CANAN, aşılması imkânsız Kaf Dağı’nı, bilinçdışımızdaki ve bize öğretilen anlatılardaki hâliyle cennet ve cehennemi yıkmayı, bunu yaparken de tüm kavramları dönüştürmeyi seçiyor
14 Eylül 2017 13:57
Feminist sanatçı CANAN’ın Arter’in üç katına yayılan "Kaf Dağı’nın Ardında" sergisi her şeyden önce bir iç yolculuğu, ardından o iç yolculuğun kolektif bir yolculuğa dönüşmesini ve özgürleşmeyi vadediyor. Cennet, Araf ve Cehennem katlarından oluşan sergi, başlangıçta yerin altındaki cehennem ve göklerin üstündeki cennet kavramını ters yüz ediyor. Cennet serginin zemin katında yer alırken, cehennem en üst katta karşılıyor izleyiciyi. Bilinçdışımızda ve kutsal kitaplarda göklerde konumlanan cennet ve yerin altındaki cehennem yer değiştirirken, iyiliği ve kötülüğü, korkuları ve umutları, toplumsal cinsiyet yanılgısını ve insanın doğada yer alan diğer canlılardan üstün bir yerde olduğu algısını da bozarak cenneti ve cehennemi âdeta eşitliyor. Yarattığı bütünlüklü dünyayla cennet, araf ve cehennemin birbirinden ayrı ya da ulaşılması gereken bir yer değil hep birlikte ve şu anda var olduklarını gösteriyor. CANAN, toplumun kadın- erkek ve bu atanmış ikiliğin dışında kalan bedenlere dayattığı var olma hâllerini yıkmamız, bunları birbiriyle çarpıştırmamız ve böylece onlardan kurtularak özgürleşmemiz için bize bir yol haritası çiziyor.
Kadın bedeninin sanatın sadece bir imgesi olmanın dışına çıkması ve 20’nci yüzyılın ikinci yarısından itibaren yapılan bilinçli feminist sanat üretimi yepyeni tartışmalar doğurdu. Bu tartışmaları, kendini kadın ya da erkek olarak tanımlasın, bedenin bir sanat eseri olarak kullanılmaya başlamasından da ayrı düşünmemek gerek. Sanatın tek malzemesi insan dışındaki maddeler değildi artık. Bedenli bir varlık olarak sanatçının, üretimini sağlarken onu bir sanat nesnesi olarak kullanması en çok da kendi rızası dışında toplumda bedeniyle anılmak zorunda kalan feminist kadın sanatçıların kendi bedenlerini bir sanat alanına dönüştürmelerini sağladı. CANAN, tam da bu noktada kendi bedeni, atanmış cinsiyeti ve toplumsal cinsiyet algısının dayattıklarını reddetmesiyle Türkiye’nin en protest feminist sanatçılarından biri. 90’lı yılların ikinci yarısından beri hem Türkiye’de hem dünyada birçok kişisel ve karma sergiyle izleyiciyle buluşan CANAN’ın "Kaf Dağı’nın Ardında" sergisi için, mekâna da özel üretilen yedisi yeni 14 işini bir araya getirmesi başlı başına heyecan verici bir olay. CANAN’ın kendi bedenini ve kişisel yaşantısını, deneyimini, üretimi için bir kaynak ve izlek yaptığını biliyoruz. "Kaf Dağı’nın Ardında", sanatçının da deyimiyle, bu kez kendi bedeninden çıkarak kolektif bedene, başka cinsiyetlere ve cinselliklere de değerek daha kamusal imgelere ulaşmasıyla ön plana çıkıyor. CANAN’ın en başından beri dişil enerjiden beslenen işleri Kaf Dağı’nın Ardı’na geçerek queer bedenlerle ve varoluşlarla, doğanın, mitolojinin ve efsanelerin türlü varlıklarıyla birleşerek cenneti, arafı ve cehennemi aşmanın imkânları üzerine yoğunlaşıyor.
Arter’in üç katının da bir koruyucu eseri ve her birinin o kattaki eserlerle bütünleşen bir hikâyesi var. İlk katta yer alan cennetin koruyucusu “Kibele” (2000) başlıklı bir fotoğraf. CANAN’ın hamileyken çekilmiş bu çıplak fotoğrafı, hamile kadın bedenine atfedilen masumiyet, güzellik ve kutsallık gibi kavramları sorguluyor. Tam da hamile kadınların sokağa çıkmasının bile tartışıldığı zamanlarda serginin koruyuculuğunu ve açılışını bu fotoğrafın yapması elbette bir tesadüf değil. İkinci katta CANAN’ın yüzünü taşır hâlde resmedilmiş “Şahmeran” (2010) yer alırken, üçüncü katın yani cehennemin koruyucusu olarak ise bizi merdivenlerde tüm cinlerin anası olarak bilinen “Şehretün’nar” (2011) figürü karşılıyor.
Cennet bölümünde mekâna özel olarak hazırlanan “Hayvanlar Âlemi” (2017) Arter’in İstiklal Caddesi’ne bakan camekânından da görülecek şekilde yerleştirilmiş. Renkli kumaşlardan yapılmış hayvan figürleri akla Nuh’un gemisi anlatısını getirse de ejderhalardan, Anka kuşuna kadar birçok efsanevi hayvanın da temsil edildiği yerleştirme, bilinçaltımızda da bize eşlik eden hayvanları bir araya getiriyor.
"Cennet" (2017), tavandan yere doğru uzanan tülden dev bir silindiri kaplayan bir yerleştirme. Gökkuşağı renkleri üzerine payetli kumaşlarla işlenmiş insanlar, hayvanlar ve yaratıklardan oluşuyor. Silindirin içine yerleştirilen ışık kendi etrafında yavaşça dönen silindirin üzerindeki imgelerin gölgesinin duvara yansımasını sağlıyor. Tüle işlenmiş insanların biyolojik cinsiyetlerinin ne olduğunu söylemek, onları "tanımlamak" mümkün değil. Sadece penis ya da vajina üzerinden atanan cinsiyetleri ters yüz eden bu imgeler, bir “ne idüğü belirsizler” cenneti oluşturuyor. Bu cennet, CANAN'ın bugüne kadar gördüğümüz işlerinin gelecekte nasıl dönüşümler geçireceğinin de müjdecisi niteliğinde. 90'ların sonundan beri Türkiye'nin en cesur feminist sanatçısı olan CANAN, queer feminizmle flörtlerinin ne kadar heyecan verici sonuçlar ortaya çıkaracağının mesajlarını veriyor gibi.
"Hayvanlar Âlemi" ile "Cennet" arasında kalan “Çeşme” (2000) ise sanatçının deyimiyle bu iki ulaşılması güç gibi görünen kavramın arasında, form olarak izleyiciyi düş âlemlerinden çıkarıp gerçeğe çekiyor. Sanat tarihinden Duchamp’ın ters çevrilmiş bir pisuvardan ibaret olan “Çeşme” (1917) ve Bruce Nauman'ın ağzından su fışkırtarak kendini bir çeşmeye dönüştürdüğü "Bir Çeşme Olarak Otoportre" işlerine referans veriyor. CANAN'ın çeşmesi de bu iki eserle benzer yalınlıkta. İki memeden sonsuz bir döngüyle süt damlamasından ibaret video yerleştirmesi, yaşamın kaynağını temsil ederken, farklı cinsiyet ve cinsel yönelimlerden insan figürlerinden oluşan “Cennet” ile çoğunluğu efsanelerden çıkmış ya da şifa, korku, cesaret gibi kavramları temsil eden hayvanların ortasında dengeyi sağlıyor. “Çeşme” aynı zamanda sanat tarihinde feminist sanatçılardan önce, ya davetkâr, erotik ve şuh olarak ya da kutsal anne imgesiyle, melek ve şeytana indirgenen kadın bedeni imgesini kırmayı da amaçlıyor.
Cennet katının son işi ise bir video enstalasyon, “Ayışığında Yıkanan Kadınlar.” Burgazada’da ayışığında Madam Marta Koyu’na doğru uluyarak ve kahkaha atarak ilerleyen bir grup kadının denize girmesiyle sonlanan video kendi bireyselliğini, hayatını savunan kadınları simgeliyor. CANAN, sergiyi adını bugün Burgazada’daki koya veren Madam Marta’ya ithaf ettiğini de belirtiyor. Aslen Lübnanlı Katolik bir Ermeni ailenin kızı olan Marta Arat, adada bilinen adıyla Madam Marta, 1920 yılında Mersin’de dünyaya geliyor. Bale eğitimi alan ve Türkiye’nin ilk balerinlerinden olan Madam Marta, evlendikten sonra yerleştiği Burgazada’da, yaz kış demeden bugün adını taşıyan koyda denize girmesiyle tanınıyor.
Âdeta bir ritüel gibi her gün denize giren, doğayla kutsal bir ilişkisi olan Madam Marta’nın adada kendisi hakkında çıkarılan dedikodular yüzünden kocasıyla arasının bozulmasının ardından intihar ederek yaşamına son verdiği biliniyor. CANAN, bu hüzünlüyü hikâyeye rağmen, kahkahalarla ve feminist edebiyatta Kurtlarla Koşan Kadınlar başta olmak üzere, birçok eserde kurtlarla özdeşleştirilen kadınlara referansla kurtlar gibi uluyan kadınları gördüğümüz videonun hüzünlü ya da umutsuz olmaması için çalıştığını söylüyor. Kendi hayatına sahip çıkan kadınları, psikolojide de ana rahmini temsil eden suda, arınmaya ve güçlenmeye davet ediyor CANAN. Dişil enerjinin şifacı gücünün serginin özellikle cennet katında yer alan işlerde oldukça güçlü bir şekilde hissedildiğine ve bu katta yer alan dört işin birbiriyle bütünlüklü yapısına dikkat çekmek gerek. Gerçek dünyayla, efsaneleri, tarihsel anlatılarla, sanat tarihinin kadınlık ve erkeklik imgelerini yapıbozuma uğratan eserler, tüm umutsuz hikâyeleri yıkarak yerine yeni ve dişil bir hikâye koymanın imkânlarına yoğunlaşıyor.
Serginin ikinci katında yine efsanevi bir karakterden esinle hazırlanan “Kuş Kadın” (2017) karşılıyor izleyiciyi. "Kaf Dağı’nın Ardı" hikâyesinin Anka kuşu bu kez bir taş üzerine oyulmuş bir kadın olarak çıkıyor karşımıza. Etrafında kuş şekli verilmiş taşların tam karşısında büyük bir taşın üzerine çizilmiş, elleri kanattan ayakları pençeden kuş kadın, insanın -özellikle kadının- hem bilindışı hem toplumsal baskılarından arınarak kendini keşfini temsil ediyor. Tarihsel bir anıt görüntüsü taşıyan taşın üzerindeki kadın imgesini Göbeklitepe’deki yapılardan esinlenerek yaptığını söylüyor CANAN. Göbeklitepe’deki yapılarda yer alan tüm hayvan çizimleri erilken, sadece iki boyutlu olarak bir insan figürü vardır. Arkeologlar bunu o mekânın bir cennet bahçesi olarak tasarlandığı, bu tek kadın imgesinin ise erkeği doğurmak üzere oraya yerleştirildiği şeklinde yorumlar. CANAN, arafta simurgu kadın görünümlü bir insana dönüştürür. Tıpkı Anka kuşunun hikâyesinde olduğu gibi, içimizdeki korkularla yüzleşmeyi, dişil ve eril enerjiyi dengeleyerek daha barışçıl bir dünyaya erişme hayalinin temsilidir “Kuş Kadın.”
Arafta yer alan “Hezeyan” (2014) adlı bir saatlik video ise bir kadının sanal dünyadan tanıştığı birine aşkını konu alıyor. Devlet, aile, inanç, toplum gibi görünmeyen gözle bizi denetleyen mekanizmaların hem kişisel hem kolektif hayatlarımızı nasıl etkilendiğine odaklanırken, Foucault’nun panoptikon kavramından ilham alıyor. Gözlenmese bile gözlendiğini ya da gözlenebileceğini düşünen modern insanın otokontrol ve otosansür hâline bir eleştiri niteliğindeki bu kavramdan hareketle, insanın gerçek dünya ve sosyal medya arasındaki sıkışmışlığını ele alan videoda var olduğundan bile emin olmadığımız birine duyulan aşkın bir kadının günlük yaşamını nasıl etkilediğini görüyoruz. Takıntılı bir şekilde yazılan mesajların, tekrar edilen cümlelerin, yalnızlığın arasında zamanla bir hezeyana teslim olan kadın, izleyiciye kendi hayatındaki ilişkileri de sorgulama fırsatı veriyor. Serginin en önemli özelliklerinden biri bu; CANAN’ın işleri gerçek hayattan, efsanelerden ve arketiplerden faydalanarak hem kişisel hem kolektif hayatlarımız içinde gündelik yaşamda sorgulanmayanlarla yüzleşmemize olanak sağlıyor. Yine aynı katta yer alan ve “Hezeyan” videosunu tamamlayan “Dışarıda Çok Kötülük Var” (2014) eseri ise bir odaya yerleştirilmiş bir yatak ve sanatçının el yazısıyla doldurulmuş duvarlardan oluşuyor.
“Bütün ömrümce ben seni aramışım, her yerde, herkeste”, “Ben senden hiç vazgeçmedim”, “Ben de sana iyi geldim mi sevgilim” gibi cümlelerin yer aldığı duvarlar aşkın sebep olabileceği hezeyanı, o takıntılı ruh hâlini gözler önüne sererken, ister istemez coğrafyanın reddedilemez bir parçası olan arabesk kültürünü akla getiriyor. “Şeffaf Karakol” da, tıpkı “Çeşme”, “Hezeyan” ve “Dışarıda Çok Kötülük Var” gibi sergide yer alan diğer eserlerden gerçek dünyayla yapısal olarak daha güçlü bir bağı olmasıyla ayrılıyor. Bu katta yer alan alt kattaki “Cennet” yerleştirmesinin devamı niteliğindeki “Araf” (2017) ve “Kuş Kadın” yerleştirmeleri gerçekle masal dünyasını birleştirir, çıkış noktasını mitolojik anlatılardan ya da efsanelerden alırken Şeffaf Karakol’un duvarları çok gerçek.
90’lı yılların başında Süleyman Demirel’in “Bütün karakolların duvarları şeffaf olacak” sözünden hareketle plastik camdan şeffaf tuğlaların içine yerleştirilmiş CANAN’ın çeşitli ruh hâllerinde ve duvarları tekmeler gibi göründüğü fotoğraflarından oluşan heykel aradan geçen neredeyse 30 yılda “şeffaflık” kelimesinin hayatımıza ilk girdiği günlerde olduğu gibi siyasetçiler arasında popülerliğini korumaya devam ettiğini ama şeffaflığın hâlâ Demirel’in vaadindeki gerçekdışılığını korumaya devam ettiğini hatırlatıyor. Aynı eserin parçası 15 adet gravür (1998) ve duvar yerleştirmesi ilk kez bu sergide izleyiciyle buluşuyor.
Serginin Cehennem katının tamamı “Garâibü’l-mevcûdât” (2017) yerleştirmesine ayrılmış. “Cennet” ve “Araf” adlı silindir yerleştirmelerin bir devamı olan “Garâibü’l-mevcûdât” yapıtında diğer iki yerleştirmedekinin aksine insan değil, cin figürlerini görüyoruz. Tül üzerine floresan boyalarla çizilmiş olan cin figürleriyle bizi hayalimizdeki cehennemle yüzleşmemiz için karanlıkla baş başa bırakıyor.
Aşılması imkânsız Kaf Dağı’nı, bilinçdışımızda ve bize öğretilen anlatılardaki hâliyle cennet ve cehennemi yıkmayı, bunu yaparken de tüm anlatıları dönüştürmeyi seçen CANAN, şu sözlerle anlatıyor şimdiye kadarki en geniş kişisel sergisini: “Kaf Dağı aslında ulaşılmaz bir dağ değil. Kendimizi bulma yolculuğunda bize eşlik eden hayvanlar, cinler, melekler bizim kafamızda yarattığımız kavramlar. Cin olarak tanımladığımız şey bizim içimizde yaşadığımız korkular. Melekler ise kurtarıcılarımız ama belki de kendimize yeterince güvenirsek o zaman meleklere, bir kurtarıcıya ya da kahramana hiçbir zaman ihtiyaç duymayacağız. Cehennem en üst katta bir kat olarak var ama aslında yok. Çünkü aslında korkulardan oluşuyor cehennem. Bu sergide cehennem yok. Araf, üç büyük dinde günahların ve sevapların eşit olduğu ve cennete girişte bekleme süresinin geçtiği bir kavram olarak yer alıyor. Oysa ben burada bir süreç olarak tanımlıyorum onu. Kendi oluşumumuzu tamamlamak hem de kolektif ve bireysel olarak şifalanma sürecimizi tamamlamamız için geçirdiğimiz süreç olarak tanımlıyorum. Cennet ise bize vadedilen iyileştirilmiş bir doğa. Doğayla birlikte yaşamak ve iyi insan ilişkileri, sevginin, aşkın bir arada olduğu vadedilmiş bir alan olarak tanımlıyorum. Aslında o cenneti bir bu dünyada da gerçekleştirebiliriz. Farklılıkların bir arada olduğu ve birbirimizi kabul edebildiğimiz yerde o cenneti birlikte yaratabiliriz.”
CANAN, üretiminde de hem teknolojinin hem doğanın imkânlarını bir araya getirir. Doğadan uzak düşen insan, özellikle kadın, doğadaki eşitliğin aksine statükonun her bir birimiyle gözlenir ve yönlendirilir hâldedir. Nasıl giyineceğinden, nasıl seveceğine, nasıl sevişip nasıl anne olacağına kadar her şey o henüz dünyaya gelmeden belirlenmiştir. Bu yolun dışına çıkan bir kadınsa ya deli ya da cadı olarak görülecektir, bu kaçınılmazdır. CANAN, "Ay Işığında Yıkanan Kadınlar" ve "Hezeyan"la bu deliliği de vahşiliği de aynı anda kucaklar. Ay ışığında çıplak kendini denize bırakan kadınlar bize pagan ritüellerini hatırlatırken efsane ve mitoslarla bağımızı koparmamanın, onları olduğu hâliyle almaktansa onları dönüştürmenin önemini bir kere daha hatırlatır gibidir. Cehennem, korkularımızdan başka bir şey değildir ve karanlık ile aydınlık arasındaki o geçişli sürede CANAN'ın cinleri, yaratıkları, şeytanları korkutuculuğunu yitirdiği gibi korkularımız da aşılamaz değildir. Tüm bu yönleriyle "Kaf Dağı'nın Ardında", dayatılan ya da reddedilen kadınlık hâllerinin, queer varoluşların ve toplumsal cinsiyetten bağımsız bir uzlaşmanın -zorluğunu da bilerek şüphesiz- olanaklarını zorlamak için İstanbul'un en işlek caddesinde tüm davetkârlığıyla izleyicisini bekliyor.