleler kuruyorlar, lakin devamı gelmiyor. Nezihe Meriç’in “yakın” dostlarının ağırlıkta olduğu masada kurulan cümleler onun ne yapmak istediğini anlamaktan uzak bir tonda kuruluyor. Sakınmıyor sözünü ama nezaketi elden bırakmıyor Nezihe Meriç (Meraklısı ilgili sayfayı bulup okuyuversin).

Her ne kadar Korsan Çıkmazı ile TDK Roman Ödülü’nü (Tuhaf şey, son zamanlarda ödül bahsi açılırken yakın çevremde şu cümle kuruldu farklı kişiler tarafından: “Yahu bir dönem TDK ödül veriyordu ve nasıl bir etki yaratıyordu edebiyat ortamında”. Bugün gelinen noktanın özeti buradan bile çıkıyor ya neyse), Bir Kara Derin Kuyu ile Sait Faik Hikâye Armağanı’nı, Çavlanın İçinde Sessizce ile Dünya Kitap-Yılın Telif Kitabı Ödülü’nü alsa da Nezihe Meriç'in “ödül” konusunda biraz mesafeli olduğunu bilen bilir. Hatta 1997’de Aydın Doğan Vakfı tarafından verilen Aydın Doğan Ödülü (Ki ilki roman dalında verilmiştir ve Adalet Ağaoğlu kazanmıştır) ile ilgili bilhassa verilen “çek miktarı” dolayısıyla kendisine (Kuvvetle muhtemel dönemin ilgili gazetesinden) sorulan sorulara verdiği “sert” ve “ters” cevaplar elbette yayımlanmamıştır.

TÜYAP, onur yazarı belirlerken Nezihe Meriç’i hiç gündeme getirmemiş miydi? Yoksa getirdiler hatta kendisine bildirdiler de, Meriç ödülü kabul mu etmemişti…

Ama merak etmeyin ilgili satırlar Çavlanın İçinde Sessizce’de var! En son 2007 Mersin Kenti Edebiyat Ödülü’ne değer görülmüştü Nezihe Meriç! Yazarların bütün bir edebiyat veriminin değerlendirildiği ve o bütünlükten hareketle verilen deyim yerindeyse “onur ödülü” hüviyetindeki ödülün de ilkiydi bu! Kuvvetle muhtemel Özdemir İnce’den geldiği için “ödülü sana veriyoruz” cümlesi, onu kıramayacağından kabul etmişti Nezihe Meriç. Hâliyle insan sormadan edemiyor, (Tabii kimseyi zan altında bırakmak istemem) acaba TÜYAP, onur yazarı belirlerken Nezihe Meriç’i hiç gündeme getirmemiş miydi? Yoksa getirdiler hatta kendisine bildirdiler de, Meriç ödülü kabul mu etmemişti… (Kim bilir?)

İnsanoğlu bir garip. Okuduğu (Hele bir dönem döne döne okuduğu), ayrı bir yere koyduğu yazarların bahsinin daha çok geçmesini istiyor. Hatta genç kuşak yazar veya adaylarıyla konuştuğumda o ısrarla tekrar edilen isimleri duyduktan sonra soruyorum; peki, Nezihe Meriç? Çok zaman hep aynı sükût! İnsan şüpheleniyor, yoksa Nezihe Meriç’i unuttuk mu? Eh “okurları” değilse bile birilerinin unuttuğu, hatta aslında hiç bilmediği ortada… Aman sen de diyenlere, son cümle benden değil, Dumanaltı vesilesiyle kaleme aldığı yazıyla, Füsun Akatlı’dan gelsin:

“Nezihe Meriç’in Türk öykücülüğünün satırı sektirilmemesi gereken bir yazarı olduğunu; onun okurlarına, uzun zamandır yazmamış olduğu için önceki yapıtlarını kaçırmış olabilecek gençlere, edebiyatı gerçekten sevenlere ve seviyor geçinenlere ben söylememiş olmayayım!”