Biyografi, (daha çok) otobiyografi ve (en çok da) kadın otobiyografileri üzerine

"Otobiyografiler, münferit onlarca olayın birbirine bağlanarak, yazan öznenin merkezîliğinde bir mantıksal bütün teşkil edecek şekilde kurgulandığı metinlerdir. Ama kurgu olmaları, tarihçi için güvenilmez fanteziler oldukları anlamına gelmez. Kurgulanmanın mantığını anladığımız ve akılda tuttuğumuz sürece pekâlâ kıymetli kaynaklar teşkil edebilirler."

Yayın tasnîfinde sıklıkla kullanılan bir sınıflandırmada kitaplar “kurgu” ve “kurgu olmayan” olmak üzere iki gruba ayrılır. Roman ve hikâye kitapları kurgu sınıfına girer; eleştiri ve biyografi, yahut tarih ve siyaset gibi beşerî ve toplumsal bilimler ise kurgu olmayanlar sınıfına. Ancak bu sınıflandırma, “kurgulama” ile “uydurma” arasındaki farkın gözardı edilmesinden doğmaktadır, çünki beşerî ilimleri bırakalım bir kenara, müsbet ilimler bile önemli ölçüde kurguya dayanır. Belki bazılarınıza şaşırtıcı gelecek olan bu savı desteklemek için önce kurgu kavramını tanımlamakla işe başlayayım.

Benim için “kurgulama”, birbirleriyle ilintili oldukları ilk anda aşikâr olmayabilen tekil olguların, aralarındaki ilişkileri somutlayan ve görünür kılan bir matris içerisine yerleştirilmesi demektir. Bu olgular muhayyel de olabilir, gerçek de. Mesela Miguel de Cervantes Saavedra (1547-1616), İspanya’da La Mancha eşrafından Alonso Quijano adında asil ruhlu, ama fazla kitap okumaktan iyice kafayı üşütmüş bir adamcağızın kendine şövalye süsü vererek dünyaya adalet ve düzen getirmek için çıktığı yolculuğu anlatmağa karar vermiş. Bunu yapmak için de birtakım tekil olgular tasarlamış ve onlardan bir bütün teşkil eden bir doku oluşturmuştur. Örneğin Don Quijote’nin Dulcinea’ya duyduğu aşk, yel değirmenlerine saldırması, korsanlara esir düşmesi, bir kervansarayda tartaklanması... Cervantes bunlar gibi, tek tek pek de anlamlı olmayan bir dizi muhayyel motiften bir bütün yaratmış, yani kısacası roman yazmış. İşte bu süreç, kurgulamadır.

Ama dediğim gibi sadece roman yahut hikâye değil söz konusu olan. Örneğin sıradan bir kronoloji hazırlamakla tarih yazmak arasındaki başlıca fark, birincisinin sadece bir olay listesi olmasına karşın ikincisinde olayların anlamlandırıldığı ve birbiriyle ilintili kılındığı bir matris içine yerleştirilmesidir. Bu süreçte arkeolojik kalıntılar, arşiv belgeleri, san’at ve edebiyat eserleri gibi muhtelif kaynaklardan edinilen perakende bilgilerden bir kurgu oluşturulur. Mesela Ohio Eyalet Üniversitesi tarih profesörlerinden Sam White, 1595-1610 yılları arasında Anadolu’yu kasıp kavuran Celâlî isyanları ile özellikle 16. yüzyıl ortalarından itibaren artarak Kuzey yarımküreyi etkisi altına alan “küçük buzul çağı” arasındaki ilişkiyi ortaya koyarken, bir yandan ağaçlardaki yaş halkaları, buzul ve mercan nümuneleri gibi doğal verileri, diğer yandan ise toprak mülkiyeti, hasat, ticaret ve vergi kayıtları gibi idarî göstergeleri bir bütüncül anlatı hâline sokmuş. Ve bu da, roman kadar, bir kurgulama sürecidir.

Üstelik bu kurgu, olgulardan çıkarsananlara dair okurları ikna edecek şekilde, yani belâgat (retorik) kurallarına göre ifade edilmelidir, ki bu da edebiyat ile tarih yazımı arasındaki sınırın geçirgenliğine delâlet eder. Vaktiyle California Üniversitesi’nin Los Angeles kampüsünde tarih profesörü olan Hayden White (1928-2018), 1973’te yayınlanan Metahistory (yani “Tarihötesi”) adlı ünlü eserinde ve bazı makalelerinde tarih yazımı ile edebî stratejiler arasındaki ilişkiyi irdelemiştir, ki önemli çalışmalardır bunlar.

Kısacası ben “kurgu”dan söz ederken tamamen hayal mahsulü, uydurma bir öykü kasdetmiyorum. Benim kasdettiğim, farklı renkli ipliklerden kumaş dokunması gibi tekil olguların anlamlı bir bütün haline getirilip böylece ifade edilmesidir. Metin yorumlaması ile görüngübilimi (yani hermenötik ile fenomenolojiyi) birleştirmiş olan 20. yüzyılın ünlü Fransız filozofu Paul Ricœur’ün (1913-2005) “mise en intrigue” yani “olay örgüsü içine yerleştirme” kavramı bu bağlamda çok aydınlatıcıdır. Dolayısıyla fizik konusunda yazılmış bir makale de bir kurgudur. Ve tabii biyografi de öyledir.

Fransız edebiyat kuramcısı Philippe Lejeune (Le Pacte autobiographique, 1975), otobiyografide (ki aynı şey genel olarak biyografi için de geçerlidir) yazarla okur arasında zımnî bir antlaşma olduğunu, okurun yazardan hakikati beklediğini belirtmişti. Fakat hangi hakikat? Haliç Üniversitesi’nin 2006’da düzenlediği “Hayat Yazımı: Çağdaş Edebiyatta Otobiyografi, Biyografi ve Seyahat Yazıları” sempozyumunda sunduğu ilginç tebliğde Gerald P. Mulderig biyografi yazımının retorik boyutunu incelemiş, özellikle de bir biyografinin olgusal doğruluğu sorununa eğilmişti. Aynı kişiyi konu edinen, farklı yazarlar tarafından yazılmış birden fazla biyografiyi okumağa razı olmamız, Mulderig’e göre, biyografi yazarlarının eserlerine kendilerinden bir şeyler katabildiği gibi, kimi şeyleri de ihmal edebildiğini peşinen varsaydığımız, dolayısıyla bir biyografi ile konu edindiği kişinin hayatını özdeşleştirmediğimiz anlamına gelmez mi?

Gerçekle fanteziyi ayırmanın özellikle zor olduğu bir örneğe bakalım. 15. yüzyıldan itibaren artarak rağbet gören bir edebî tür, vaktiyle bir kitabıma da konu olan esaret anlatılarıdır. Otobiyografi, hâtırat ve roman arasında gidip gelen, neyin gerçek, neyin uydurma olduğunu belirlemenin bazen çok zor olduğu bu anlatılar, sanırım Osmanlılar ve özellikle de Mağrib korsanları tarafından esir alınmış Avrupalılarla başlamış, sonra Amerika kıt’asına da sirayet etmiştir. Osmanlıların eline düşen Avrupalıların kimisi köle olarak çalıştırılmış; bir süre sonra da bazıları ya azad edilerek, ya firar ederek, ya da fidye karşılığında serbest bırakılarak ülkelerine dönebilmiş, onların da bir bölümü deneyimlerini kitaplaştırmıştır. Johannes Schildtberger (1380?-1440?), Bartolomej Georgijević (1505?-1566?), Johann Michael Heberer (1567?-1623), Václav Vratislav (1576-1635), John Smith (1580-1631) ve Joseph Pitts (1663-1735?) bunlar arasında en tanınmış olanlarıdır. Avrupa kökenli yerleşimcilerin Amerika yerlilerinin elinde geçirdikleri esarete dair yayınlanmış üç yüzden fazla anlatı arasında ise Mary Rowlandson (1637-1711), John Williams (1664-1729), Mary Jane Harbison (1770-1837), John Tanner (1780?-1846?), Rachel Parker Plummer (1819-1839) ve Herman Lehmann’ın (1859-1932) eserleri kayda değer. Bu anlatıların bazıları Amerika’da Kitâb-ı Mukaddes’ten sonra en çok satan kitaplar arasına girebilmiştir. Bu gibi eserlerin hepsi de hakikati olduğu gibi anlattıkları iddiasındadır, ama acaba bu böyle midir? Ve böyle olup olmadığını nasıl bilebiliriz?

Esaret anlatıları bir yana, fantezi boyutu daha az olan biyografileri ve otobiyografileri düşünelim bir de. Hayat hikâyesi yazılacak olan kişinin 75 yıl yaşamış olduğunu farz edelim. 75 yılda, 27 bin 400’e yakın gün, yani 650 bin’den fazla saat, yani yaklaşık 39 buçuk milyon dakika, yani 2 milyar 400 milyon’a yakın saniye vardır. Bu süre zarfında biyografinin konusu olan kişinin ve yakın çevresinin neredeyse sonsuz sayıda tekil olaya tanık olduğu tahmin edilebilir. Bazıları belki diyecektir ki, hiç mi uyumuyor bu insan? Gerçi uyurken de rüya görülür, rüyalar insanın hayatında önemli rol oynayabilir. Ama peki, haydi üçte bir “indirim” yapalım; öyle olsa bile bir buçuk milyardan fazla saniyelik olay dağarcığından söz ediyoruz, ki bu da çok fazladır. Biyografi yahut otobiyografi yazarının bu (neredeyse) sonsuzluk içinden önemli bulduğu olayları seçmesi, sonra da onları anlamlı bir kurgu içinde bir metin haline getirmesi gereklidir.

M. C. Escher, Birbirini Çizen Eller, litograf, 1948.

Sözgelimi biyografinin konusu olan kişinin çocukluğunda geçirmiş olduğu bir travmayı yetişkinlik dönemindeki bir hareketi yahut sözüyle ilintilendirmek, olayın söz konusu kişinin hayatının yönünü belirlediğini öne sürmek, verili olmayan, yaratıcı bir eylemdir, bir anlamlandırmadır, bilgi üretimidir. Olayları seçmek, seçilen olaylar arasında bağlantı kurmak – yahut tahmin etmek, savlamak... Bunların hiçbiri tamamen nesnel değildir, olamaz. İster bir başkasının hayat hikâyesi olsun, ister yazarın kendi hayat hikâyesi, biyografi yazmak her zaman kurgu içerir. Ve kurgu kaçınılmaz olarak kurgulayanın izlerini taşır. Bunları uzun uzadıya söylememin nedeni, biyografi “bilimsel” olmalıdır, tarihî gerçekleri “oldukları gibi” vermelidir cinsinden kuruntulara kapılmadan konuya yaklaşmamız gerektiğini düşünüyor olmam.

Şimdi; ben hayatımda biyografi yazmış değilim, dolayısıyla söyleyeceklerim korkarım biraz kitâbî kaçacak; umarım fazla hata yapmam. Özellikle otobiyografi üzerinde durmak istiyorum. Ama şunu söyleyeyim, biyografi ile otobiyografi arasında, ilkinin bir başkasının hayat hikâyesi, ikincisinin ise yazarın kendisi hakkında olmasının ötesinde temel bir fark olduğunu düşünmüyorum. Yani “insan kendi hayatını daha iyi bilir, o nedenle otobiyografi daha gerçekçi olur”; yahut da tam tersine, “insan kendi hayatını anlatınca iyileri abartır, kötülerin üzerini örter, başkasının hayatı söz konusu olduğunda ise daha nesnel olur” gibi bir düşüncem yok. Çünki insan başkasının hayatını anlatınca da kurgulama vardır, kendi hayatını da. Zaten hafıza, geçmişin akılda aynen muhafaza edilmesi değil, şimdiki zamanda geçmişin yeniden inşa edilmesi, yani kurgulanması demektir. Dolayısıyla, insan kendi hayatını yazarken, kendisine bir başkasıymış gibi dışarıdan bakar, âdeta geçmişte olduğu kişinin biyografisini yazar. Kısacası biyografi yazmakla otobiyografi yazmak temelde birbirine çok yakın şeylerdir, aynı sorunlardan mustariptirler. Ben eskiden beri insanın kendi kendini inşa etmesi süreciyle ilgilendiğim için otobiyografi bana daha ilginç geliyor...

Biraz terminolojiyle işe başlayayım. Birçoğunuz biliyordur, Hollandalı tarihçi Jacques (asıl adıyla Jacob) Presser (1899-1970), 1950’li yıllarda ilk kez ego-dokument (yani “ben-belgesi”, yahut hayli yaygınlık kazanmış olan Türkçe karşılığıyla “ben-anlatısı”) terimini günce, hâtırat, mektup gibi kişiye özel bilgiler içeren belgeler için kullanmış, ve şöyle tanımlamıştı:

“kullanıcının, metinde, yazan ve betimleyen özne olarak her an hazır ve nazır bulunan bir ‘ben’ ile karşı karşıya geldiği tarihsel kaynaklardır. [...] Bir ‘ben’in kasıtlı olsun olmasın kendini açığa vurduğu veyahut gizlediği metinler.”

Tanımın kapsamı daha sonra başkaları tarafından genişletildi, örneğin Winfried Schulze, sorgu tutanakları yahut vergi beyannameleri gibi kişiye dair bilgi içeren resmî belgelerin de “ben-anlatısı” kapsamına alınmasını önerdi. Başka araştırmacılar, örneğin Ece Zerman, ajanda, fotoğraf albümü ve hattâ ev dekorasyonu gibi keza kişi hakkında özel bilgi içeren nesnelere de benzer şekilde yaklaşıyor çalışmalarında.

Ben-anlatısı tabirini her ne kadar, az önce söylediğim gibi, Presser 1950’lerde ortaya attıysa da, bu tabir (ve arkasında yatan kavramlar ve yöntemler) özellikle son 20-30 senede birçok çalışmaya konu oldu. Bunun nedenlerini biraz düşünmekte yarar var.

Amsterdam’da 1899 yılında mütevazı bir Yahudi aileye doğan Presser, ünlü Vossius Gymnasium’da tarih öğretmeniyken Hollanda’nın Nazi Almanyası tarafından işgal edilmesi üzerine işini kaybetti, Amsterdam ve çevresindeki Yahudi çocukların toplandığı Joods Lyceum’da ders vermek zorunda kaldı. Joods’daki öğrencilerinden biri, ileride çok meşhur olacak, sayısız dile çevrilecek olan güncenin sahibesi Anne Frank’tı. Okul 1943’te Naziler tarafından kapatılınca öğrencilerin ve görevlilerin büyük bir kısmı temerküz kamplarına gönderildi ve orada öldürüldü. Presser ise saklanmayı başardı ve hayatta kalabildi. Savaştan sonra Amsterdam Üniversitesi’nde profesör olunca Alman işgali döneminde Hollanda Yahudi cemaatinin tarihçesini yazmakla görevlendirilen Presser, gerek soykırım mağdurlarıyla, gerekse soykırımın Hollanda kolunu örgütleyenlerle sayısız mülâkat yaptı, onların anılarını okudu. Bu suretle hem kişilerin tanıklığının tarih yazımındaki önemini anladı, hem de acılı hâtıralarla insanların nasıl boğuştuğuna, yeri geldiğinde bu hâtıraları nasıl yeniden şekillendirdiklerine birinci elden tanık oldu.

Bu çalışmaların sonucu olarak 1965’te yayınlanan Ondergang (yani “İtlâf”) adlı kitabı her ne kadar iyi karşılandıysa da bazıları tarafından “fazla öznel” bulundu ve eleştirildi. Çünki tarih yazımına “pozitivist” diyebileceğimiz yaklaşım hâlâ hâkimdi o yıllarda. Bireylerin tanıklığı nesnel olamazdı bu görüşe göre, ve dolayısıyla tarih yazımında yeri yoktu. İyi de, bundan 30-40 yıl sonra, içinde yaşadığımız bu günlerin tarihini yazmağa soyunan birini düşünün: TÜİK’in enflasyon rakamlarından, Sağlık Bakanlığı’nın COVID istatistiklerinden mi daha doğru bir fikir edinecektir, yoksa sizlerle mülâkat yapmaktan, bugünlerde yazdığınız mektupları, e-mailleri okumaktan mı? Arşivler zorunlu olarak bireylerden daha nesnel değildir. Çünki her zaman ve kaçınılmaz olarak arşiv tutanın görüşleri ve çıkarları doğrultusunda hazırlanmışlardır. Savaşların tarihi, kazananlar tarafından yazıldığı gibi, arşivler de yönetenler tarafından inşa edilir.

Nitekim 1970’lerden itibaren yaygınlık kazanan post-modernist düşünce, gerçeklikleri tek bir nesnellikte değil, birçok öznellikte aramayı tercih ediyor. Yani “öznellik” artık uzak durulması gereken, ayıp bir kelime değil. Mutlak nesnelliğin var olamayacağının artık kabul edildiği günümüzde, Aydınlanma Çağı sonrasının, ve özellikle de 19. yüzyılın, pozitivist veri-perestliğini bir kenara bırakmanın vakti çoktan geldi. Ben-anlatılarının son yıllarda önem kazanması işte bu nedenledir. Ve otobiyografi olsun, anı olsun, hayat hikâyelerine diğer metinlere olduğundan daha şüpheci, daha eleştirel bir gözle bakmağa gerek olmaması da. Örneğin evet, Evliyâ Çelebi’nin (1611-1685) hayli palavracı olduğunu biliyoruz; ama palavralarının yapısına, palavracılığının mantığına vâkıf olunca Seyahatnâme’sini pekâlâ istifade ederek okuyup kullanabiliyoruz. Gerek arşiv belgelerine, gerekse ben-anlatılarına eşit mesafe ile yaklaşılabilir, ve yaklaşılmalıdır. Nitekim Prue Chamberlayne, Joanna Bornat ve Tom Wengraf’ın derlediği ve 2000 yılında yayınlanan The Turn to Biographical Methods in Social Science (yani “Toplumsal bilimlerde biyografik yöntemlere dönüş”) adlı kitap, bu açıdan önemli bir dönüm noktasıdır.

Evliyâ Çelebi’den söz ettim madem, artık genelden özele geçelim ve adım adım Türkiye’ye yaklaşalım. İslâm âleminde ben-anlatısı ve otobiyografi niteliğindeki eserlerin, yakın zamana kadar kıt olduğu ve bunun, kendi kendini konu edinmek için gerekli olduğu farz edilen bireyciliğin (yahut hiç olmazsa birey bilincinin) Batı’nın dışında kalan yörelerde yeterince gelişmemiş olmasından ileri geldiği düşüncesi vaktiyle hayli yaygındı. Örneğin Strasbourg Üniversitesi profesörlerinden filozof Georges Gusdorf (1912-2000), 1956’da yayınlanan “Conditions et limites de l’autobiographie” (yani “Otobiyografinin şartları ve sınırları”) başlıklı klâsik makalesinde şöyle demişti:

“Göründüğü kadariyle otobiyografi, kültür sahamızın dışında mevcut değildir; denebilir ki Batılı insana özgü bir kaygının ifadesidir, ve bu kaygı kâinatı sistematik bir şekilde fethetmesinde çok da işine yaramıştır. Bu kaygıyı başka kültür sahalarına da aktarmıştır gerçi, ama bu nedenle o sahaların insanları kendilerinin olmayan bir zihniyete bir çeşit entelektüel sömürgecilik yoluyla bağlanmıştır. Gandhi yaşamöyküsünü anlattığında, Doğuyu savunmak için Batılı yöntemler kullanmış olmaktadır.”

Ancak zaman içinde ortaya çıkan özgeçmişler, anılar, münşe’at, tezkire ve mecmu’alar bu görüşün pek doğru olmadığını gösterdi. Nitekim 1987’de Tel Aviv Üniversitesi’nde düzenlenen bir konferansta tarihçi Bernard Lewis (1916-2018) İslâm âleminde gerek Müslüman, gerekse gayr-i Müslim yazarlar tarafından kaleme alınmış çok sayıda otobiyografik metin örneği vermiş, hattâ konularına ve üslûplarına göre bir sınıflandırma önermişti.

Bugüne kadar yayınlanan böyle metinler arasında en önemlilerden biri, tek nüshası İspanya’daki el-Escorial manastırının kütüphanesinde bulunan Suriyeli Üsâme bin Münkız’ın (1095-1188) Kitâbü’l-i’tibar adlı otobiyografisidir. Arapça aslı ilk defa 1885’te Fransa’da yayınlanan bu eserin, 12. yüzyıla neredeyse baştan başa tanık olmuş olan yazarı, Haçlı Seferi döneminde Ortadoğu’ya ilişkin çok önemli gözlemler yaptığı gibi, kendisi hakkında da aydınlatıcı bilgiler vermiştir.

Aşağı yukarı aynı yıllara rastlayan, Nuruddîn ve Salâhuddîn Eyyûbî dönemlerinde sarayın başkâtibi olan İmâdüddînü’l-İsfahânî’nin (1125-1201) el-Berkü’ş-Şâmî (yani “Şam yıldırımı”) adlı otobiyografisi ne yazık ki ancak kısmen günümüze erişebilmiştir. İlk defa 1987’de Amman’da yayınlanan bu eserde resmî yazışmalarla birlikte gündelik hayattan, İmâd’ın şiir ve anılarından örnekler de yer alıyor.

Elbette burada eksiksiz bir liste veremeyeceğim, ama birkaç önemli otobiyografiden daha kısaca söz etmek istiyorum. Biri 15. yüzyılın büyük Mısırlı âlimi Celâlüddînü’s-Süyûtî’nin (1445-1505) et-Tehaddüs bi-ni’metillâh (yani “Allah’ın nimetlerinin ortaya çıkması – yahut anlatısı”) adlı eseri. Günümüze tek nüshası erişebilmiş olan, Arapça aslı ilk defa 1975’te İngiltere’de yayınlanan ve basılı hâli 250 sayfayı bulan bu risâlede yalnız yazarın hayatına, eğitimine, çalışmalarına değil, duygu ve düşüncelerine dair de zengin bilgiler yer alıyor.

İslâm âleminin büyük toplumsal bilimcisi İbn Haldûn’un (1332-1406), ünlü eseri Mukaddime’de yer alan özgeçmişi de, müstakil bir kitap olmamakla birlikte neredeyse kitap hacmindedir. Sülâlesine, hocalarına, çalışmalarına ve eserlerine, seyahatlerine ilişkin ayrıntılı bilgi veren İbn Haldûn’un metni, edebî değeri açısından da dikkate değer.

Bir başka ilginç otobiyografi 9. yüzyılda yaşamış olan, el-Hakîmü’t-Tirmizî adıyla maruf mutasavvıf ve fakih Ebû Abdillâh Muhammed’in (ö. 869) Büdüvvü şeʾn (yani “Uğraşının başlangıcı”) adlı eseridir. Burada yazar yalnız kendi rüya ve içgörülerini anlatmakla kalmamış, karısınınkilere de, hattâ kendininkilerden daha fazla yer vermiştir. Ünlü fakih ve kelâmcı Ebû Hâmid Muhammedü’l-Gazâlî’nin (1058-1111) el-Münkız mine’d-dalâl (yani “Hatadan kurtaran”) adlı manevî otobiyografisi; İbn Battûta (1304-1369), İbn Cübeyr (1145-1217) ve İbn Fadlan (ö. 922’den sonra) gibi gezginlerin, kendilerine dair bol bilgi içeren seyahatnameleri, büyük tabib Ebû Bekr Muhammed b. Zekeriyyâ er-Râzî’nin (864-925) otobiyografisi de unutulmamalı.

Son olarak gayet erken tarihli bir örneğe, kendisi Hıristiyan olmakla birlikte hayatını Bağdat’ta halifelere hizmetle geçiren, hattâ Halife el-Me’mûn tarafından Beytü’l-hikme’nin başına getirilen Huneyn bin İshâk’ın (809-873/7) otobiyografisine değineyim. Milâdî 9. yüzyılda, yani Hicret’in 3. yüzyılında yaşamış olan Huneyn, göz hekimliğinin yanı sıra Abbâsî dönemi tercüme hareketinin önde gelen isimlerinden olup Galenus, Aristoteles, Polemon ve Artemidoros gibi önemli Yunan filozof ve bilginlerinin eserlerini Arapçaya kazandırmıştır. Yale Üniversitesi’nin meşhur şarkiyat profesörü Franz Rosenthal’a (1914-2003) göre İslâm âleminde yazılmış ilk dindışı otobiyografi olan Huneyn’in hayat hikâyesi, Abbâsî sarayı ve çevresi hakkında ilginç bilgiler verdiği gibi, yazarın mağduru olduğu entrikalardan da söz ediyor.

Bütün bu örneklerden anlaşıldığı üzere, ben-anlatıları ve otobiyografiler İslâm âleminde çok erken dönemden itibaren vardı ve bugün gerek yazarları, gerekse yazıldıkları dönemler hakkında bize paha biçilmez bilgiler bahşediyorlar. Bu nedenle de son yıllarda konuya ilişkin birçok ilginç çalışma yayınlandı. Makalelerini geniş bir araştırmacı kadrosunun yazdığı ve Dwight Reynolds’ın derlediği, Edebiyât dergisinin 1997 yılında yayınlanan “Arapça otobiyografi” özel sayısı ile 2001’de yayınlanan Interpreting the Self: Autobiography in the Arabic Literary Tradition (yani “Ben’i yorumlamak: Arap edebî geleneğinde otobiyografi”) adlı kitapta, sözünü ettiğim metinlerden bazıları dahil zengin bir külliyat değerlendirilmiş, bazılarının da çevirisi verilmiş. Sorbonne Üniversitesi profesörlerinden François-Joseph Ruggiu’nun derlediği, 2013’te yayınlanan The Uses of First Person Writings / Les usages des ecrits du for privé (yani “Birinci şahıs anlatılarının kullanımı”) adlı kitaptaki makalesinde Astrid Meier, Osmanlı dönemi Suriyesi’nde kaydedilen ben-anlatılarını; Kahire Amerikan Üniversitesi profesörlerinden Nelly Hanna ise 1500-1800 yılları arasında yazılmış olan Arapça otobiyografileri incelemiş.

Ralf Elger ile Yavuz Köse’nin derlediği, 2010’da yayınlanan Many Ways of Speaking about the Self (yani “Ben hakkında konuşmanın birçok yolu”) adlı kitapta Arapça, Farsça ve Osmanlıca otobiyografilere ilişkin birçok ilginç makale var. Gerçekten de Arapça otobiyografi külliyatının zenginliği göz önünde bulundurulduğunda, Osmanlı toplumunda da bu tür eserlerin yazılmış olması herhalde şaşırtıcı sayılmaz. Nitekim son yıllarda konuya ilişkin ilginç kitaplar yayınlandı: Olcay Akyıldız, Halim Kara ve Börte Sagaster’ın derlediği, 2007’de yayınlanan Autobiographical Themes in Turkish Literature (yani ‘Türk edebiyatında otobiyografik temalar”) ile Philipp Wirtz’in yazdığı, 2017’de yayınlanan Depicting the Late Ottoman Empire in Turkish Autobiographies (yani “Türk otobiyografilerinde son dönem Osmanlı İmparatorluğu’nun temsili”) adlı kitaplar özellikle kayda değer.

Yirmisekiz Mehmed Çelebi’nin (ö. 1732) Sefâretnâme’si 1866’da, Seydî Ali Reis’in (1498-1563) Mir’atü’l-memâlik adlı seyahatnâmesi 1895’te yayınlandı. 17. yüzyılda, Avusturyalılara esir düşmüş olan Temeşvarlı Osman Ağa’nın Viyana; ve Rodos’ta esir düşmüş olan Macuncuzâde Mustafa Efendi’nin Malta esaretlerinin anlatılarına dair çalışmalar 1950’li yıllarda çıktı. Azîz Mahmûd Hüdâyî’nin (1541-1628) ve Bediüzzamân Said Nursî’nin (1878-1960) Mektûbât’ları gibi daha birçok ben-anlatısı çalışmalara konu oldu ve oluyor. Osmanlı tarihinde idam edilmiş nadir şeyhü’l-İslâm’lardan olan Feyzullâh Efendi’nin (1638-1703) otobiyografik metinleri bildiğim kadarıyla henüz yayınlanmadıysa da, Michael Nizri gerek doktora tezinde, gerekse Elger ve Köse’nin derlediği kitapta yayınlanan bir makalesinde bunları değerlendirerek, Feyzullâh Efendi’yi idama götüren şartları ortaya koymağa çalıştı.

Ama Osmanlılarda otobiyografi –daha doğrusu ben-anlatıları– konusunu birkaç makalesinde ihatalı bir şekilde ilk ele alan Cemal Kafadar’dır. Örneğin İngilizcesi 1989, Türkçesi ise 2009 yıllarında yayınlanan bir makalesinde, Seyyid Hasan adlı bir derviş tarafından 1661-1665 yılları arasında tutulmuş Sohbetnâme adlı günceyi incelemiş, bu vesile ile Osmanlı edebiyatında birinci şahıs anlatılarını değerlendirmişti. İngilizcesi 1991 ve 2007, Türkçesi ise 2009 yıllarında yayınlanan diğer bir makalede bir Yeniçeri’nin haksız yere hazineye intikal etmiş olan mülkünün iadesi için yaptığı başvuruya dair 1521 tarihli bir belge münasebetiyle “Osmanlı gerilemesi” paradigmasını eleştirdi. İngilizcesi 1986, Türkçesi ise 2009 yıllarında yayınlanan üçüncü makalede, 1575 yılında Venedik’te öldürülen sof tüccarı Hüseyin Çelebi’ye ilişkin bazı begeler münasebetiyle Müslüman Osmanlıların –genel kanının aksine– uluslararası ticarette rol oynamış olduğunu gösterdi. Nihayet 1992, 1994 ve de 2009’da Türkçe yayınlanan, Asiye Hatun adlı Üsküplü bir dervişenin, şeyhine göndermek için 1641-1643 yılları arasında kaydettiği rüyaları içeren bir elyazması vesilesiyle Osmanlı döneminde toplumsal cinsiyete dair bazı çıkarımlarda bulundu.

Rüya demişken, Cornell Fleischer’ın, bazı 16. yüzyıl Osmanlı mecmu’alarına kaydedilmiş olan rüya anlatılarını kullanarak yazdığı, kâtip zümresinin hayatına ve sorunlarına dair 1994’te yayınlanan öncü makalesinden, keza rüya temelli ben-anlatılarından hareketle bazı Osmanlı kadıları, şeyhleri, şairleri ve tezkirecileri hakkında ilginç çalışmaların sahibesi olan Aslı Niyazioğlu’dan ve Sultan III. Murad’ın (1546-1595) rüya mektuplarını inceleyip yorumlayan Özgen Felek’ten de söz etmek gerekiyor.

Ezgi Sarıtaş, Türkiye’de heteronormatifliğin tarihine dair geçen yıl yayınlanan kitabında, Aşçı İbrahim Dede’nin (1826-1906’dan sonra) otobiyografi, hâtırat, seyahatname ve tasavvuf risâlesi karışımı olan Mecmu’a’sında, mecâzî aşk tecrübelerinin, mutasavvıf söylem ve eştoplumsal bağlar çerçevesinde nasıl anlamlandırıldığını inceliyor.

Aslında mecmu’a ve tezkirelerdeki otobiyografik öğelerin bugüne kadar yeterince çalışıldığını söylemek pek mümkün değil. Akla gelen yayınlar arasında örneğin Jan Schmidt’in mecmu’alardaki ben-anlatılarının içeriğine dair “First-Person Narratives in Ottoman Miscellaneous Manuscripts” (yani “Osmanlı mecmualarında birinci şahıs anlatıları”) başlıklı, Elger ve Köse’nin derlemesinde çıkan makalesi var. Derin Terzioğlu’nun “Autobiography in Fragments” (yani “Parçalar halinde otobiyografi”) adlı, Akyıldız, Kara ve Sagaster’in derlemesinde çıkan makalesinde ise dokuzu erken, biri geç dönem 10 mecmu’adaki otobiyografik öğeler incelenmiş. “Eski Türk Edebiyatı Çalışmaları” ana başlıklı çalıştay dizisinden 2012’de yayınlanan Mecmûa: Osmanlı Edebiyatının Kırkambarı adlı kitapta, özgül olarak otobiyografi konu edinmemekle birlikte, mecmu’aların bu alandaki zenginliğine işaret eden bir hayli makale var.

Arapçada kitâbü’t-tabâkat, Osmanlıcada ise daha ziyade “tezkire” denen eserlere gelince, bildiğiniz gibi “hayat hikâyesi ansiklopedisi” niteliğindeki bu kitaplarda şiir, tasavvuf, hüsn-i hat gibi belirli bir konuda sivrilmiş olan kişilerin biyografileri yer alır. Konumuz açısından ilginç bir husus, bu gibi eserlerde, eseri hazırlayanların da bazen kendilerine dair geniş bilgi vermiş olmalarıdır. İlgi alanım itibariyle ilk aklıma gelen, Müstakimzâde Süleyman Sadeddîn Efendi’nin (1719-1788) 1770 civarında tamamladığı (ama 1788’deki vefatına kadar üzerinde çalışmağa devam ettiği) Tuhfe-i Hattâtîn adlı, ünlü hattatların hayat hikâyelerini içeren çok kıymetli eserdir, ki hattatların yanı sıra Müstakimzâde’nin kendi hayatına dair de birçok bilgi vermektedir. Eserin bugüne kadar bu açıdan değerlendirilmiş olduğunu zannetmiyorum. Buna mukabil Âşık Çelebi’nin (1520-1572) Meşâirü’ş-şuarâ adlı ünlü şair tezkiresindeki otobiyografi öğelerini inceleyen Hatice Aynur’un makalesi Elger ve Köse’nin kitabında yer alıyor.

Bu çalışmaların çoğunda, ben-anlatılarından hareketle Osmanlı toplumunun çeşitli vecheleri hakkında bazı sonuçlara varılmış; yani ben-anlatıları, tarih yazımında meşru kaynak addedilmiş ve başarıyla kullanılmış. Bu çok hayırlı bir gelişmedir tabii. Öte yandan, metinlerin kendisine de –örneğin anlatı stratejilerine, anlatıya hâkim olan benlik ve ötekilik kavramlarına– odaklanmanın vakti geldi sanırım. Bundan sonraki çalışmalarda bu boyuta da hak ettiği önemin verileceğini umuyorum.

Şimdiye kadar sözünü ettiğim Osmanlı kaynaklarına çağdaş anlamda otobiyografi demek mümkün değil, daha ziyade genel anlamda ben-anlatılarıdır bunlar. Peki, çağdaş-öncesi devirlerde otobiyografi yazılmadığı sonucuna varılabilir mi bu durumda? Chicago Üniversitesi’nde uzun süre tarih profesörü olan Karl Joachim Weintraub (1924-2004), 19. yüzyıl öncesinde otobiyografinin son derece nadir olduğunu belirtmiş, bunun nedeni olarak da bireyliğin “çağdaş bir ben algısı” olduğu görüşünü öne sürmüştü. Texas Üniversitesi’nin Austin kampüsünde Arapça öğreten (şimdi emekli) Kristen Brustad ise Celâleddîn Süyûtî’nin otobiyografisinden hareketle bu görüşü eleştirdi, çağdaş öncesi anlatılarla çağdaş anlatılar arasındaki farkı, birincisinde ben algısı yahut bilincinin yokluğuna değil, ikincisinde kendini temsil etme biçiminin ve kurallarının (conventions of self-representation) değişmiş olmasına bağladı. Bu çok önemli bir noktadır.

Çağdaş anlamda otobiyografiler daha geç başlamışsa da, 19. yüzyıl sonlarıyla 20. yüzyıl başlarında Osmanlı toplumunda en azından bir hâtırat patlaması olduğunu söylemek mümkündür. Âyân Reisi Said Paşa (1912), Sadrazam Kâmil Paşa (1913), Şeyhülislâm Cemâleddin Efendi (1920), Sultan İkinci Abdülhamid (1922) ve “hürriyet kahramanı” Resneli Niyazi’nin (1910) siyasî hatıraları; Abdullah Paşa (1920), Zeki Mustafa (1918), Hamid Osman Olcay (1914), Osman Nuri (1926), Zeki Paşa (1921), Hasan Azmi (1913) ve Dr. Cemil’in (1926) Balkan Savaşı hatıraları; Mehmed Enisi Yalkı (1911), Hüseyin Hulki (1891), Çerkes Şeyhizâde Halil Halid (1906), Mehmed Emin (1911), Mehmed Ziya (1912), Nafizade Ahmed Fuad (1896), Ahmed Midhat (1890) ve Halid Ziyaeddin’in (1910) seyahat anıları; Manafzade Sabit (1913), Serasker Rıza Paşa (1908, 1909), Hasan Rami Paşa (1908), İsmail Sıdkı (1908), Cemal Paşa (1922), Abdülvahid Vehbi (1912), İbnü’l-İshak Fevzi (1903), Ata Hüsni (1909) ve Ali Haydar Midhat’ın (1897) hayat hikâyeleri, ve dahası...

Bernard Lewis, 20. yüzyıl başlarında vuku bulan bu hâtırat patlamasını, Meşrutiyet’in ilânını takib eden yılların özgürlük ortamının yanı sıra, Said ve Kâmil Paşaların birbirinin anılarına cevap yazmış olmasından hareketle –ki aslında başkaları da Said Paşa’ya cevabî risâleler yazmıştır– bazı ileri gelen siyasetçilerin İstibdat Devri’nde yaptıklarını meşrulaştırmak ve kendilerini aklamak ihtiyacı duymuş olmasına bağlamış. Yorumunda mutlaka doğruluk payı vardır, ama siyasî niteliği olmayan anıların da bu dönemde çok artmış olması, tek nedenin bu olmadığını gösteriyor.

Ben-anlatılarının birçoğu İkinci Meşrutiyet’in ilânından sonra yayınlanmış olduğuna göre, anı ve otobiyografilerdeki görünür artış –en azından kısmen– söz konusu dönemde matbuat kapitalizminin yükselişine de bağlı olmalıdır. Bu yükseliş bir yandan doğrudan, yayınlanan kitap sayısında büyük bir artış biçiminde; diğer yandan da dolaylı olarak, gazete ve dergiler aracılığıyla kamusal alanın genişlemesi, kamuya mal olmuş kişilerin çoğalması ve kendilerine ilgi duyan bir okur kitlesinin oluşması şeklinde tezahür etmiştir. Gerçekten de geleneksel toplum yapısının çözülmesi, kimliklerin tekrar tekrar yeniden inşa edilmesi, gündelik hayatın göz göre göre başkalaşması, özellikle de Osmanlı İmparatorluğu’nun sonuyla Cumhuriyet’in başına rastlayan yıllarda insanların alışıp kanıksamış olduğu her şeyin hızla buharlaşması, hem olup bitenlerin kaydedilip kalıcılaştırılmasını özendirmiş hem de değişimin sahneye sürdüğü, sivrilttiği bireylerin kahramanları olduğu yeni bir şöhretler çağı yaratmıştır. Bu süreç içinde metin yazımı üzerinden benlik ve bireylik algılarının ifade ediliş biçimleri de dönüşmüş, belli bir zümre için hâtırat ve otobiyografi yazmak neredeyse bir moda haline gelmiştir. Anıların, biyografilerın ve otobiyografilerin sayısındaki ânî ve büyük artış, bunlar gibi birçok etmenin sonucu olmalıdır.

Cumhuriyet döneminde bir hayli hâtırat ve otobiyografi yayınlandı. Bunlardan bazılarının kurucu kadro içinde siyasî hesaplaşma amacıyla yazıldığı içeriklerinden anlaşılıyor. Bildiğiniz gibi Mustafa Kemal (1881-1938), 15-20 Ekim 1927’de Cumhuriyet Halk Partisi’nin ikinci kongresindeki konuşması olan Nutuk adlı eserinde, Kurtuluş Savaşı’nı kendi açısından değerlendirmişti. Muhalif cepheden Kâzım Karabekir’in (1882-1948) İstiklâl Harbimizin Esasları, Dr. Rıza Nur’un (1879-1942) Hayat ve Hatıratım, daha sonraki yıllarda da Celâl Bayar’ın (1883-1986) Ben de Yazdım adlı kitapları siyasî konulara alternatif bakışlar getirdi, dolayısıyla da bazılarının yayınlanması uzun seneler boyunca yasaklandı.

Halide Edib Adıvar (1882?-1964), Şevket Süreyya Aydemir (1897-1976), Ahmet Emin Yalman (1888-1972), Falih Rıfkı Atay (1894-1971), Mehmet Rauf (1875-1931), Dr. Rıza Nur, Kâzım Karabekir, Dr. Tevfik Sağlam (1882-1963), Halide Nusret Zorlutuna (1901-1984), Dr. Cemil Topuzlu (1866-1958) gibi entelektüellerin otobiyografilerini topluca değerlendiren Philipp Wirtz, bu metinlerden hareketle yazarlarının toplumsal kökenleri, çocuklukları, eğitimleri ve döneme damgasını vuran mücadelelerine odaklanarak 20. yüzyıl başlarının Türkiyesi’ne dair ilginç çıkarımlarda bulunmuş. Bu arada, Halide Edib’in, Selma Ekrem’in (?-1986), İrfan Orga’nın (1908-1970) yabancı dilde yazılmış olan otobiyografilerine de dikkat çekmiş, ki bu konuya birazdan geri döneceğim.

Lafı uzatmadan, son yıllarda otobiyografi konusuna Türkiye’de artan ilginin bir belirtisi olan bir kitabın adını vereyim: Yakın geçmişte İstanbul Şehir Üniversitesi’nde mesai arkadaşım olan Abdülhamit Kırmızı’nın derlediği Otur Baştan Yaz Beni (2013).

Otobiyografilerin, epey zamandır aklımı kurcalayan bir alt kümesi hakkında da birkaç söz söylemek istiyorum: Yazarları kadın olan otobiyografiler. Bu bazılarınıza özcü gibi gelecektir belki, o bakımdan merâmımı çok kısaca anlatayım. Simone de Beauvoir’ın (1908-1986) “kadın doğulmaz, kadın olunur” sözü meşhurdur. Ki tabii aynı şey erkekler için de söylenebilir. “Yazarları kadın olan otobiyografiler” derken, bu anlamda kadın yazarları kastediyorum, yani hayat hikâyesini yazan kişilerin toplumsal cinsiyetine odaklanıyorum. Yoksa elbette yazarlığın biyolojik belirleyicilerinden söz etmiyorum.

James Olney’nin derlediği, 1980’de yayınlanan Autobiography adlı kitaptaki “The Other Voice: Autobiographies of Women Writers” (yani “Öteki ses: Kadın yazarların otobiyografileri”) başlıklı makalesinde Mary G. Mason şöyle demiş:

Edebî eserleri [yazarlarının] toplumsal cinsiyet[in]e göre tefrik etmenin bazı âşikâr sakıncaları olmakla birlikte, hayatla yazma eyleminin bu kadar iç içe olduğu otobiyografi özelinde, metinleri önce toplumsal cinsiyete göre ayırıp sonra kadın ve erkek otobiyografilerini tekrar yan yana getirerek, bazen sırf tezat yoluyla da olsa, birbirlerine ışık tutmalarını sağlamak suretiyle, kendini yazmanın sunduğu imkânlar ve bunun gerekliliği hakkında bazı önemli noktalara dair çıkarımlarda bulunmak mümkündür.

Örneğin Carter Findley’nin Elger ve Köse’nin derlediği kitaptaki, Ahmed Midhat (1844-1912) ile Fatma Aliye’nin (1862-1936) otobiyografilerini karşılaştırdığı makalesi, bu yönde atılmış bir adım sayılabilir.

Caterina van Hemessen’in (1528–65), bilinen en erken kadın otoportrelerinden olan eseri. Üstte “Ben Caterina van Hemessen kendi resmimi yaptım, 1548, 20 yaşında” kaydı okunuyor. Kunstmuseum, Basel.

Peki, ben neden kadın otobiyografilerine bakıyorum?

2005 yılında çıkan Avrupalı Esireler ve Müslüman Efendileri adlı kitabımda, 1683-1875 yılları arasında yayınlanmış ve kadın yazarlara atfedilmiş olan 10 esaret anlatısının çevirisiyle değerlendirmesi yer alıyor. Neden esir alanların değil de, esir alınanların anlatılarının yaygın olduğunu ise Sonuç bölümünde şöyle izah etmiştim:

Burada vurgulamak istediğim, [...] emeğin, özgül olarak da esaret anlatılarını yazmak fiilinin köleleri özgür kılmadaki rolü; ve oradan hareketle bu anlatıların dolaşımda bulunduğu toplumlardaki etkileri. Bence esaret anlatılarının esirler tarafından, yahut esirlerin bakış açısından yazılması, zihinsel ürünler olarak bu anlatıların yaşamayı ve varolmayı tebliğ etme niteliği taşımalarındandır: “Hürriyetim elimden alındı, tahammül sınırlarımı zorlayan bir yoğunlukta çalışmağa mecbur ediliyorum, kırbaç darbeleri altında bedenim sızlıyor, her uzvumu hissedebiliyor, büyük acı çekiyorum... Ama yazıyorum, haklıyım, içimdeki isyanı dile getiriyor, kâğıda kaydediyorum; o halde varım!” diyor esaret anlatıları. Efendilerin verebileceği bu kadar güçlü bir mesaj olabilir miydi? Sanmıyorum. İşte bu nedenle de esir alanların öyküsü değil, esir alınanların öyküsü yazılagelmiştir. [... Y]azılmağa değer olan, efendinin değil, esirin yahut esirenin öyküsüdür.

Şimdi, “efendi” yerine “erkek”, “esir” yerine “kadın” kelimelerini koyarsanız, ne demek istediğimi kolaylıkla anlarsınız. Gerçi kadın otobiyografileriyle esaret anlatıları arasında kurduğum analoji elbette pek sağlam değil, ne de olsa yüzlerce, belki binlerce erkek otobiyografisi de yazılmıştır yüzyıllar boyunca. Yine de bana ilginç gelen, iktidar sahiplerinin değil, iktidar mağdurlarının ben-anlatılarıdır. Çünki bu anlatıların temelinde her zaman bir isyan yatar, bir hak arayışı, bir meydan okuma, bir kendi varlığını ispat etme dürtüsü. Kadın otobiyografilerine eğilmem bilhassa bundandır.

Yalnız şu durumda akla Gayatri Chakravorty Spivak’ın (d. 1942) önce 1983’te bir konferansta sunduğu, sonra da 1988’de yayınladığı, çok meşhur bir makalesinin başlığındaki şu soru geliyor: “Can the Subaltern Speak?” (yani “Madun konuşabilir mi?”). Bu çok çetin ceviz makale yakın zamanda Türkçeye çevrilmiş, ama göremedim henüz; umarım iyi bir çeviridir. Her neyse, Spivak’ın sorduğu soru konumuzla çok ilintili. Madun konuşabilir mi? Konuşabilen, madun olabilir mi?

Tabii bu, lafzen anlamlı olan bir soru değil; yani dili olan herkes konuşabilir elbette. Spivak’ın sorduğu soru, madunun, zaman ve mekân aşırı uzun mesafeleri katederek bizimle iletişim kurup kuramayacağıdır. Yani “konuşabilir mi?” derken, bizimle konuşabilir mi, biz sesini duyabilir miyiz diye soruyor Spivak. Yahut, soruyu başka türlü soracak olursak şöyle de diyebiliriz: Özcü bir kurgudan ibaret olmayan bir madun sesini yeniden inşa etmemiz mümkün müdür? (Burada “özcü bir kurgu” derken kasdettiğime örnek olarak bir zamanlar Türkiye’de çok revaçta olan “köy romanı”nı düşünebilirsiniz.)

Spivak’ın gayesi, toplumun “kenarları”nı görünmez kılmayacak bir köktenci siyasî pratik oluşturmak, ve bu amaçla madunların, haklarından mahrum edilmiş, marjinalleştirilmiş olanların seslerini çıkartmasını önleyen etmenleri belirlemekti. Fakat aynı zamanda, “öteki”yi homojenleştirip tekil ve bilinebilir bir nesne haline getiren, “epistemik şiddet” diye nitelendirdiği yaklaşımlara da karşı çıkıyordu. Bu durumda önümüzdeki sorunsal şudur: Madunu ötekileştiren epistemik şiddet göz önünde bulundurulduğunda, sesine, sözlerine nasıl ulaşabiliriz?

Spivak’ın bu sorulara verdiği cevap basit olduğu kadar keskin ve cesaret kırıcıdır. “Madun konuşamaz”, çünki konuşanın sahip olması gereken öznelik konumundan mahrumdur. Ve madunun sessizliği, tarih bilgimizin sınırlarını belirleyen önemli bir öğedir.

Peki, “kadın eşittir madun” denebilir mi? Mevcut cinsiyetçi toplumlarda, kadınların ötekiliği çeşitli biçimlerde inşa edilmiştir. Toplumsal cinsiyetin; sınıf, etnisite, ırk, cinsel yönelim, nesil gibi kategorilere indirgenemeyeceği doğru olmakla birlikte, onlarsız düşünülmesi de kaçınılmaz olarak eksik kalır. Nitekim, kadın otobiyografilerinden bahsettiğimizde, bunu açık seçik ifade etmemişsek de, toplumda belirli bir statüsü olan, eğitimli, boş vakitli kadınlar söz konusudur. Otobiyografileri bize ulaşmış olduğuna göre, bu kadınlar Spivak’ın tanımladığı anlamda “madun” değildirler. Bununla beraber çeşitli biçimlerde tezahür eden toplumsal cinsiyet odaklı tahakküme maruz kaldıklarına da tabii ki şüphe yoktur. Kısacası kadın otobiyografileri konusu, sadece yazarlarının kadın olmasıyla erkeklerinkilerden ayrılmaz, farklı bir bakış açısı gerektirirler.

Domna C. Stanton’ın derlediği, 1984’te yayınlanan The Female Autograph (yani “Kadın ben-yazısı”), Sidonie Smith’in, 1987’de yayınlanan A Poetics of Women’s Autobiography (yani “Kadınların otobiyografilerinin poetikası”), Leigh Gilmore’un, 1994’te yayınlanan Autobiographics: a Feminist Theory of Women’s Self-Representation (yani “Kadınların kendilerini temsil edişlerinin feminist kuramı”), Trev Lynn Broughton ve Linda Anderson’ın derlediği, 1997’de yayınlanan Women’s Lives/Women’s Times: New Essays on Auto/Biography(yani “Kadınların hayatları ve dönemleri: Oto/biyografiye dair yeni denemeler”), Martine Watson Brownley ve Allison B. Kimmich’in derlediği, 1999’da yayınlanan Women and Autobiography (yani “Kadınlar ve otobiyografi”) gibi kitaplar, kadın otobiyografilerine nasıl bakılması gerektiğine dair önemli kuramsal ve pratik ipuçları veriyor. Ama ben, genel kuramsal meseleler üzerinde durmaktansa yine İslâm dünyasına ve Türkiye’ye eğilmek istiyorum.

Tahmin edileceği üzere geçmiş devirlerde yalnız basit ben-anlatıları değil, çağdaş anlamda otobiyografik eserler vermiş olan kadınlar ancak saray ve çevresinden çıkabilmiştir. Üç tane çok önemli Farsça esere özellikle değineyim. Biri, kendi de Bâbürnâme adıyla bilinen Çağatayca bir günce tutmuş olan Babür Şah’ın (1483-1530) kızı ve şehzâde Hümâyûn’un kızkardeşi Gülbeden Begüm’ün (1523 civarı-1603) Hümâyûnnâme adlı meşhur eseri. Her ne kadar –adından da anlaşıldığı gibi– kitabın konusu Hümâyûn ise de, Gülbeden kendi hayatına da anlatısında geniş yer verdiğinden, Babürî dönemi saray ve harem hayatı hakkında kendisinden çok ilginç şeyler öğrenebiliyoruz. Keza saray hayatı hakkında, ama bu kez Kaçar döneminde İran hakkında yazılmış çok önemli iki otobiyografiden biri Nâsırüddîn Şah’ın hareminden Mûnisü’d-devlet, diğeri ise Nâsırüddîn Şah’ın kızı Tâcü’s-saltanat’ın (1883-1936) eserleridir. Bunlardan ilki, saray hayatına dair çok ayrıntılı bilgiler vermesi açısından ilgi çekici; ikincisi ise başörtüsünü ilk çıkartan İranlı saray kadını olmasının yanı sıra, erken evlendirildiği eşini boşayan, Encümen‑i Hürriyet‑i Nisvan’ın kurucularından, militan bir kadın hakları savunucusuydu. Harvard Üniversitesi profesörlerinden (ve bu konularda tanıdığım en parlak ve üretken akademisyenlerden) Afsaneh Najmabadi’nin, kendi derlediği Women’s Autobiographies in Contemporary Iran (yani “Çağdaş İran’da kadın otobiyografileri”, 1990) adlı kitapta Tâcü’s-saltanat’a dair ilginç bir makalesi var.

Osmanlı sarayı ve çevresinden çıkan otobiyografiler arasında şair ve besteci Leylâ Saz’ın (1850-1936) önce tefrîka edilen, sonra da oğlu tarafından Fransızcaya çevrilip kitaplaştırılan anıları (Le Harem impérial et les sultanes au XIXe siècle, 1925), Çırağan Sarayı’nda harem hayatına dair içeriden kıymetli bilgiler vermeleri bakımından bilhassa ilginçtir. Sultan II. Abdülhamid’in kızlarından Şâdiye Sultan’ın (1887-1977), özellikle babasını aklamak amacıyla kaleme aldığı anlaşılan hâtıratı, diğer kızı Ayşe Sultan’ın (1887-1960) Babam Abdülhamid (1960) adlı, babasının yanı sıra kendi hayatını da anlattığı kitabı, ve Sultan V. Mehmed Reşad döneminde sarayda muallime olan Sâfiye Ünüvar’ın hâtıratı keza değerli kaynaklardır.

Mekke Emîri Ali Haydar’ın İstanbul’da doğup Çamlıca’da büyüyen kızı Şerîfe Misbah Hanım’ın Arabesque (1944) adlı otobiyografisi, annesinin anadili olan İngilizce yazılmışsa da, sonradan Türkçeye de çevrilmiş, hayli ciddi sayılabilecek bir kitaptır. Bu vesile ile Osmanlı kadınlarının eserleri oldukları süsü verilmiş, ama yabancılar tarafından yazılmış olan birkaç otobiyografiden çok kısaca söz edeyim. Bir zamanlar Hidiv II. Abbas Hilmi’nin eşi olan ve 1931’de “Djavidan Hanum” müstear adıyla hâtıratını yayınlayan Marianne Török von Szendrö (1877-1968), Macardı; Rüşdi Paşa’nın eşi olup 1902’de “Niya Salîma” müstear adıyla hâtıratını yayınlayan Eugénie le Brun (ö. 1908) ise Fransız. Yakın zamanda Türkçeye de çevrilmiş olup, “Zeynep Hanoum” adında bir Osmanlı kadına atfedilen A Turkish Woman’s European Impressions (yani “Bir Türk kadının Avrupa izlenimleri”, 1913), keza otobiyografi üslubundadır. Geçmişte bu kitabı yazanın, kendine editör süsü vermiş olan Grace Ellison (ö. 1935) olduğunu, gerekçe göstererek öne sürmüştüm. Örneğin Hz. Muhammed’in Mekke’de, Kâbe’de medfun olduğunu zanneden birinin eğitimli bir Osmanlı hanımefendisi olamayacağını, oysa bunun Avrupa’da bir galat-ı meşhur olduğunu belirtmiştim. Senem Timuroğlu bu hükmümü eleştirdiyse de, söylediklerimi çarpıttığı gibi bugüne kadar ikna edici bir argüman sunduğunu da söyleyemem. Biraz daha uzağa gidersek, Fas’ta, Vezân şerîfinin (yani valisinin) eşi olan Emily Keene (1849-1944) İngilizdi.

Gerard ter Borch’un (1617–81) Yazı Yazan Hanım adıyla bilinen ve 1670 civarına tarihlenen eseri. Özel koleksiyon.

Öte yandan hayat hikâyesini 1886’da Almanca yayınlayan Emily Ruete’nin (1844-1924) asıl adı Sâlime bint Said idi, Maskat ve Zengibar sultanının kızıydı, ancak yaşadığı yasak aşk nedeniyle Almanya’ya göçmüş, sevgilisiyle evlenip Hıristiyan olmuştu. Rum asıllı olup genç yaşta Amerika’ya göçmüş olan Demetra Vaka’nın (1877-1946) da birtakım otobiyografik kitapları vardır.

Bazı günümüz araştırmacıları bu gibi kitapları tarihsel kaynak olarak kullanıyor, ki evvelce de belirttiğim üzere bunda herhangi bir sakınca yoktur. Çünki nüfus yahut tapu-kadastro belgeleri de, otobiyografik anlatılar da meşru kaynak teşkil edebilir. Yalnız şunu gözden kaçırmamalıdır: Farklı belge türleri kullanılınca sorulması gereken sorular da farklı olur. Yahut, başka bir ifadeyle, farklı türden belgeler, farklı sorulara cevap aramakta kullanılabilir. Sözünü ettiğim, İngiliz, Fransız, yahut Alman okur kitlelerine, okurların kendi dillerinde hitab eden metinleri doğru bağlama oturtmadan, hangi şartlar altında, neden ve nasıl üretildiklerini sorgulamadan, mevcut siyasî ve kültürel dinamikleri ve çerçeveleri dikkate almadan ve gerektiği gibi sorunsallaştırmadan kullanmak, ancak günümüzde cârî olan birtakım siyasî gündemlere hizmet edecek didaktik masallar uydurmağa yarayabilir, o kadar. Reina Lewis ve Teresa Heffernan gibi, ne Türkçe, ne Osmanlıca, ne de tarih bilen bazı yazarların içeriklerini hiç sorgulamadan bu gibi kitaplar üzerine temellendirilmiş birçok makale ve kitap yayınlaması, ne yazık ki üzücü bir bilgi kirliliğine yol açmıştır.

Columbia Üniversitesi profesörlerinden ünlü Amerikalı sosyolog C. Wright Mills (1916-1962), bireylerle içinde yaşadıkları toplumu birbirlerinden bağımsız olarak düşünmenin ve kavramanın mümkün olmadığını, insanların bireysel deneyimleri (yani biyografileri) ile toplumsal olaylar (yani tarih) arasındaki ilişkileri ortaya çıkaranın “toplumbilimsel muhayyile” (the sociological imagination) olduğunu belirtmiştir, 1959’da yayınlanan bu isimli, ufuk açıcı kitabında. Otobiyografi okurken, işte bu “toplumbilimsel muhayyile”yi harekete geçirmek, metinlerle oluşturuldukları toplum arasındaki ilişkileri günyüzüne çıkarmağa çalışmak lâzımdır. Yani her metinde olduğu gibi otobiyografilerin de oldukları gibi kabul edilmesi değil, yorumlanması gerekir. İçeriklerini sorunsallaştırmadan otobiyografileri veri olarak kullanmak, bütün başka metinlerde olduğu gibi, sağlıklı sonuç vermez.

Neyse, konumuza geri dönelim. 20. yüzyıl başlarından itibaren İslâm âleminde kadınların yazdığı otobiyografilerde göze çarpan bir artış vardır. Bu konuda yapılmış öncü çalışmalar, özellikle Arap âlemine yoğunlaştı. Örneğin Mısırlı Hudâ Şa’râvî (1879-1947), Leylâ Ahmed (d. 1940) ve geçenlerde kaybettiğimiz Nevâl es-Sa’dâvî (1931-2021), Filistinli Fedvâ Tukān (1917-2003) ve Raymonda et-Tâvil (d. 1940), Cezayirli “Asya Cebbâr” müstear adıyla bilinen Fâtımatü’z-Zehrâ Imâlâyen (1936-2015), Faslı Leylâ Ebû Zeyd (d. 1950) ve Fâtıma Mernissî (1940-2015) gibi, feminist aktivizmleriyle de bilinen kadın yazarların hayat hikâyeleri epey çalışmaya konu oldu. Nevâr el-Hasan Golley’nin Reading Arab Women’s Autobiographies (yani “Arap kadınlarının otobiyografilerini okumak”, 2003) ve Arab Women’s Lives Retold (yani “Arap kadınlarının hayatlarının yeniden anlatılması”, 2007) bu bâbda önemli kitaplardır. Otobiyografiden ziyade biyografilere eğilmiş olmakla birlikte çağdaş Arap kadın edebiyatının önde gelen çevirmenlerinden Marilyn Booth’un adını da anmadan geçemeyeceğim.

Türkçe kadın otobiyografilerine yoğunlaşan önemli bir kitap, Nazan Aksoy’un 2009’da İletişim'den çıkan Kurgulanmış Benlikler’idir. Halide Edib, Sabiha Sertel (1895-1968), Samiha Ayverdi (1905-1993), Halide Nusret Zorlutuna, Sabiha Gökçen (1913-2001), Afet İnan (1908-1985), Minâ Urgan (1915-2000), Nermin Abadan-Unat (d. 1921) ve daha birçok Cumhuriyet devri kadının hayat hikâyesini, yaşadıkları devre hâkim olan modernleşme paradigması bağlamında ele alan Aksoy’un bu öncü çalışmasını başkalarının da takip edeceğini umalım.

Lâfı çok uzattım. Söylemek istediğim özetle şudur. Biyografi ve otobiyografi yazarlığı –bu terimleri alabildiğine geniş tutmamız şartiyle– hayli eskiye gitmekle beraber, biyografi ve otobiyografi çalışmaları son 20-30 senede çok artmıştır, ve bu çalışmalardan öğreneceğimiz çok şey vardır.

Otobiyografiler, münferit onlarca olayın birbirine bağlanarak, yazan öznenin merkezîliğinde bir mantıksal bütün teşkil edecek şekilde kurgulandığı metinlerdir. Ama kurgu olmaları, tarihçi için güvenilmez fanteziler oldukları anlamına gelmez. Kurgulanmanın mantığını anladığımız ve akılda tuttuğumuz sürece pekâlâ kıymetli kaynaklar teşkil edebilirler.

Bir alt küme olarak kadın otobiyografilerine gelince, yazarlarının cinsiyeti değil de toplumsal cinsiyeti itibariyle, yaşadıkları döneme kendilerine has biçimlerde ışık tutarlar, özellikle de hükmedenlerin değil, hükmedilenlerin anlam dünyalarını yansıtmaları bakımından önem taşırlar.

.

YAZARIN NOTU:


Teşekkür: Bu metni okuyan ve kıymetli görüşlerini paylaşan Nilüfer İsvan, Zeynep Tek ve Pelin Tünaydın’a minnettarım. 

 

EDİTÖRÜN NOTU:


Bu metin, yazarın Kıraathane İstanbul Edebiyat Evi'nde ve Şehir Üniversitesi Edebiyat Topluluğu'nun "Çevrimiçi Sohbetler" dizisinde sunduğu malzemeye dayanmaktadır.

 

GİRİŞ RESMİ:


Sofonisba Anguissola’nın (1532–1625) Ressam Sehpasında Otoportre adıyla bilinen, 1556–65 yıllarına tarihlenen eseri. Lancut Şatosu, Polonya.