Kaderciliğe biat edenin değil, koşullara rağmen harekete geçenin hikâyesi değerdir anlatılmaya, geri kalanlar sürüklenme içindeki acıyı farkındalığa taşıyamamaktadırlar...
19 Aralık 2019 13:00
Bir anlatı formatı olarak roman elbette ilk ortaya çıktığı günden itibaren evrimleşmekte. Yine de iki ana kategoriden bahsetmek mümkün. Birinci kategoride genel okuyucunun beklediği alışılageldik şemaya yaslanan geleneksel romanlar var. İkinci kategoride ise sürekli kendi sınırlarını kırmaya çalışan deneysel şemalı romanlar. Stephen King gibi birinci kategori yazarları satış rakamlarında devleşirken Don DeLillo gibi ikinci kategori yazarları edebiyat ödülleri ile zenginleşiyorlar. Son dönem trend pusulasının ise Haruki Murakami ya da Eleanor Catton gibi bu ikisi arasında dolaşan isimleri işaret ettiğinden bahsetmek mümkün.
Kuş uçuşu ilerlemeyle romancılık tarihini böylesi bir bölümlemeye tabi tutup iki eğilimden ilkini, geleneksel romanı mercek altına alalım. Tabii çoğu teoride ilk roman etiketi yakıştırılan Cervantes'in 1605 tarihli Don Kişot'unun dahi döneminde bir öncü roman olduğunu göz ardı etmeden yapalım bunu. Geleneksel roman Hollywood, Bollywood ve Yeşilçam misali anaakım sinema ekollerinin de ödünç aldığı kolay kavranabilir bir sekans akışına sahiptir, formül değildir ama önceden belirlenmiş bir yapıdır. Bu yapının içine janralara özgü içeriği de yerleştirebilirsiniz janralardan bağımsız özgün içeriği de.
Özellikle hangi içeriğin hangi yazınsal tercihlerle aktarılacağı yönündeki seçimler en geleneksel şemadaki en basmakalıp içeriğe bile eşsiz bir canlılık katabilir, ki çoğu ismi bilinen tür yazarı bu nedenle kabul görmüştür. Aynı temaları anlatan, aynı içerikle meşgul olan kimi yazarlar kendilerine has kronik dil tikleri ötesinde dili atmosfer yaratmak adına cerrah ustalığıyla kullanarak okurlarında bağımlılık yaratmayı başarmışlardır.
Kimi edebiyat teorisyenleri sadece iki olay örgüsü olduğunu savlarlar, ya bir yabancı kasabaya gelir ya da birisi yolculuğa çıkar, sonra da eklerler, aslında bu iki olay örgüsü de aynıdır sadece bakış açısı değişir. Bu çerçevede birinin kasabasını terketmesi ve herekete geçmesi gerekir. Kimdir bu tanımsız aktör? İstekleri olan öznedir. Varlık saplantılaşan arzuyla dolup taşınca yola düşer. Anlatılmaya değer olaylar da böylece başlar. Hayatın maceraya dönüşmesine dayanılmazca şevklenince vesile oluruz ancak. İhtiyaca dönüşmüş tutkulardır günlük olanın donuk yüzeyine baltalar indiren, çılgınca ya da değil, nefes almanın anlamını kaybetmemesi için esastırlar. En azından birimiz için öyledirler. O karakter içinde gördüğünü dışa vurmaya uğraşırken yaşadıkları yazarlar tarafından kayda geçirilir. Karakterlerin gerçek ya da hayalî olması bu noktada önemsizdir. İspanyol piyes yazarı Pedro Calderón de la Barca'nın en bilindik oyununun ismi gibi Hayat Bir Rüyadır ve onu ölümden ayıran gerçekleştirmeye uğraştığımız özlemlerin elektriğidir yalnızca.
Daniel Defoe'nun 1719 tarihli Robinson Crusoe eseri geleneksel roman formunu pekiştiren örneklerdendir. Bir İngiliz denizci ıssız adaya düşer, Batı medeniyetini sömürgeciliğiyle birlikte yeniden inşa etmeye kalkışır. Bu süreç, romanda dönemin materyalist bakış açısı ışığında hikâye edilmektedir. Çevre nesnelere indirgeyerek tasvir edilir, listeler duyguların önündedir. Adaya düşen Robinson hızlıca toparlanır ve uygarlığı sıfırdan ayağa kaldırmaya çabalar. Devâsâ amacına uygun planlarla adımları adımlara ekler. Sonuçta yapabileceğinden emindir, daha da ötesi adeta yapmaya yazgılıdır çünkü insan ister ve dener, çoğu zaman da başarır, roman formunu ortaya çıkaran medeniyet bu mesaja dayanmaktadır ne de olsa.
Başkarakter kendini gerçekleştirmek için uygun gördüğü bir eyleme yeltendiğinde başlayan roman, takip eden olaylar silsilesinin yeni bir denge durumuna ulaşmasıyla sona erer. Bu tanımı kabul edersek, romandan bahsedebilmek için yapabilirlik sahibi bir karaktere, en azından yapabilirliğe sahip olmayı düşleyen bir karaktere yani bir bireye ihtiyaç vardır.
Henry Miller'ın söylediği üzere; "Kahraman etki yaratır, sıradan insan ise sadece tepki verir. Ve bu korkunç bir farktır." Öyleyse ancak harekete geçebilen insanın, ancak kendine ait emelleri olan ve bunları gerçekleştirme yoluna çıkan karakterin yolculuğu yazılır. Roman ancak bireyi anlatabilir. Çoğunluğu bireyleşememiş toplumların anlatısı değildir roman.
Kaderciliğe biat edenin değil, koşullara rağmen harekete geçenin hikâyesi değerdir anlatılmaya, geri kalanlar sürüklenme içindeki acıyı farkındalığa taşıyamamaktadırlar. Başarı yahut başarısızlık bambaşka dinamiklere bağlıdır, önemli olan kişinin kendi haritasını çizmeye meyletmesi, sıradan olanın özgünleşmesi, genel olanın bireyselleşmesidir.
Roman bireyleşen insanın topluluk zihniyetini aşmasını belgeler, fert idrakiyle davranan farkındalığı kayda döker. Kendini gerçekleştirmeye çalışanların deneylerini birbirlerine aktardıkları telepatik imajlar dizisidir bu anlatılar. Yoldaki hayaller, denemeler ve deneyler kitaplardan zihinlere, zihinlerden kitaplara medcezirleşerek ötekiler için bir deneyim arşivi oluşmasına hizmet ederler. Bu yaklaşımdaki roman yaşanabilecek durumları aktarırken, böylesi durumlarda nasıl hislere düşülüp nasıl davranışlar sergilenilmesinin uygun olabileceğiyle ilgili araştırmalar da yürütmektedir. Patikalar incelenir, amaçlar için atılan adımlar önceden deneyimlenir.
Kimi toplumlarda kadercilik rüzgârları eser. Birey yoktur, birey olma arzusu bile suçluluk duygusu yaratır. Toplum bireyselliği değil, boyun eğmeyi öğütler. Kendine ait haritasını arayanın sonu daima trajedidir, yenilir, acı çeker hattâ ölür. Hep kaybediş, acı, içe ağlama. Böyle toplumlardaki muazzam kendini gerçekleştirme arzusu zıt yöndeki maddî ve manevî organizasyonla barikatlanmaktadır. Hiçbir kurum kişiye kendisine sahip çıkma olanağı sağlamaz, potansiyelini değerlendirmesi için kapı açmaz. Kişi öğütülür, organizma tüm çırpınışlarına rağmen bireyselliğe ulaşamaz.
Birey olma çabaları geri teptikçe her başaramayanla beraber asla denememiş olanların eli güçlenir, karamsar iklim kendini çoğaltır, sürüden ayrılan kuzuyu kurt kapar gibi özdeyişlerle başarısızlık duygusu yayılır, başaramazsındır toplumun birey olmak isteyene mesajı, çıkış yoktur, okumak yutkunarak aforizma benzeri sahte satırlarla yapılan vazgeçmişlik güzellemelerinde zihni bastırmaktan ibarettir.
İşte böyle bir toplumda melodramalar kaleme alınır, karakterler arzularından doğan dinamik çatışmaların yerini abartılı davranışlarla üretilmeye çalışılan Frankenstein'ın canavarı misali yapay gerilimler alıverir. Karakterlerin olaylara yön verdiği görülmez, olaylar karakterlerin başına gelir. Aktörler felaketleri çağırmak için varolurlar. Kim kendine uygun hareket etmeye yeltenirse, kolektiften ayrıştığı için hata yapmış sayılır. Hata yapıp felaketlerle cezalandırılan kadınlarla erkeklerin kâbuslarıdır çaresizlik toplumunun romanları. Karakterler severler, meydan okurlar ve o andan itibaren kaybetmeye yazgılı olduklarını biliriz, ne de olsa istemişlerdir, en affedilmez olana yeltenmişlerdir.
Romanı belirleyen öğelerin ne olduğu tartışması süregelmekte. Roman nedir sorusu farklı açılardan cevaplanmaya çalışılırken her dönemde kimi öğeler arka plana atılır kimi öğeler vitrine çıkarılır. Roman yazmak için hikâyeye ihtiyaç var mı noktasına dek ağdalanır sorgulamalar. Arayış devam ederken romancılık tarihi yeni katkılarla genişlemektedir. Roman formatının 1600'lü yıllarda doğuşunun insanın bireysellik mücadelesiyle ilişkisi irdelenmeden roman yazmak yetersiz örneklerin ortaya çıkmasını garantiler, bir yazar asla yalnız değildir, toplumunun eseridir, çoğu zaman da toplumuyla mücadelesinin.
William Faulkner'in Çılgın Palmiyeler eserinde şu cümle geçer: "Istırapla hiçlik arasında ıstırabı seçerim." Birey olma isteğiyle hareket eden insan çaresizlik toplumunda yaşıyorsa çoktan ıstırabı seçmiştir bile, bazen kazanmak mümkün olmaz fakat oyunun tadını çıkarmak yine de mümkündür.