Etkinlik planlarının dahi, sosyal medyada nasıl paylaşılacağı hesaplanarak yapıldığı devirde, neyin sosyal medya hesaba katılarak yapıldığını, sosyal medya olmasaydı günümüzdeki şekline erişmiş olup olamayacağını tespit etmek oldukça zor...
03 Ocak 2019 14:42
Dışarıda geçirilen uzun bir günden sonra -hele de kış aylarında- üzerindeki kıyafet katmanlarını, apartmana girince terlemeye başlayan kafandan çekip aldığın bereyi, eve dönerken uğradığın marketten dolduruverdiğin iki-üç poşeti ve çantanı acayip açılarda dengeleyerek anahtara ulaşıp kapıdaki çeşitli sayılardaki kilitlerle cebelleştikten sonra son anahtar çeviriş ve zafer -evdesin. Dışarının pisliği, soğuğu (ya da sıcağı), gürültüsü, kalabalığı orada kalabilir.
Benim gibiyseniz, o eşikten geçilmesiyle beraber bedeni tutsak kılan bağlarından kurtarmak için hummalı bir çalışma başlar. İlk adım -o ayakkabı tekrardan giyilirken edilecek küfürleri bile bile alabildiğine az bağcık çözülerek fırlatılan ayakkabılar, ayaklara özgürlük. Atkı, kaban, ceket; ani ısı değişimiyle birlikte boğulma hissi yaratabilecek her şey, beş dakika önce dışarıdayken varlığına şükrettiğim, beni koruyan zırhıma karşı nankörce bir tahammülsüzlük belirir. Kolumda saat, parmaklarımda yüzük varsa şayet, bütün gün varlığının bile pek farkında olmadığım aksesuarlarım eve girmemle beraber ellerimi, kollarımı sıkmaya başlar, çoğu zaman yatak odasına dahi varmadan dökülüveririm: saat ayakkabılığın üstünde, yüzükler çamaşır makinasının, bedenimi sıkıştıran ve eve girmemle beraber varlıklarını klostrofobik şekilde hissettiğim diğer her şey yatak odamın yerini boylar. Tilkili pijamamı, eskimekten delik deşik olmasına rağmen çok sevdiğim için “dışarı tişörtü” olmaktan “ev tişörtlüğüne” transfer olmuş üstümü giyerim, ancak o zaman derin bir oh çekebilirim. Kentsel dönüşümden yeni dönmüş evimize taşındığımızdan beri hayatımda ilk defa çabucak terliklerimi aramaya girişiyorum, koridor taş, soğuk oluyor. Yoksa o alışkanlık yoktur pek bende (ve evet ben de hayatım boyunca aile büyüklerinin “terliksiz gezme” nasihatlerine maruz kaldım ama pek etkili olmadı), tahammülsüz mizacımdan ötürü en yakın durakta onları da fırlatıp atıveriyorum. Başkalarının evine gittiğimde terlik tekliflerini “teşekkür ederim, gerek yok” diye geri çevirmeye çalıştığımda, ikna olmamış bakışlarla karşılaşıyorum, hatta çoğu zaman ikna olmamış ev sahipleri zorla bir çift “misafir terliğini” önüme bırakıyor. Benim imgelemimde hep siyah-kahverengi deriden, tabanı topuğa doğru hafifçe yükselen bir obje bu -görüntümden varılan cinsiyet kimliği varsayımlarıma dayanarak bana uygun görüleni, bunun “kadın” varyasyonu- genellikle 36-37 numara, anlam veremediğim derecede daracık, benim 39 buçuk numara, enlemesine geniş ayaklarımın ucunda bir yüksük gibi, göstermelik kalıyor. Nezaketen giyiyorum, bir süre sonra bir yerde çıkartıp unutacağım onları, şansım varsa ev sahibi fark etmeden bulurum...
Sosyal bilimlerle alakanız varsa, mahrem ve umumi alanlardan (public and private spaces) bahsedildiğinde, istemeden ezberlenmiş olan yazın Türkçe pop hitleri gibi kafada çalmaya başlar: “geleneksel” olarak (heteropatriyarkal normatif düzlemde) umumi alanlar “erkek”, mahrem alanlar ise “kadın” olarak kodlanmıştır. (Bu noktada yazmaya devam edebilmeden önce Antropoloji 1. sınıf müfredatının tamamının gözlerimin önünden bir film şeridi gibi geçmesini beklemem gerekti.) Hani, şu bildiğimiz “haremlik-selamlık” örneği, ancak bu noktada şunu öğreniriz: İlkokulda öğrendiğimizin aksine biri erkeklerin, biri kadınların yaşam alanları değildir, bu iki ayrı venn şeması olarak öğretilen alanlar aslında son derece geçirgen, hanenin “harem” olarak tanımlanan kısmı, hanenin erkeklerine ve kadınlara açık, “selamlık” tabir edilen alan ise hanenin dış dünyayla buluşan kısmı, dışarıdan gelecek erkek misafirler burada ağırlanır, kadınların ise bu alanla teması sınırlı -bir nevi sosyal araf. Bu geçmişte kalmış gibi bahsettiğimiz, ancak aslında hiç de geçmişte kalmamış olan normatif toplumsal cinsiyet alanlarından şu kadarcık dahi bahsetmek psikolojik bir klostrofobiye yol açsa da, bahsetmemek de pek mümkün gelmedi. Şimdi bunu aslında bahsetmek istediğim konuya şöyle bağlayabiliriz: Bu sınırlar, en basit, şu yukarıdaki giriş cümlesinde örnek olarak gösterilen hâlinde bile, bu cümledeki kadar belirgin değildir hiçbir zaman. Mahrem alanlar, umumi olanın içinde bir parantez olarak yer alır, sınırlar, bize son derece somut gelen duvarlarla belirlenmiş olsalar dahi, aslında birer kültürel olgudan ibaret.
Mahrem ve umumi alanlara başka bir yaklaşım, “umumi alanı”, bilgi ve fikirlerin paylaşılabileceği bir ağ olarak tanımlıyor.[1] Temelleri 18’inci yüzyılda tartışmaların sürdürüldüğü toplanma alanları olarak tanımlanabilecek “burjuva salonlarına” dayandırılan bu mekânlar, modern dönemlerde kitle iletişim araçlarıyla özdeşleştiriliyor -tabii televizyon, gazete gibi yayınlar söz konusu olduğunda bunlar erişim ve temsiliyetle ilgili sorular doğuruyor. Dijital çağda ise herkesin kendi yayınını yapmasını sağlayan sosyal medya, mahrem ile umumi arasındaki duvarları yepyeni bir geçirgenlik seviyesine taşıyor. Bu soyut bölgeleri ayıran metaforik camdan duvarlar olarak düşünebileceğimiz sosyal medya toplumsal hayatımıza girdiğinden beri çeşitli evrelerden geçtik: sosyal medya ayıplama, sosyal medya elitizmi, selfie ayıplamacılık, selfie’nin normalleşmesi, selfie’nin gelişmesi… 2019’a girmişken artık pek kimsenin sokakta Instagram’a hikâye attığını gizlemediği bir devirdeyiz, sanat cephesinde ise artık çoğu kimse selfie’nin otoportreden farklı olduğunda diretmek için kendini şekilden şekile sokma uğraşından vazgeçti. Bloggerlar artık hiçbir yere gitmedikleri hâlde, sadece fotoğraf çekmek için, sadece giyinip süslenmenin keyfi için giyinip süslendiklerini saklama ihtiyacı hissetmiyorlar, kimse bir yere gidiyormuş gibi yapmıyor, birçoğu fotoğraflarını beraber eğlendikleri birileri çekmiş gibi yapmayı dahi fırlatıp attı, tripod tekniklerini paylaşıyor.
Bir apartman çocuğu olarak küçükken yaptığım bir şeyi hatırlıyorum -beşinci katta, kuzeye baktığı için poyrazdan yana bereketli yatak odamda pencereyi açar, halımın üstünde yere otururdum. Gözlerimi kapatır, etrafımdaki duvarları silmeye başlardım, önce bizim evin duvarları giderdi, dinleyerek annemin, babamın nerede olduğunu çıkartırdım. Sonra alt katla, üst katla aradaki sınırların silindiğini hayal ederdim, oradaki insanların neler yaptığını. Sonra bütün binayı görmeye başlardım, yan binaları, evin önündeki parkı, aklım aldığınca bunu tutmaya çalışırdım, duvarlar yok, ben yerden 15 metre yukarıda süzülüyorum, etrafım çok büyük ve ben çok, çok küçüğüm. Bunları yazarken aslında düşünüyorum da fark etmeden meditasyon yapmış olabilirim, ama burada bu deneyimi sosyal medyanın hissettirdiklerine dair bir metafor olabilmesi için anlattım.
Sosyal medya kullanıcıları olarak, birbirlerimizin hayatlarına tanık oluyor, evlerine adım atıyoruz. Bazılarımız diğerlerini daha büyük bir şeffaflıkla davet ediyoruz, diğerlerimizse gölgelerin arasından seyretmeyi tercih ediyoruz. Her hâlükârda, bakılan objenin işlevi değişiyor, dönüşüyor -artık o sadece evde “duran” bir şey değil, umumi alana dair bir şey. Lisedeyken bir arkadaşım “hafta sonu ne yaptın” sorusuna “durdum” diye cevap verirdi. “Onu yaptım, bunu yaptım, oturdum, kalktım” değil, “durdum.” “Ormanda, etrafta hiç kimse yokken bir ağaç devrilse, ses çıkar mı” sorusunun cevabı gibi, varlıklarının farkında olmadığımız zamanlarda başkalarına ne olur? Sosyal medyayla beraber, kimsenin varlığımızın farkında olmadığı zaman dilimleri gittikçe azalıyor. Facebook, Twitter, Instagram, ve bilimum platformdan en az birini aktif olarak kullanan bir kişinin, her köşe başında varolduğuna dair bir “kanıtı” var. Ve ağaç probleminde olduğu gibi, sadece bakılmak, bir şeyin anlamını değiştirmeye yetiyor. Benim emektar ev tişörtüm bir yere gitmese de, genel olarak ev için tasarlanan giysiler, eskiden bir pijama partisi olmazsa üstlerinde göremeyecekleri kadar spot ışığına artık çok daha sıklıkla maruz kalıyorlar. Pijama sözcüğü, Hindistan’ın İngiliz sömürgesine dayanıyor, “epai jama” adıyla bilinen bir tür şalvar, Avrupa’da uykuya giyilen bir giysi olarak popüler oluyor. 17’nci ve 18’inci yüzıllarda çoğunlukla erkeklerin tercih ettiği bu “uyku giysisi” 19’uncu yüzyılla beraber, Hindistan’daki orijinalleri gibi, cinsiyetsiz bir giysi olarak hayatına devam ediyor.[2] Şimdilerde ise pijama, “loungewear” adı verilen, ev için tasarlanan koleksiyonların başrol oyuncularından biri. Rahatlığın ön planda olduğu bu tasarımlarda, fotoğraflarına bakarken dahi dokunma arzusu yaratan yumuşaklıkta kumaşlar kullanılıyor, ve hayatınızda dokunduğunuz en yumuşak şey olduğunu düşündüğünüz sabahlığın pabucunu ertesi gün dokunduğunuz çorap dama atabiliyor. Bu giysiler, tabii ki evde, “rahatlıktan ölüyoruz” temalı Instagram galerilerinin de merkezinde yer alıyor. Evde giyilmek üzere tasarlanan bu cazip tasarımların bir yan etkisi olarak, “ben bunu dışarıda da giyerim ya” düşüncesinin somut örnekleri ortalığı sardı, dışarıda “loungewear” giymek yeni trend hâline geldi, ve bunun üstüne dışarıda giyilmek üzere tasarlanmış pijama ilhamlı kıyafetler ortaya çıktı. 2016’da Dolce&Gabbana -tabii ki koleksiyonlarında yer alan pijamalarla eş zamanlı olarak ve tabii ki ünlü yüzlerin bol bol fotoğraflandığı- bir pijama partisi yaptı[3].
İç mekânın ve ev hayatının daha görünür olmasının etkisi sadece üzerimizde giydiklerimizde değil elbet, evle ilgili çeşitli alanlarda görülebiliyor. Birçok büyük moda markası, çeşitli iş birlikleriyle ev eşyası, mobilya tasarımlarına bulaşıyor[4]. Dolce&Gabbana ekmek kızartıcısında hazırlanan kahvaltı keyfinin Gucci sandalyelerde oturarak yapılması mümkün olan dünyada, lüks ev ürünleri piyasası 27 milyon dolarlık bir market hâline gelmiş durumda.
Mahrem alanın sosyal medya üzerinden umuma açılmasından bahsederken baştan beri gözümün önüne gelen şey, pembe, dantel desenli tepsiler, güllü peçeteler, kurdeleler ve milyonlarca minik detayla bezenmiş, pastellerin ağırlıkta olduğu #sunum #sunumönemli #sunumaşkı #sunumönerisi galerileri. Etkinlik planlarının dahi, sosyal medyada nasıl paylaşılacağı hesaplanarak yapıldığı devirde, neyin sosyal medya hesaba katılarak yapıldığını, sosyal medya olmasaydı günümüzdeki şekline erişmiş olup olamayacağını tespit etmek oldukça zor. Bireysel olarak sosyal medya kullanmamayı, en azından minimal düzeyde kullanmayı seçsek dahi (buradaki birinci çoğul şahsı genelleme amaçlı kullanıyorum, sosyal medya yönetimi yapan biri olarak istesem de bırakamayacağımı gönül rahatlığıyla söyleyebilirim) farazi bir düzlemde dahi bütün olasılıklar bizi herkesin kendi galerisinin küratörü olduğu, sürekli bir veri akışı hâlindeki bir topluma çıkarıyor.
Mahremle umumi alanların toplumlar tarihi boyunca somut olmaktan ziyade, kültürel bir güç alanı olmasıyla başlayan sınırlar, dijital şeffaflık çağında her alanın umuma açılabilir olmasıyla daha da bulanıklaşıyor. Herkesin kendi galerisinin küratörü olduğu sosyal medya devrinde, dijital boyutta sergilediğimiz bütün fiziksel alanlar, bir nevi vitrine dönüşüyor. Evler ve ev hayatları, bu şeffaflığa adapte oluyor, ve her anımızı sergilenme ihtimaline göre yaşıyoruz. Dış dünyanın üzerine kapımızı kapamadan önce evimize girerken üzerinden adımımızı attığımız eşik, yere tebeşirle çizilmiş bir çizgi gibi, her adımda daha da bulanıklaşıyor.